'Kapitalizmde aşk tahakküm nesnesine dönüştü'

'Kapitalizmde aşk tahakküm nesnesine dönüştü'
“Aşkın Halleri: Aşk Üzerine Disiplinlerarası Bir İnceleme” adlı kitabı derleyenler Nehir Durna ve Tezcan Durna ile aşkın her halini konuştuk.

Derya OKATAN

ARTI GERÇEK- Sadece içki masalarının, sahil sohbetlerinin klişe sorusu, kültürel üretimin vazgeçilmez teması değil, aynı zamanda kuramsal çalışmaların da en zor alanlarından birisi. Çok farklı tanımlar da yapabiliriz, hiçbir tanımlama getiremeyebiliriz de. 

Aşktan bahsediyoruz… 

Prof. Dr. Alev Özkazanç’a göre, aşk gerçekliği daima alacakaranlıkta kalmaya mahkûm. Çünkü, "hem söylemi kışkırtıyor hem de sürekli çoğalan bu söylemlerde dağılıp gidiyor." Özkazanç, bunu aşkın bir yandan benlik, öznellik, cinsel fark, toplumsal cinsiyet, cinsellik, haz, arzu ve zevk, öte yandan yasa, yasak, toplumsal düzen, uygarlık ve kültürle iç içe geçen çok sayıda düzlemde çok girift şekilde işleyen asli bir terim olmasına bağlıyor. 

Özkazanç’ın bu satırları, yakın bir zamanda raflarda yerini alan "Aşkın Halleri: Aşk Üzerine Disiplinlerarası Bir İnceleme" kitabının önsözünden. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları’ndan çıkan kitap, ağırlıklı olarak medyanın çeşitli alanlarındaki aşk temsilini analiz ediyor. 3’üncü sayfa haberleri, magazin medyası, sosyal medya, İslami kadın dergileri, reklamlardaki aşk temsilinin yanı sıra derle kitapta aşkın ekonomisinden Hallyu (Kore dalgası) Yıldızlarına, çocukluktan erişkinliğe psikolojik süreci inceleyen bir yazıdan sinemadaki aşk anlatılarına, evlilik göçü ve ulusaşırı aşk tartışmasına kadar zengin bir içerik sunuyor.

Her yazı ayrı ayrı konuşmayı hak ediyor. Bu çok mümkün olamadığından kitabı derleyenler Dr. Nehir Durna ve Doç. Dr. Tezcan Durna ile konuştuk. Derinleştikçe keyifli bir sohbete dönüşen söyleşinin ilk bölümünde aşkı politik, sınıfsal, ekonomik bağlamlarını irdeledik ve medyadaki aşk temsiliyetini konuştuk. Yarın ise aşkın e-halini, yani sosyal medyanın aşkı dönüştürüp dönüştürmediğini ve tüketim ile aşk ilişkisini ele alacağız.

‘AŞK İNSANA NE YAPTIRIYOR’U İNCELEMEK İSTEDİK’

-Siz "aşk ne ki bilelim" diye sormuşsunuz kitabın ilk bölüm başlığında. Buradan başlarsak, aşkı nasıl tanımlıyorsunuz?

Tezcan Durna: Aşk bir duygu, bir duygulanım. İnsanı harekete geçiren, insanı insana veyahut herhangi bir nesneye, varlığa yönelten bir dinamo, bir enerji. Bu kitabın en temel eksikliklerinden birisi de büyük ölçüde karşı cinsler arasındaki aşka odaklanmış olması. Her ne kadar kitabın içinde "Aşk Demek…" başlıklı makalede hemcinsler arasındaki aşka dair de inceleme yer alsa da, temelde heterenormatif bir ağırlık noktası var kitabın. Ama aşk denilen hikâye, sadece karşı cinse ya da hemcinse hissedilen bir duygu değil. Mesela kedilerimize duyduğumuz aşk belki de birbirimize duyduğumuz aşktan daha derin. Bir insanın hayvana, nesneye, bir kitaba, işine de aşk duyması söz konusu. Bizim "aşk ne ki bilelim" sorusundaki meramımız; bu duygu insana ne yapıyor, ne yaptırıyor ya da bu duyguyla insan, insan üzerinde ne gibi tahakküm stratejileri geliştiriyor. Buradan yola çıkarak aşkı eleştirel bir perspektifle incelemek istedik. Bu kitap, büyük ölçüde bu meramı yerine getirdi.

