'Boyunuz batsın, devletiniz batsun, hiç olmayaydunuz'

'Boyunuz batsın, devletiniz batsun, hiç olmayaydunuz'
Karadeniz’in sıra dışı sesi müzisyen Ayşenur Kolivar’ın muhafazakâr bir çevrede, muhalif bir feministe dönüşmesinin hikayesinin ikinci bölümü…

Seran VERESKALA


ARTI GERÇEK – Boğazında minik bir tulum var Kolivar’ın, şarkı söylediği zaman sesinin tınısı bedeninizden içeri giriyor, kalbinize yerleşiyor. Tutuyor elinizden, sizi dağ dağ, vadi vadi, yayla yayla dolaştırıyor. Her mola verdiğiniz bölgede başka kültürleri, melodileri, dilleri öğreniyorsunuz. Bu metafor falan değil; gerçekten kültürlerarası bir yolculuk yapıyorsunuz müziğinin vesilesiyle… Çünkü o aynı zamanda bir hikaye koleksiyoneri… Ayrıca kendisini bir aracı olarak görüyor; dağlarda koyunlarını otlatan bir Karadeniz kadınının sevdiceğine yaktığı türküyü başkalarına da ulaştırmak için mesela… Ona göre dünyaya geliş amacı buymuş.

Söyleşimizin dün yayımlanan bölümünde kendisini hiçbir zaman ait hissetmediği muhafazakâr ailesinde var olabilmek ve kendi kimliğini bulabilmek için yaptığı yolculukları ve verdiği mücadelelerden bahsetmiştik. Yeni nesil öğrencilerin hocalarını nasıl ispiyonladığına dair hikayelerde kalmıştık; şimdi de kaldığımız yerden devam ediyoruz, ama bu defa söyleşinin içine cadılar da girdi. Cadı öykülerini anlatırken Kolivar’ın mimiklerini görmenizi ve çıkardığı sesleri dinlemenizi çok isterdim.

'SOROS, DİASPORA NEREDESİNİZ?'

Bir öğrencinizin milliyetçilik dersinde söylediğiniz bir şey yüzünden sizi şikâyet etmesi çok korkunç. Konu neydi?

Bayrağı herhangi bir bez parçasından ayıran, bizim ona verdiğimiz kıymettir. ‘Benim ülkemi, toprağımı, kulübümü temsil ediyor’ dediğimizde farklı bir bağ kuruyoruz. O artık kırmızı bez değil, bizim için kutsal bir şey oluyor. Kutsal kitaplar gibi, saygı gösteriyor, yükseğe koyuyor, öpüyoruz. Bizim için artık başka bir şey oluyor" diye anlatarak düşünmesini, sorgulamasını sağlamaya çalışıyoruz, ama mümkün olmuyor. Boğaziçi’nde böyle tartışmalara alışmıştık. Ben Boğaziçi’nde müzisyen, feminist oldum, dünyaya daha muhalif çerçeveden bakmayı öğrendim, o yüzden benim için çok kıymetli, bağımı koparmamaya, faaliyetleri takip etmeye çalışıyorum.

Üniversite 'sen bir öğretmeni nasıl şikâyet edersin' dese bunların ardı arkası kesilir aslında ama üniversiteler de buna mahal veriyor.

Burada üzücü olan, üniversitelerin tavrının artık maalesef öğrenciden yana değil de iktidardan yana olması… İktidara yaranmak için "aman sorun içeride kalsın, dışarıya taşınır" diye düşünüyorlar, korkuyla.

Üniversitelerin, akademinin korku içinde olması korkunç bir problem. Ne yapsınlar, imzacıların durumuna bakın… Siz imzacıların başına gelenleri görüp, yine de imza veriyorsunuz. Çoluk çocuk da var, çekinmiyor musunuz?