TANIMLAMAYA ÇALIŞTIĞIMIZ ANDA ELİMİZDEN KAYIP GİDİYOR

-Anıl Al-Rebholz yazısında aşk için "politik bir proje" diyor. Aşk politik midir?

Nehir Durna: Tanımlamaya çalıştığımız anda elimizden kayıp giden bir kavram gibi bakıyorum ben aşka. Antik Yunan’dan bu yana aşk üzerine çok fazla şey söylenmiş. Sevgi, aşk, dostluk, erotik aşk, arkadaşlık gibi çeşitli ayrımlar üzerine konuşulmuş. Ama ben tanımlamaktan ziyade bir hal olarak bakıyorum aşka. Ve tabii ki aşkın politik olmadığını söylemek mümkün değil. Kitapta da bu perspektiften ele alıyoruz.

-Al-Rebholz, "romantik aşk idealinin karı koca evliliğinin geleneksel ekonomi işlevini değiştirdiğini" de söylüyor. Nasıl bir değişimden söz ediyor?

Tezcan Durna: Bir önceki soruyla bağlantılı olarak cevap vereyim buna. Aşk dediğimiz şey hakikaten politik bir proje. Mesela Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabına baktığımız zaman, aile, kadın-erkek ilişkisi gibi kurumlarla özel mülkiyetin, devletin ortaya çıkışı hemen hemen yakın zamanlara denk geliyor. Bunlar arasında bir illiyet bağı olduğunu görüyoruz. Bu illiyet bağı büyük ölçüde insanların toprakla teritoryal (bölgesel) bağı üzerinden kurgulanıyor. Ben çalışmamda Mağribi toplumlarda kuzen evliliğini araştıran "Harem ve Kuzenler" adlı çalışmadan örnek vermiştim. Mağribi toplumlarla da sınırlı değil.

Aslında aşk diye tarif edilen duygunun, daha doğrusu kadın cinselliğini denetim altına almayı hedefleyen duygunun toprağa el koymayla doğrudan bağlantısı olduğunu düşünebiliriz, diyor. Bu bağlamda, o dönemde var olan kadın-erkek arasındaki ilişkiyle aşkı bağlantılandırmak mümkün değil. Illouz’a atıfla Al-Rebholz’un yaptığı saptamada, aşk denilen duygunun kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte büyük ölçüde toprağa el koyma üzerinden kadın varlığına, cinselliğine el koyma olduğunu görüyoruz. Çalışmam için Gönül Çelmenin Tarihi diye bir çalışmadan da yararlandım. Bu kitaba göre, feodal toplumdan sanayileşmiş topluma geçerken kırdaki nüfus kente göç etmiştir.

Böylece, aileyi düzenlemenin duygusal dinamiklerinde de bir değişiklik olması gerekiyordu. Önceden anne baba bu misyonu üstlenirken, artık serbest, atomize olmuş bireyler bir süre sonra gönül çelme gibi bir yetiyi öğrenmek zorunda kalıyor. O noktada aşk denilen bir şey ortaya çıkıyor. Yani aşk denilen şey elbette ilk defa bu gelişmeyle ortaya çıkmış değil, ancak modern bireyin aşk diye tarif ettiği şey, kırdan kente göç etmiş atomize bireyin eşini seçme özgürlüğü olarak tarif de edilebilir.

Marx’ın dediği gibi işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yok ve başka pek çok şeyi seçme şansı olmayan bir bireyin en azından eşini seçme özgürlüğünün var olduğunu bilmesi gerekiyor ki, düzen devam edebilsin.

-Feodal toplumlarda duygu yok muydu?

Tezcan Durna: Var tabii ki, bir duygu olarak aşk var. Bu Platon’dan beri var. Heteroseksüel aşk dediğimiz hikâyenin, cinselliğin tarifinde Foucault uzun uzun anlatır. Günümüzde yaşadığımız duygu anlamındaki aşk daha modern. Önceden kaşımıza çıkan o duygu bambaşka bir şey. Yani Anıl hoca, aşka yüklediğimiz anlamlarla toplumsal yapıdaki dönüşüm arasında bir ilişki olduğunu söylüyor.

MODERN ZAMANDA BÜYÜK AŞKLAR YOK DİYEMEYİZ

Hangisi gerçek, hangisi insanın özüne ait?