Eğer her şeyden çekinirsen, bir şey yapman mümkün değil gerçi ama çekinmene rağmen bir şey yapmak çok önemli geliyor bana. ‘Barış İçin Akademisyenler’ metni imzacılarından değilim, bana gelmemişti ama sanatçıların hazırladığı barış metinlerine imza attım. Bir gazete bununla ilgili habere Kadir İnanır’la benim fotoğrafımızı yan yana koymuştu kocaman. Zaten 15 Temmuz sonrası iyice uyduruk nedenlerle birileri götürülüyor. Ben de karnım burnumda bekliyordum. Adımdan dolayı listenin de başındaydım, bavulum hazırdı, doğumu içeride yaparım diye düşünüyordum. (Gülümsüyor) 90’lardan beri bunlara alışıktık, "Kürtçe söylüyorsun, sahnede vuracaklar" diye uyarılar, tehditler vardı, garip bir şekilde hiç korkmadım. Mesela "Dersim’de konserimiz var" yazıyorum, altına "Türkiye’de Dersim diye bir yer yoktur" diye başlayıp, küfürlerle devam eden cevaplar… Merak ediyorum, sosyal medyada böyle yazılar yazan erkeklerin annesi, eşi, sevgilisi, kız kardeşi yok mu? O kadınlar, başka bir kadına böyle sözler söylediğini görmüyor mu? Benim eşim bir kadına böyle davransa ortalığı yıkarım.

Algılayamıyorlar bence. Bana en son gelen tehditlerden birinde, beni hem terör şubeye hem narkotiğe hem de erkek düşmanlığı ve ayrımcılıktan savcılığa ihbar edeceğini söyleyen biri vardı. Kafası bayağı karışmış yani.

Bana da ‘Pontusçu, Ermenici, kancık, orospu’ diyorlar. Karar verseler artık diyorum. Bir ara Soros’culukla da suçladılar, diasporadan para aldığım söyleniyordu. Kaç yıllık evliyim, evimiz yok, bankada milyon dolarlarımız yok, nerede bu para? Veriyorlarsa versinler. Soros, diaspora neredesiniz? Parayı verin, hemen alırım, en azından vatana millete faydalı bir şey yaparım. (Gülüyor)

Bir söyleşide 'İlkel dil yoktur' demişsiniz. Kürt dilini az kelimesi olduğu için küçümseyenler var akademide.

Dil bilimiyle ilgili sürekli bu konuyu konuşuyorum. Milli Eğitim Bakanı olsam, dil nedir, özellikleri nedir, işaret nedir, dilin işaretleri nasıl oluşuyor, konularını ilkokulda dilbilimsel bir yaklaşımla başlatırdım.

'KÖYDE KİMLERİN CADI OLDUĞUNU BİR EBELER, BİR DE ÖLÜ YIKAYICILARI BİLİRMİŞ'

Bir söyleşide bir anınızı anlatmışsınız, sizin yaşadığınız yerlerde Ermeni köyleri, kiliseleri vardı, buralar hep Ermenilik denir, çocuklara da 'seni gidi Ermeni' derlermiş, o ne demek?

Benim çevremde Ermenilik olumlu bir kavramdı, güzel şeyler anlatılırdı. Bizim ailede bu sevecenlikle söylenirdi ama başka çevrelerde kötü anlamda kullanılırdı tabii, hani yaramazlık yapan çocuklara "seni seni Ermeni" derlerdi. Karadeniz’de bildiğim Ermenilik ve üniversite yıllarına kadar derslerde ara sıra gördüğüm olumsuz kullanım kafamı karıştırmıştı, "Bu Ermenilik nasıl bir şey?" diye, sanki ikisi apayrı şeylermiş gibi… Karadeniz’de olumsuz anlamda bir tavır görmedim, sadece kadınlar şunu anlatırlardı, ‘Rus İşgali sırasında yaşananlardan dolayı Rus ordusundaki subaylar onları uyarmışlar; Ermeniler öç almak isteyebilir, dikkat edin’ diye… Malum 1915 sonrası. Ruslar geldiğinde kaçırılan kadınlar olmuş, kadınlar da kaçırılmamak için yüzlerine kara sürer ve saklanırlarmış. Bir tek bunlar var benim çevremden bildiğim, duyduğum, onun dışında Ermeniler hakkında en ufak olumsuz bir ifade yok aksine "bu Ermeni evi, bu Ermeni eşyası" gibi Ermenilerle ilgili güzel şeyler anlatılırdı.

Bir gün Karadenizli arkadaşlarımızın yanında 'horon tepmek' dedim diye büyük tepkiler almıştım. Horon tepilmez, oynanır diye.

Benim öyle takıntılarım yok. (Gülüyor) Dille uğraşmış bir insan olarak o kelimeyi kullanma şeklinden çok o kelimeye yüklediğin anlam önemlidir bence. "Seni gibi Ermeni" demeyi çok olumsuz bir yere de koyabilirsin ya da bizim ailede yapıldığı gibi bir sevgi ifadesi olarak da kullanabilirsin. Senin kasıtlı olarak horonla dalga geçmediğin belli sonuçta, canlarını acıtmak istediğini sanmıyorum.