Nehir Durna: Gerçek ya da öze ait olmasından ziyade belki toplumsal ve politik olarak kavramın çevrelendiği her şeyin farkında olarak yaşamak gerekiyor bu duyguyu. Feodal dönemdeki aşk, aile, kadın-erkek ilişkileri şimdikiyle kıyaslanamayacak şekilde farklı. Hepsi politik kavramlar, tarihsel kavramlar. Ama bu kadar kuşatılmış olmasına rağmen modern zamanlarda ulvi, büyük aşk yaşamayan insanlar yok diyemeyiz ki, bütün sinema, edebiyat aşk etrafında dönüyor hâlâ. Belki tüm bunların okumasını yaparak, farkında olarak, o duygunun tarihselliğini düşünerek hareket etmek gerekiyor.

Tezcan Durna: Gerçek aşk, otantik aşk gibi bir takım saptamalarda bulunmak yerine bizim derdimiz, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde aşkın, bireyin birey ya da toplumun birey üzerinde nasıl bir tahakküm nesnesine dönüştüğünü analiz etmekti. Aslında gerçek tarif etmek ya da böyle bir beklenti içine girmek çok da anlamlı değil. Zira her tarihsel koşulun yarattığı toplumsal formasyonun kendine has aşk duygusu tarifi karşımıza çıkıyor. Tıpkı cinsellik ve cinsiyet rolleri gibi.

-Tezcan hocam siz kendi yazınızda ailenin ortaya çıkışı ve fabrikadaki üretimin selameti arasında bir bağ kuruyorsunuz. Aile kapitalizm için ne anlama geliyor?

Tezcan Durna: Aile kapitalizmin devamının garantisi.

Nehir Durna: Tüketim anlamına geliyor.

Tezcan Durna: Hem tüketim hem üretim anlamına geliyor. Sen üremelisin ki devamı kapitalizm açısından hem üretime katılacak hem de tüketecek yeni nesiller ortaya çıkabilsin, o üremeyi de duyguya dayandırman gerekiyor. ‘Bu duygu sahici değil zaten’ gibi bir şey değil bu. Biyopolitika diye tarif edebiliriz. İnsan bir duyguyu sahiden yaşadığı hissiyle ona inanırsa, aileye bir kutsiyet atfetmeye devam edecektir. Kapitalizmde zaten tipik bir orta sınıfın çocuğuna yüklediği anlamla sermayedarın fabrikasına yüklediği anlam arasında çok bir fark yok. Sermayedar için mülkiyet, orta sınıf için de çocuğu çok kıymetlidir, çünkü çocuğundan başka yatırım yapacak mülkiyeti yoktur, özellikle Türkiye koşullarında. Boşuna değildir günümüz orta sınıfının sürekli "ben yaşamadım çocuklarım yaşasın" kaygısıyla çocuklarını sürekli o kurstan bu kursa koşturmaları.

ÇEKİRDEK AİLE ÇOK EŞLİLİĞİ İKİYÜZLÜCE GÖRMEZDEN GELİYOR

-Ama o kutsal ailede "gedikler" oluyor. Kimilerinin aldatma dediği olgu. Tek eşlilik üzerine kurulu bu sistemde insanlar birçok bedeli göze alarak kuralları tanımıyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Nehir Durna: Bu moderniteyle ilgili değil, tarih boyunca vardı. Kadınların en çok baskıya maruz kaldığı dönemlerde bile. İşte Anna Karanina, bunu reddederek aşkını yaşamayı seçebiliyor.

Tezcan Durna: Lady Chatterley'in Sevgilisi var bir de.

Nehir Durna: Evet, belki günümüzde daha kolay olabiliyor, daha az bedel ödeniyor. Bir sürü değişken var, kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesi, kendini göstermeye başlamış olması. 

Tezcan Durna: Bunu toplumsal değişim ve üretim ilişkileriyle bağlantılandırmak gerekiyor. Köy hayatında boşanma ya da birbirinden vazgeçme durumunu çok görmüyoruz. Çünkü o düzende kadının eşinden boşandığı zaman hayatta kalmasının tek koşulu, bir başka erkeğe bende olması. Ama kent yaşamında büyük ölçüde üretime katılmış kadınlar için bu zorunlu değil. Esas norm tek eşlilik, çok eşlilik norm dışı. Ama o norm dışılık modern burjuva ailesi, çekirdek aile tarafından görmezden gelinerek idare ediliyordu. Bu bir anlamda ikiyüzlüce. Çünkü ailenin devam etmesi gerekiyor. Devam etmemesi, kapitalizmin en mikro çekirdeği olan ailenin ortadan kalkması anlamına geliyor ki, bu kapitalizmin krizi anlamına gelir. Aslında son zamanlarda kadın cinayetlerinin artışının bir nedeni de erkeklerin hala boşanmak istemeyen kadınları kalıcı mülkleri gibi algılamaya devam etmeleri ve bu boşanma taleplerini bu nedenle kabul edememeleridir diyebiliriz. Kadın, aldatan ya da "işe yaramayan" kocayı terk etmek istiyor, erkek bunu kabullenemeyip yok etmeyi bir yol olarak seçiyor.

Nehir Durna: Bir yandan da çok cinsiyetçi. Kadınların başka bir erkekle ilişkiye girmesi kadının toplum içindeki saygınlığının bir anda ortadan kalkması anlamına gelirken, erkekler için meşru karşılanıyor.

-"Eş seçimi ve evlilik kararları bireysel değil toplumsal mekanizmaların ürünü." Kitapta geçen bir saptama. Burada gerçekten romantik aşktan bahsedilebilir mi?

Tezcan Durna: (Çok da umutlu olmayan bir ses tonuyla) Bekleyebiliriz.

Nehir Durna: Bence bahsedebiliriz. Önünde çok fazla engel var, çok fazla dayatılan şey var ama hepsine direnip gerçekten romantik bir aşk yaşamanın imkânsız olduğunu düşünmüyorum. (Gülerek Tezcan Durna’ya dönüp) Sen de düşünmesen iyi olur.

-"Romantik aşk hem erkekler hem de kadınlar için benlik kurgularında önemli hale gelse de" diyor Anıl Al-Rebholz, ancak aşkın kadınlarda temel bir anlam kaynağı olduğunu belirtiyor. Bu öğretilmiş bir duygu mu kadınlar bakımından? 

Nehir Durna: Öğrenilmişlik boyutunun olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl oluyor? Tabii ki aile. Daha sonra bizim çağımız için sosyal medyada görüyorsun. Beklentileri şekillendiren çok fazla dışsal faktör var. Belki kadınların duygusal beklentileri daha fazla olabiliyor, çünkü kadına yönelik dayatmalar daha fazla. Güzel görünmek, erkeği etkilemek zorundasın, erkek seni aldatıyorsa mutlaka sende sorun var gibi öğrenilmişlikler kadını çok sıkıştırıyor. O yüzden diyorum, romantik aşkı, o masumane aşkı tüm duygunla yaşamanın önünde çok fazla engel var. Bu nedenle bazıları yasak aşkları daha da yüceltirler, gizlidir. Onun daha gerçek oluğunu düşünür. Çünkü hiç kimseye bir şeyleri ispat etmek zorunda değildir. Fakat herkesin o duyguyu yaşama biçimi çok farklı. Delilik hali olarak da tanımlanıyor, delilik çünkü ayağınız yerden kesiliyor…

Tezcan Durna: Yoğun enerji var çünkü.

Nehir Durna: İnanılmaz bir enerji var. Gözünüz kör oluyor derler ya… Bunların hepsi doğru bence. Ama sonra biraz ehlileşiyor zamanla. Başka bir şeye dönüşüyor. 

AŞKI ONAYLATMAMIZ GEREKEN BİR PERFORMANS

-Tezcan hocam kimileri gizli aşkı yüceltse de siz "kimsenin haberdar olmadığı aşkın tamamlanmamış bir performans" olduğunu söylüyorsunuz…

Tezcan Durna: Aşk, duygudan bahsetmiyorum, fiiliyatta yaşamanın kendisi bir performans. Kimsenin bilmediği ya da onaylamadığı aşk ilk başta çekici görülebilir ama esas itibariyle bu performansımızı bir şekilde paylaşmamız ve onaylatmamız gerekir. Bülent Somay, Bir Şeyler Eksik adlı kitabında şöyle bir fıkra anlatır: Temel ile Demi Moore, ya da ünlü ve güzel bir Hollywood yıldızı diyelim bir şekilde bir adaya düşer. Başka kimse yok, ister istemez bir süre sonra yakınlaşıyorlar. Temel uçuyor havalarda, dünyanın en güzel kadınlarından birisiyle beraber. Bir süre sonra Temel’de bir soğukluk başlıyor. Demi Moore da şaşırıyor, soruyor, Temel bir şey mi var, Temel yok diyor. En son Temel, Demi Moore’un saçından bir tutam kestirip onun dudağının üstüne yapıştırıyor ve omzuna elini atarak ‘Dursun biliyor musun ben iki aydır Demi Moore ile beraberim’ diyor. Erkek kadın fark etmiyor, herhangi bir erkek seninle ilgilendi, bir gün sonra arkadaşına anlatmadan durabilir misin? Duramazsın.