Karabesk diye kullandığınız bir terim var; ne kast ediyorsunuz bu kelimeyle?

Etno-müzikolog değilim elbet ama bu Karadeniz müziği konusunda kendimce araştırmalar yapıyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. Bu bilgileri ara ara akademik işlerde de dillendiriyorum . Türk Dili ve Edebiyatın Bölümü’nün neredeyse bütün ödevlerini Karadeniz üzerine yaptım. Divan Edebiyatı’ndaki ödevim bile Karadeniz’deki cadılarla ilgili… Oradaki cadı anlatılarını Divan Edebiyatı’ndaki cadılık anlayışıyla karşılaştırmıştım.

Söyleşinin ilk bölümünde de cadılardan bahsettiniz. Karadeniz’de cadılar mı var hakikaten?

Evet, tabii ki. (Gülümsüyor) Cadı anlatıları var. Çok güzel hikayeler var. Şu Karabesk’i açıklayıp cadılara girelim o zaman. (Gülüyor) Ben müzik üzerine çalışırken, Karadeniz müziğinin çok esnek bir yapısı olduğunu fark ettim. Rap yapılıyor, Rock yapılıyor, yani reforma, yeniliğe, doğaçlamaya çok açık bir yapısı var, üstelik dileyicisi de açık. Kimse müziğimizi bozdun, katlettin, içine ettin demiyor. Bazı kültürlerin dilleri, müzikleri dokunulmazdır ya, Karadeniz müziğinde bu yok. Her ortama göre sözleri bile değiştirilebilir, bir gün Fadime’nin saçlarından bahsederken, başka bir gün o Seran’ın saçları olabilir, sözlerle, metronomla, melodiyle istediğimiz gibi oynayabiliyoruz. Dolayısıyla diğer müzikal akımlardan çok etkileniyor ve piyasanın yapısı bu müzikte anında karşılığını buluyor. Arabeskin yükseldiği dönemde benzer şekilde etkileniyor. Zaten Arabeske yatkın sözler var içerisinde, o sözleri harmanlayıp biraz da damar kısmını arttırınca benim Karabesk dediğim müzikal yapı oluşuyor.

Cadı hikayesine gelelim, aklım orada kaldı.

(Gülüyor) Çok enteresan. Bizdeki cadılar öyle çok şifacı kadın gibi değiller. Trabzon bölgesinde cadılar ve vasıfları değişiyor biraz daha ama doğu bölgelerinde cadılar çocukların ciğerlerini yiyen kadınlar; özellikle 40 gün içinde yeni doğmuş bebeklere bunu yapıyorlar. (Yüzümdeki ifadeyi görünce kahkaha atıyor) Bizim ateşi karıştırmak için kullandığımız, "egiş" dediğimiz bir demir var. Ateşin içinde o çengele benzeyen demiri kızdırıyor, o kızgın demiri çocuğun boğazından içeri sokup ciğerini çıkartıyor ve o ciğeri yiyorlar. Kanlı kanlı…

Gerçek mi bu?

(Gülüyor) Ne diyeyim şimdi? İnanışa göre cadılık anneden kıza geçiyor. Genetik bir yapı olduğu düşünülüyor. Bazı yerlerde çok ön plana çıkan özelliği olarak kuyruğu olduğu söyleniyor. Dolayısıyla köyde kimlerin cadı olduğunu bir ebeler, bir de ölü yıkayıcıları bilirmiş. Bu kişiler eğer cadının kimliğini ifşa ederlerse, cadının onlara işkence ve kötülük yapacağını bildikleri için sustukları söyleniyor. Cadılarla ilgili bin tane çeşitleme var, mesela cadıların bir okulu olduğu, okula gittikleri söyleniyor.

Hogwarts gibi…

Tabii. Cadıların eğitim için Kırım’a gittikleri hatta uçtukları söylenir. Küpe veya süpürgeye bindiklerine dair rivayetler var. Hemşin tarafında cadıların hayvanları yönetebildikleri, kendi okudukları dualarla ayıya, domuza falan bindikleri, düşman oldukları kişilerin tarlalarına saldırıp emirleri altındaki hayvanlara ürünleri yedirdikleri, istediği kılığa bürünebildikleri söyleniyor. Mesela kedi veya örümcek olabilen var. Örümcek olduğunda bacadan aşağı inebiliyor, gecenin bir vakti eve başka türlü nasıl girecek ve bebeği öldürecek? (Yine yüzümdeki ifadeden dolayı) Daha şok edici tarafı anlatayım sana; mesela senin çocuğun oldu ve cadı geldi ciğerini yedi. Kim yapar bunu? Bir yabancı olduğunu düşünürsün değil mi? Aksine en yakın olanların yapıyor bunu. Mesela kayınvalidelerin torunlarının ciğerlerini yedikleri söylenir.

Bunlar hep yaptığınız araştırmalardan ortaya çıkan hikayeler mi?

Evet. Ben anlatılanları kayıt altına alıyorum ama öyle bir anlatıyorlar ki kayıt yaptığımı bile unutuyorum. Bunlar bana nasıl anlatılıyor biliyor musun? Yaşlı bir teyze (Karadeniz aksanını kullanarak) "ha burada bir karı varmış" diye başlıyor, biri hemen bir iç geçiriyor, "kimse duymasın, yatağının altında egiş bulmuşlar" diye devam ediyor, odadaki herkes aynı anda ‘oooo’ diye bağırıyor, beni orada sen düşün artık. Ben böyle çılgın kadın ortamlarında kaydettim bu hikayeleri… Başka biri diyor ki "benim kayınvalidem de anlattı, gözüyle görmüş" falan; bir de böyle anlatıyorlar, o yüzden bana gerçek mi diye sorma… (Gülüyor) Ben o kadınların gerçeğinin içindeyim şu anda…

Bu hikayelerin anlatıldığı ortamları düşünemiyorum.

O da ayrı bir detay. (Gülüyor) Hani hava tam karanlık değildir ama güneş alçalmıştır ve hava kararmaya başlamıştır ya.

Alacakaranlık zamanı yani…

Hah, bir gün kayıt alıyorum, o sırada hava kararıyor, ışık açmayı unutmuşuz, kadınlarla o boz bulanık ortam içerisinde; kendimi birden içimden "şimdi bunlardan biri cadı çıkacak" diye geçirirken buldum.

Ortam da müsait, doğanın ortasındasınız.

Cadılar, cinler, oburlar, karakoncoloslar, hipilikler gibi Karadeniz’in bir sürü doğaüstü yaratıkları vardır.

Hipilik nedir, oburlar kimdir?

Türkçe’de o ‘ağırbasan’ olarak geçiyor. Gece uyurken üstüne biner, boğmaya çalışır; hipilik bastı, hipilik geldi diyorlar. Onlarla ilgili hikayeler var. Obur, ruh yani hayalet demek… Ruhların çıkıp dolaştığına inanıyorlar. Böyle hayalet hikayesi çok duyarsın oralarda. Bazı bölgelerde vampir gibi de algılanıyor.

İlginç olan ne biliyor musunuz, böyle habitatlarda böyle hikayelere çok sık rastlanıyor; mesela İrlanda’ya gittiğimde, Sligo’da ormanın içinde bir evde kalıyorduk, orada da orman cinlerinden, cüce Leprikonlardan, Banshee yani ölüm perilerinden falan bahsedilmişti. Sanırım bu tamamen doğayla iç içe yaşamaktan kaynaklanıyor.

Zaten kültürler çok benziyor, benzer hikayelerin anlatılmasına çok şaşırmadım. Orada da bir sözlü kültür geleneği de var; Kelt kültürü sonuçta… Yine de hâkim olmadığım konular, o yüzden sadece bu hikayelerin coğrafyalara göre benzerlik göstermesi normal geliyor bana temel insani korkulara, arzulara karşılık geliyor .

Bu hikayeler, kültürler, yaşadığımız duygular aslında hepimizin birbirimize ne kadar benzediğini göstermiyor mu?

Kesinlikle. Sana ‘Bahçeye Hanımeli’ albümüm için aldığı en güzel iltifatı söyleyeyim, "Çok yerel ve çok evrensel…" Yani tam da benim müzikte yapmaya çalıştığım şey bu. Mesela biz Lazca şarkı söylediğimizde, bu da dil mi, üş beş kişinin kullandığı şey dil mi yani diye tepkiler geliyor bazen ya da yakın çevremden "niye Lazca söylüyorsun ki, sesin de güzelmiş, yazık sana, pop söylesen daha ünlü olurdun, para kazanırdım" diye tepkiler geliyor; benim derdim bunlar değil işte, benim derdim Karadeniz’de belki Kaçkarlarda dağın tepesinde çimen biçerken yorulmuş, terli terli oturmuş, şöyle eliyle terini silerken sevdasını hatırlayıp, ona türkü yakan kadının o anki duygularını herkese duyurmak… Bu benim için bir görev gibi. Belki de dünyaya geliş nedenim… Ben bunu Alaska’da verdiğim bir konserde 60’larındaki siyahi bir adamla beyaz bir kadının, şarkımı dinleyerek aşkla birbirlerine sarıldığında anladım aracı olmanın ne kadar önemli olduğunu…

Sözlerini anlamadıkları halde hem de…

Evet. ‘E Asiye’ diyorum ve o çift bir sevda türküsünden söz ettiğimi anlamış gibi birbirlerine sarılıyor. O kültür maalesef ülkemizde çok az; illa ne diyor, ne diyor diye anlamaya çalışıyoruz. Kendimizi duygularımızın akışına bırakamıyoruz, ne dediğini bilmek zorundayız.

Fransızca bir şarkı olduğunda aynı tepki gösterilmiyor.

Yahu, İngilizce bilsen bile şarkıyı tam anlayan azdır. Mesela ben Fado’ya (Portekiz halk müziği türü) bayılıyorum. Onu dinlerken aklıma bir kere bile, ne diyor acaba gelmiyor çünkü o anda bana hissettirdiği duygu önemli.

Tüylerimi diken diken eder o müzik; Amalia Rodrigues en sevdiğim solistlerden…

(Gülüyor) Rodrigues, Mariza… Çok etkiliyor beni çünkü tutku var içlerinde. O şarkıları dinlerken duyguların o kadar ön plana çıkıyor ki, ne dedi şimdi bu aklına gelmiyor.

'BEN KENDİMİ DİREK ANARŞİST, SOLCU, ŞU BU DİYE ADLANDIRAMIYORUM ÇÜNKÜ BİR TANE ANARŞİZM ANLAYIŞI YOK, BİR TANE SOL ANLAYIŞI YOK'

Newroz kutlamalarında da konser veren sanatçılardansınız. Bu yüzden de tepkiler almaya devam ediyorsunuz.

Çocukken görüşlerimin uyuşmadığı bir aile içinde büyümüş olduğum için, davranışlarıma hiçbir zaman onay beklemedim. Görüşlerimin başkaları tarafından onaylanması benim önceliğim değil. Newroz bir bayramdır, bu bayramın kutlanması kadar doğal bir şey yok. Şimdi bir proje yaptık, bu projede çalışan kimi insanları projeye katılmalarına ikna etmek için 2-3 kere toplantı yapıp 2-3 saat dil döktüm. Bu projeyi ilk anlatmaya başladığımda söylediğim birçok insan duymamazlıktan geldi, sonrasında yapılan işin önemini kavradılar. Ben o kadar inatçıyım ki, bir şeye inanıyorsam, kimse beni kolay kolay döndüremez. Bu aslında sıradan inat değil, birileri ile çalışırken onların isteklerine uymaya çalışırım, ancak ilkelerden ve doğru bulduklarımdan asla taviz vermem.

Karadeniz müziği Kazım Koyuncu’dan sonra atağa geçti, bu yadsınamaz bir gerçek, ama hala erkek isimleri önde. Halbuki Karadeniz anaerkildir, annelerin sözü ferman gibidir. Kültür mü ağır basıyor?

Serpil Sancar diye çok kıymetli bir hocamız var, Aksu Bora ve Serpil Hoca ile Mardin Kızıltepe’de "Kadınlar Toplumsal Barışı Tartışıyor" diye bir sempozyumda beraberdik. Arada beraber sohbet ederken dedi ki: "Tamam kadınlar güçlü. Bunun sosyolojik nedenleri var, erkekler gurbette, ortamda çok fazla erkek yok, bütün işleri kadınlar yapıyor; gurbetten geldiğinde de ‘aman evin erkeği gelmiş, hadi dinlensin’ diye yine bütün işlere kadınlar koşuyor falan ama aldıkları kararlara baktığında yine o ataerkil yapının devamını onaylayan kararlar alıyorlar." Dolayısıyla evet Karadeniz kadını güçlüdür ama anaerkil diyemiyorum çünkü içinde yaşıyorum ve öyle hissetmiyorum. Teorik olarak öyle bir bakışım da yok, oradaki ataerkil bakışı analiz edebilecek; bundan dolayı Serpil Hoca’nın görüşleri benim için çok ufuk açıcı olmuştu, Karadeniz’deki kadınlık hallerini anlamamda.

Karadeniz’deki bütün protestolarda, eylemlerde hep kadın en öndedir ve en çok onların sesi çıkar.

Kesinlikle öyle. Karadeniz’e has bir yapıdır, kadınlar zorlu doğa koşullarıyla mücadele etmeye alışıklar ve onlara ait bir şeye dokunmaya kalktığında ilk önce en önde o güçlü kadınları görürsün, çünkü kadınlar doğayla çok iç içedir. Ama bu erkeğin iktidar olduğu gerçeğini değiştirmiyor maalesef. Bak, ortaokuldayken bir gün bulaşıkları yıkıyordum, böyle yavaş yavaş, ağır ağır, köpükleri sıyıra sıyıra, şarkılar söyleye söyleye… Anneannem geldi dedi ki: "kadın dediğin ateş parçası gibidir. Fıtı fıtı beş dakikada yapıp, hop hepsini temizleyeceksin." Ben o günden sonra hızlı olmaya çalıştım hep. Evet, güçlüyüz, cevvaliz ama verdiğimiz kararlar gerçekten kadınların toplumdaki yerini sorgulayan, onları başka bir yere taşıyan, ciddi bir kadın dayanışmasını örgütleyen kararlar değil. Anneler, anneanneler hep o erkek iktidarını onaylayan kararlar veriyorlar. "Bir kere de kalkıp, kocana bir çay koyduğunu görmedim" diye kızarlar mesela. Çayı niye ben koyacakmışım ki? (Gülüyor)

Karadeniz kadınının ‘anarşik’ bir yapısı vardır ya, sizin yazdığınız ‘Boyunuz Batsun, Devletiniz Batsun, Hiç Olmayaydunuz’ şarkısıyla anarşizmi anlatmışsınız.

John Cage için yapılan 100’üncü doğum günü için Borusan Sanat’ta, müzisyen arkadaşlarımın organize ettiği bir etkinlikti. John Cage Song Books adlı eserinin içindeki bir şarkı, anarşizmin önemli isimlerinden Henry David Thoreau’nun ‘Sivil İtaatsizlik üzerine Yazılar’ adlı eserinin ilk paragrafından alınmış sözlerden oluşuyor. Aslında bir beste var , ayrıca tarif ediyor, şarkıcı bu şarkıyı şöyle okur diye ama sonuçta yorum tamamen sana kalmış; senin yaratıcılığına... Ben de dedim ki "anarşizmle ilgili bir metni İngilizce okumak hiç benle alakalı bir şey değil ama ben bunu alıp Karadenizli bir kadın olarak okuyabilirim." Karadenizli kadınlar nerede ‘anarşiklik’ yapıyorlar? Hes eylemlerinde… Ben de kendimi çevreci ve yaşlı bir kadın olarak düşündüm ve tam o sırada gözümde bir fotoğraf belirdi. Senoz' da sembol olmuş Gürgenli. İsmail Akyıldız diye bir arkadaşımız vardır, onun 'Gürgenli' diye bilinen bir nenesi var. Gürgenli Nine ile geçirdiğim vakti, onun konuşmalarını hayal ettim. Bütün bu sözleri Gürgenli Nine'nin dilinden duysak nasıl olur diye düşündüm ve metni Lazca’ya çevirttik, üzerine ben de bir şeyler ekledim. Şevket Akıncı ve Gökçe Akçelik ile beraber yapmıştık bu performansı, John Cage'n fikrini kendimizce yorumlamış olduk.

Siz kendiniz için anarşist diyebiliyor musunuz?

Ben kendimi direkt anarşist, solcu, şu bu diye adlandıramıyorum çünkü bir tane anarşizm anlayışı yok, bir tane sol anlayışı yok. İnsanların yaftalaması olarak dersen, sen ne kadar kaçsan da onlar seni her türlü yaftalıyorlar. Bir kaçışın yok.

Anlıyorum sizi, mesela trans-aktivisti bir akdaşım; LGBTİ demekle biz kendimizi yaftalamış olduk demişti.

Doğru. Onu yaşamak daha önemli, o değerleri yaşamak, onlara inanmak daha önemli. Ayrıca onları da sabit değişmez şeyler olarak görmemek, sorgulamak gerekiyor. Sonuçta ben şimdi kendime anarşist diyemem çünkü anarşizmin tarihinde kadınlarla kurduğu ilişkiyi biliyorum. Bilmek de ayrıca acı bir şey, hele de tarih okumak çok kötü bir şey. Eğer kendim için ille bir şey diyeceksem, gönül rahatlığıyla diyebileceğim tek şey; feministlik. Çünkü o benim için her an her koşulda yeniden var olabilecek, kendini yeniden tanımlayabilecek, bir varoluş şekli...

Ben de erkeklerin feminist olması gerektiğini düşünüyorum, özellikle şu son yıllarda rakamları korkunç boyutlara ulaşan kadın cinayetlerinden sonra... Bizim tarafımız belli zaten, onlar feminist olmalı.

Bu ataerkilliğe karşı bir mücadele ise pek çok erkeğin yanımızda olması gerekiyor. Onların da mücadele vermesi gerekiyor. Şu an baktığında kadınlar ölüyor. Ataerkillikten mağdur olan kesim kadınlar ama erkeklerin mağduriyeti de çok fazla. Ataerkillik nedeniyle, sorgulayan, hisseden, anlamaya çalışan, daha özgürlükçü ve eşitlikçi olmaya çalışan erkek için de çok zor bir dünya. Yani bu hepimiz için bir kurtuluş; ataerkilliği biraz kırmak, delmek, bozmak... Tamamen yıkmak demiyorum o belki daha uzun vadeli bir mücadele ama şöyle bir dürtmek, biraz kırmak gerekiyor.

Bir yıl içinde 400’den fazla kadın öldürülüyorsa, bu bir cins kırımıdır diyorum artık.

Bu sadece kadın cinayetleri adı altında tartışarak da aşılabilecek bir konu değil, böyle bir yere varılmıyor. Bu konu tek unsurdan ele alınmamalı. Şiddet kavramını toplumda farklı boyutlarıyla ele almalı, annenin çocuğunu dövmesini de yani çocuğa uygulanan şiddeti de,eğitimdeki şiddeti de bütün olarak ele almalıyız. Daha evvel de şiddet vardı tamam ama bu kadar görünür değildi. Bunlar çok ciddi sosyolojik çalışmalar yapılarak, doğru analizlerle, çözülmesi gereken, uzun vadeli şeyler maalesef.

'HAYATIMDA YAPTIĞIM EN POLİTİK İŞ, ÇOCUKLAR İÇİN YAPTIĞIM SON PROJEMDİR'

Hazır ismi geçti, şunu da sorayım; birisi sizin için "Kolivar, Kazım Koyuncu'nun halkların barışı için verdiği mücadelede mirasını devraldı" demiş.

Bu miras meselesi anlayışını çok hoş bulmuyorum. Bir sürü insan bunu söylüyor; "biz Kazım'dan sonra seni koyduk onun yerine" gibi söylemleri... Yaptığım müzik ve müzikal yaklaşımım genel olarak farklı. Kendi duruşumu ve kimliğimi geliştirmem açısından iyi bir şey değil bu söylemler. Yani bunu bir sürü insan olumlu bir şeymiş gibi görüyor ama bence genç müzisyenlerin önünü de kapayan bir şey bu yaklaşım. Bir gün Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde bir etkinlik yaptık. Haziran ayına denk geldiği için kültür merkezinden Kazım Koyuncu'yu da analım dediler. O zaman konserin 2’nci bölümünde, sevdiğimiz Karadenizli müzisyen arkadaşlarımızı da çağıralım, herkes Kazım için bir şarkı söylemiş olsun dedik. Çok güzel bir konserdi.

Açık Radyo’dan arkadaşlar da geldiler ve röportajlar yaptılar. Orada o konser heyecanıyla, "Kazım, Mozart değildi." demiştim. Kazım'ı öyle bir yere koyuyorlar ki Kazım görse gülerdi herhalde onlara, gerçekten gülerdi. Çok kıymetli bir müzisyen, yetenekli bir genç insandı elbette ama ben Kazım'ı bir müzisyen olarak değil, arkadaşım olarak özlüyorum. Kazım tabii ki çok kıymetli; hele Kürtler için gerçekten kıymetli… Kürt gençlerin ona ne kadar önem verdiğini biliyorum. Kızıltepe'de festivalde, müthiş bir kalabalığın 'Didou Nana'yı nasıl söylediğini hiç unutamıyorum. Sonra Cizre'de gençler bana, "Abla, biz Kazım abinin mezarına gittik" dediler. Bölgedeki gençler Karadenizlilerin onlardan nefret ettiğini düşünüyordu. Bana gelip, 'Abla Karadenizliler niye bizi sevmiyor?' diye sorduklarında, "Ben seviyorum, ben buradayım ve benim gibi pek çok insan da var" demiştim, sanırım bundan dolayı öyle bir mirası ben devralmışım gibi oldu. Diyarbakır'a, Dersim'e farklı yerlere gittik. Daha fazlasına da iptaller nedeniyle gidemedik.

Eskiye gideceğim; 2010’da Orhan Tekelioğlu’nun çektiği, birçok ödül kazanan "İfakat / Uçuruma Yürüyen Kadınlar" belgeseli, bir dramın üzerinden Karadeniz kadınlarını anlatıyor. Müziğine bayıldım doğrusu ve siz yapmışsınız müziği… O proje size nasıl geldi?

Çok enteresandır, ‘Yüreğine Sor’ filmi müzikleriyle uğraşıyorduk o sırada, sadece iki gün ve iki gecemiz vardı müziği yapmak için. İlk gün film ekibiyle bir masa başı çalışması yapmakla, -ben alternatif müzikler götürmüştüm- onları dinlemekle, hep beraber üzerinde tartışmakla geçti. İkinci gün kaydı yaptık ve müzik öyle ortaya çıktı. Aslında o hikaye için kafamda çok daha güzel müzikler vardı ama kayda müzisyen çağıracak vaktim bile yoktu. En minimal ne yapabiliyorsak onunla yaptık, güzel bir şey ortaya çıktı.

Helesa devam ediyor mu?

Etmiyor maalesef. ‘Helesa’ aslında bir müzik grubundan çok Karadeniz kültürü üzerine araştırmalar yapan, düşünen, tartışan ve bunu sahneye taşımaya çalışan bir ekipti. Bence çok politik bir ekipti çünkü sen kenttesin ve sana dayatılan kültürü reddedip, kentte yeni bir Karadeniz kimliğinin oluşumunda kendi iradeni kullanmak istiyorsun. Kültür piyasasının sana dayattığı müziği değil, kendi müziğini üretmek istiyorsun, kendi eğlence anlayışını üretmeye çalışıyorsun. Helesa'da herkes müzisyen değildi. Öğretmen de vardı içinde öğrenci de… Evlilik, doğum, askerlik gibi nedenlerden dolayı bir dağınıklık süreci oldu. Helesa bitti diye bir şey yok ama, belki iki gün sonra yine Helesa olarak bir şeyler yaparız.

Önümüzde neler var?

Benim şu an yaptığım, hala devam eden, bir çocuk şarkıları projem var. O proje benim için çok çok kıymetli. Hayatımda yaptığım en politik iş diyebilirim çünkü hayal ettiğin, böyle olmalı dediğim şeyler için artık yaşım geçti, belki ben görmeyeceğim ama bu hayalleri çocuklarımıza göstermeliyiz. Benim kızım çok fazla tablet ve telefon kullanan çocuklardan… O tabletle sürekli İngilizce şarkılar dinliyordu. Keşke Lazca da dinlese dedim. Sonra "Otururuz, çevirisini yaparız, bir araya geliriz ve kaydederiz" diye düşündüm. Benim için müzik yapmanın en zor kısmı; müzik piyasasıyla ilişki kurmak zorunda olmak! Diyelim konser vereceksin, salonla ilgili ilişkilere giriyorsun, albüm çıkaracaksın, yapımcıyla görüşmen gerekiyor. Yani sen ne kadar muhalif bir iş yapıyorum desen de aslında o sistemin içinde oluyorsun.

Bu projeyi biz kendi olanaklarımızla yapıp, internette paylaştık. Böylece daha kıymetli de oldu benim için. Onur Şentürk’le bu projeyi hazırladık. O küçük düzenlemeler yaptı. Bir sürü arkadaş ucundan tuttu. Kendi imkanlarımızla kaydettik. Sonra baktık ki biz projeyi çıkarmadan, arkadaşlarımızın çocukları şarkıları söylemeye başladı, çok duygulandık. O an anladık doğru yolda olduğumuzu… Bir şirketle anlaştık, şimdi Spotify'e koyacağız şarkıları... Dört şarkıyı ilk başta üç dilde yaptık, şimdi iki dil daha ekliyoruz. Lazca, Hemşince, Gürcüce vardı, üstüne Karadeniz Rumcası ve Çerkesçe ekliyoruz. Küçücük bir fikirdi ama şimdi kocaman bir projeye dönüştü. Youtube'de Zeycan Alkış’ın hazırladığı çok güzel bir klipimiz var. Normalde bunu söylemem ama bu gerçekten gelecek adına çok güzel bir umuda dönüştü bizim için.

Öne Çıkanlar