Nehir Durna: 30 yıl önce bu performanstan bu kadar söz edemezdik. Şimdi sosyal medya var.

Tezcan Durna: Mutlaka, o zamanlarda da vardı ama şu andaki performans merkeze yerleşti. 

-Ya da daha fazla kişiye ulaşacak araçları yoktu…

Tezcan Durna: Aynen öyle, anlatacağı kişi sayısı sınırlıydı. İnsan onay isteyen bir varlık. Egoyu sürekli tatmin edecek recognition (tanınmaya) ihtiyaç duyuyor ve aşk, sevgi, ilgilenme vs. bunun en merkezi pratiklerinden birisi.

MEDYADA AŞK: PERFORMANS, TÜKETİM, ŞİDDET

-Yazınızda medyanın temsil ettiği aşkın toplumdaki karşılığını tartışıyorsunuz. Medya aşkı nasıl ele alıyor? Ayrıca, dizi ve filmlerde izlediğimiz o çok büyük aşklar bizi nasıl etkiliyor?

Tezcan Durna: Daha önce söylediğim gibi, aşk denilen şey bir performans. Biz bir taraftan aşkı performe ederken bir taraftan da medyada temsil edilen performanslarla kendi performansımızı kıyaslıyoruz ve aşkı nasıl deneyimleyeceğimize dair bir takım yol haritaları çizmeye çalışıyoruz. İşte, birisi gül döküyor sevdiğinin yollarına, sen de diyorsun ki ben de gül dökersem partnerimi tatmin ederim. Taklit ediyoruz yani. İnsanı çok fazla hümaniteryen bir perspektifle yüceltiyoruz ama çok basit bir maymunuz aslında, taklit ederek yaşıyoruz. ‘İyi bir ilişki nasıl yaşanır’ı da taklit ederek öğreniyoruz. O taklit sırasında aşk duygusu sınıflar arası tahakküm nesnesine dönüşebiliyor. Kapitalist üretim ilişkileri aşkın nasıl tahakküm nesnesine dönüşebileceğine dair izleği takip etmemizi sağlıyor. Tüketim toplumunda aşkı yaşamanın kendisi bizatihi aşkı tüketme üzerine odaklı. 

Nehir Durna: Dizilerde çok büyük aşklar yaşanıyor dediniz ya, şöyle oluyor. Asmalı Konak’ın geçtiği Avanos’taki konak çok popüler hale geliyor, fiyatlar yükseliyor ve herkes orada fotoğraf çektirmek istiyor. Orada biz aslında aşkı değil aşkın nasıl tüketilmesi gerektiğini deneyimliyoruz. Medyanın bize yansıttığı sadece bu boyutu. Ya da sadece şiddet söz konusu ise medyada gündeme geliyor, masumane bir aşkı medyada göremezsiniz. Performans, tüketim ve şiddet söz konusu olduğu zaman medyada aşkı görüyoruz.
MEDYA AŞKIN HER HALİNİ SATIYOR, SATIŞ GARANTİLİ

Tezcan Durna: Ticari medya aşkın her halini satıyor. Satış garantili bir şey çünkü. Klişe satıyor. Biz de bu kitabı satış garantili olduğu için çıkardık. Tabi ki bu işin şakası.

-Satıyor mu peki?

Tezcan Durna: Bitti. Yok satıyor. (Gülüşmeler)

Aşkın suça dönüşmüş halini de satıyor. Tabii bunun da sınırları var. Mesela yapılmış araştırmalardan birisi, polis-adliye muhabirleriyle yapılan saha çalışmasında kadına yönelik şiddetle ilgili haberlerden hangileri habere dönüşüyor diye sorulmuş. Ağırlıklı olarak söylenen şey, en az 10-15 yerinden bıçaklanmış olması gerekiyor. Medya aşk sattığı sürece her halini üretiyor, temsil ediyor ama o üretimin kendisinde değil sorun, kadın ile erkek arasındaki eşitsiz ilişkiyi yeniden üretip üretmediğinde. Eşitsiz ilişki devreye girdiği andan itibaren kadını kötü, kurnaz ya da pasif gösteren temsiller devreye giriyor. Ticari medyada sıradan bir aşk hikâyesi insanları çok da ilgilendirmiyor. Biraz kendimize de bakmamız lazım, niye biz entrikayı, çetrefilli ilişkileri, aldatmayı seviyoruz. Medya, izleyicinin bu zaafını bildiği için klişelere dayalı, sorunlu içerikler üretmeye devam ediyor.
 

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar