Belgeselci İlham Adar Bakır: Önce yaşanan acıları belgelemek istiyorum

Belgeselci İlham Adar Bakır: Önce yaşanan acıları belgelemek istiyorum
Ödüllü belgesel yönetmeni İlham Adar Bakır, Artı Gerçek’e ilk kez hayatı ve çektiği belgesellerle ilgili çok çarpıcı öyküler anlattı.

Seran VERESKALA


ARTI GERÇEK – Son yıllarda sinema sektöründe Kazım Öz, Yüksel Yavuz, Müjde Arslan, Özay Şahin, Ferit Karahan, Miraz Bezar gibi genç ve orta nesil Kürt yönetmenlerin atağa geçmesi, özellikle tarihe not düşmek için çektikleri belgesellerle ödül üstüne ödül kazanmaları çok dikkat çekmeye başladı.

Bu konuyla ilgili geçenlerde Ortadoğu Sinema Akademisi Derneği’nden Mehmet Hadi Sümer, Bianet’ten Nilay Vardar’a verdiği röportajda şunları söylemiş: "Yıllarca kendilerini ifade edemeyen Kürtlerde, tarihsel gerçekliklerini belgelemek için belgesel sinemaya ciddi bir yönelim var. Genç sinemacılara şu anda kurmaca film çekmek lüks geliyor; önce yaşanan acıları belgelemek istiyor. Kürtlerin tarihini anlatan bu belgeseller, Türk halkıyla ortaklaşmaya da hizmet edecek."

Geçtiğimiz Ekim ayında düzenlenen, 56’ıncı Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen Antalya Film Forumu'un ‘Work in Progress’ kategorisinde, yönetmen İlham Adar Bakır’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Anne: Sınırı Geçtin’ isimli belgeseli ödül kazandı.

BİR BELGESELİN PEŞİNDE 4 YIL

Ödül almasına rağmen belgesel hala bitmemiş durumda aslında; yönetmeni bu hikâyeyi tam dört yıldır çekiyor çünkü sadece isminin bile insanda bir merak uyandırdığı hikâye hala devam ediyor. Konusu, 17 yaşında dağa çıkan oğlunu 25 yıldır görmeyen 84 yaşındaki bir annenin, dağdaki oğluna üşümesin diye kıyafet yollamaya çalıştığı için, örgüte yardım ve yataklık gerekçesiyle hapis cezası alması; yaşı sebebiyle de ev hapsine mahkûm edilmesi…

Belgesel hakkında biraz bilgi edindikten sonra, ismini ilk kez duyduğum yönetmeni biraz daha tanımak istedim ama hakkında çok fazla bilgiye ulaşamadım. Bir röportaj yazarı olarak en sevdiğim şeylerden biri de alanlarında tanınır olmalarına rağmen haklarında çok fazla bilgi olmayan kişilerle söyleşmek tabii. Bir insanı keşfetmek değil sadece bunun sebebi, okuyucuların bu bilgilere ilk kez benim aracılığımla ve çalıştığım mecra sayesinde ulaşacak olmaları da ayrı bir heyecan. Ayrıca bu söyleşiden sonra kişinin kendisiyle röportaj yapacak diğer gazetecilerin, hakkında bilgi almak için bizim söyleşiyi kullanacak olmaları da cabası…

GERÇEK HAYATLARDAN YOLA ÇIKAN BİR HİKAYE ANLATICISI

İlham Adar Bakır, Bitlisli. 68 doğumlu. Annesi Sinoplu bir Türk, babası da Bitlisli bir Kürt… İki dille birden büyümüş. Sıkı bir feminist olan annesinden bahsederken kahkahalar atıyor ama babasını iki yıl evvel kaybettiği için onu anlatırken boğazına bir düğüm oturduğunu fark ediyorsunuz. Çok kalabalık bir ailede büyümüş. Anne babası dahil aralarında hapse girmeyen kalmamış. Uzun yıllar öğretmenlik yapmış ama KHK’dan dolayı mesleğinden men edilmiş, üç yıldır yurtdışına çıkış yasağı var. Ödül alan belgeseli Marakeş’teki çok önemli uluslararası bir atölyeye seçilmiş ama filmini kendi götüremiyor. Sinemayla tanışma öyküsü hayli ilginç ama belgesellerini çekerken başına gelen hikayelerin bazıları kanınızı donduracak kadar şok edici…

Kendisini yönetmenden ziyade öykücü olarak nitelendiriyor, kendi deyişiyle biraz da sinemanın öykü anlatmadaki o sınırsız imkanlarını keşfetmesiyle başlamış yönetmenliğe. Gerçek öyküler anlatmayı çok sevdiği için belgeseller çekiyor. Mezopotamya coğrafyasındaki halkların, büyü yapmak amaçlı bedenlerine nakış gibi işlediği dövmelerin hikayesini anlattığı ilk belgeseli ‘Beden Ayetleri’nin, içindeki büyülü öykülerden dolayı bambaşka bir tadı var. "Ekmek Kir Tutmaz" isimli ikinci belgeseli ise ötekilerin de ötekisi Tepecik çingeneleriyle ilgili… Karşımdaki bir hikâye anlatıcısı olunca, haliyle söyleşi de birbirinden lezzetli ve enteresan hikayelerden oluşan bol kahkahalı bir sohbete dönüştü. Hayatıyla ilgili detaylara dünkü söyleşimizde yer vermiştik, bugünkü ise tamamen yönetmenliği ve çektiği belgesellerle ilgili…

'BENİM SİNEMA ANLAYIŞIM, SÖMÜRGE VE MAĞDURİYET SİNEMASINDAN ÇOK DİRENİŞ SİNEMASINA DAHA YAKIN'

Kürt yönetmenler son yıllarda inanılmaz bir şekilde atağa geçti. Kürt Sineması diye bir oluşum var mı?

Ben ulus merkezli bir sinema tanımını çok doğru bulmuyorum. Belki coğrafya ya da kültürel bazlı tanımlamalar daha doğru olur; Kürdistan Sineması gibi… Kürtler için önemli bir ifade alanı sinema, dolayısıyla gençlerden de sinema üretimine karşı çok yoğun bir ilgi var. Henüz elimizde bir arşiv yapacak kadar yeterince film oluştuğunu düşünmüyorum. Birtakım doneler oluşmuş durumda ama dediğim gibi yeterli değil! İzleyebildiğim Kürt filmleri hakkında şöyle bir tasnife gidiyorum; sömürge sineması, mağduriyet sineması ve direniş sineması olarak üç tip sinema geliştirildi. Sömürge sinemasıyla kastım, daha çok Türklere yakın, Kürt kimliğini Türklüğe mal eden, Yılmaz Erdoğan gibi isimlerin yaptığı filmler… Mesela ‘Vizontele’ Kürt coğrafyasında geçer, bütün hikâye de oraya aittir ama bunu Türkçe yapar. Mağduriyet sinemasında, Kürtleri sürekli ah vah eden, çaresiz, direnmeyen insanlar olarak gösteren, çok dövüldük çok ezildik çok öldürüldük gibi duyguların hâkim olduğu bir mağduriyet vardır; bu da sömürge sinemasına hizmet eden bir şey. Direniş sineması da yine Kürtlerin maruz kaldıkları bütün o baskılara ve acılara da işaret eden ama aynı zamanda ajitasyon yapmayan, aksine ne kadar baskı varsa, o kadar direnenin de olduğunu kurgulayan ve gösteren sinemadır. Kendi sinema tarzımı biraz daha direniş sinemasına doğru geliştirmek istiyorum. Bu sadece Kürt kimliğiyle ilgili bir şey değil, bütün sömürülen ve devasa sistemin ezdiği insanlık hallerine dair bir söz söyleme sanatıyla ilgili…

Yönetmenlik nasıl başladı?

Sinemaya İzmir’deki Mezopotamya Kültür Merkezi’nde başladım. Kazım Öz, Özcan Alper, Hüseyin Karabey gibi isimler hep İstanbul’daki merkezde başlamışlardı. Aslında ben hala kendimi yönetmen olarak tanımlamıyorum. Hikâye anlatmayı seviyorum sadece… Hikâye anlatırken mecburen bir araç kullanmak zorunda kalıyorsun, film de benim için bir araç. Filmi bir araç olarak kullanınca da size yönetmen diyorlar ama bence film sadece bir yönetmenin ürünü değildir.

Yönetmen egosu olmayan bir yönetmen ilk kez görüyorum.

(Gülüyor) Bende de vardır mutlaka, İlham Bakır’ın filmleri dendiğinde hoşuma gitmiyor değil tabii. Bir cazibesi var elbet. Benim bu işin en sevdiğim taraflarından biri, filmden sonra insanlarla söyleşmek… Üç belgesel ve iki kısa filmim var. Hala üzerinde çalışmaya devam ettiğim, yarım kalmış filmlerim de var ama dedim ya, gerçek hikayeler üzerinde çalışmayı seviyorum. Belgesel bu anlamda benim için biçilmiş kaftan.

VE İLK BELGESEL BÜTÜN ZORLUKLARA RAĞMEN ORTAYA ÇIKAR; ‘BEDEN AYETLERİ’

Beden Ayetleri’ni izledim ve oradaki hikayeleri, hikayeleri yansıtma şeklinizi ve gösterişten uzak sadeliğini çok sevdim.

O benim ilk belgesel filmim. Hikâyenin konusu insanların bedenlerine yaptıkları dövmeler… Hikayesi çok güzel ama o film yüzünden çok şey geldi başıma, bayağı ağır şeyler yaşadım. Filmi Urfa’da Mardin’de Adıyaman’da, bir kısmını Suriye’de çektik ve o süre boyunca çok göz altına alındık.

İzniniz mi yoktu?

İznimiz vardı. O zaman izinler Kültür Bakanlığı’ndan alınıyordu ve ülke geneli veriliyordu. Artık öyle değil. Belli yani, dövmeleri çekiyoruz ve başka hiçbir şey yok içinde. Viranşehir’e gittik ilk, çünkü dövme konusunda hem çok zengin bir yer hem de içinde Araplar, Kürtler, Ezidiler, farklı inanç grupları da var. Çok az bir bütçemiz olduğu için öğretmen evinde kalıyoruz. Mülki amirlere yani kaymakamlığa ve emniyete haber verdik çekim yapıyoruz diye. Akşam çekim hazırlıkları yaparken bir ekip yanaştı, bizi kaymakamlığa götürdüler. Sorular sordu işte.

Neler sordu mesela?

Dövmelerle niye ilgilendiğimi sordu kaymakam. Anlattım ben de; bütün dünyada dövmelerle ilgili hikayeler var ama Mezopotamya’da dövmelerle yapılmış hiçbir çalışma yok, bu bayağı eski bir gelenek, bana ilginç geliyor, diye… Ben dövmeyi hep gençken yapılan bir şey diye bilirdim ama Mardin’de 70 yaşındaki kadınların da dövme yaptığını görünce çok şaşırdım ve hikayelerini anlatayım dedim, dedim. İznim de var biliyorsunuz dedim. Kültür Bakanlığı’nın sana izin vermiş olması benim de sana izin vereceğim anlamına gelmiyor, dedi. Burası başka bir ülke, siz burayı bilmezsiniz, dedi.

Başka bir ülke?

Tabii tabii. Ankara’dan birileri izin verecek, siz de buralarda canınızın istediği gibi dolaşacaksınız, yok öyle bir şey, dedi. Polis gelirse insanlar bizimle konuşmaya çekinir dedim, halkımız niye polisten çekinsin, halkımız polisi sever, dedi. Bunun polisi sevip sevmemekle bir ilgisi olmadığını anlatamadım, ayrıca bizim güvenliğimizi sağlamak zorundalarmış zaten vs. ve çekimlere giderken yanımıza polis verdiler. Şimdi oradaki partiler bize ilişki sağlıyorlar, bizimle polis otosu gelince insanlar bizim ne olduğunuzu anlamıyorlar tabii. Tedirgin oluyorlar haliyle.

Ne yapıyorlardı peki, bütün çekimleri izliyorlar mıydı?

Telsizle devamlı rapor veriyorlardı. Komiserim şu anda tripodu yere koydu, kamerayı üstüne koydu, şimdi düğmeye bastı, şimdi kapattı. Böyle an be an rapor veriyorlardı. Telsizlerini kapatmalarını ve biraz uzaktan bizi takip etmelerini istedim çünkü ses çekime giriyordu. Üçüncü gün artık dayanamadım, köye gidip çekimleri yapmaya karar verdik. Bir Ezidi köyüne gittik. Tam ilçeye döndük, jandarma bizi aldı. Bölük komutanı, "ne yapıyorsunuz, ta oralardan buralara gelmişsiniz, niye bu kadar uğraşıyorsunuz, dövmeyi çekip ne yapacaksınız" falan diyor. Açıklıyorsun işte, sinemacıyız, film çekiyoruz, bu konuda bir merak saldık, o yüzden geldik falan… (Gülüyor) Bak şimdi ben sana bir yardımcı vereceğim, seni öyle yerlere göndereceğim ki ne dövmeler var orada dedi ve birini aradı. MHP ilçe başkanı, Arap bir köy korucusu geldi. Araplar biraz MHP’lidir orada. Yanımıza sivil bir uzman çavuş da verdi ve gittik bir Arap köyüne.

Hakikaten kadınlarda ne dövmeler var ama köy bayağı bakımsız. Lağım akıyor ortasından falan ama köye öyle arabalar giriyor ki, aklın durur yani. Pis işler dönüyor, belli yani. Çekimler bitti ama uzman çavuş da habire "şurada bir mağara var, oraya da gidelim" diyor. O mağarada bunların yüzlerindeki dövmelere benzer şekiller var diyor. Orayı çekmeyi çok istiyorum ama adamın bu kadar yardımcı olması da bana biraz tuhaf geliyor hani. Hayatın olağan akışına ters bir kere… (Gülüyor) Yanımızda ışık yok şimdi diye geçiştirmek istedim; adam, "hocam hiç sorun değil, biz cipleri çekeriz oraya, farları bir vurduk mu sana gündüz gibi olur falan" diyor. Ben olmaz dedikçe bir ısrar bir ısrar… Korkuyorum resmen, infaz mı edecekler ne diye düşünüyorum, çünkü o normal bir ısrar değil. Bir şekilde oradan çıktık ve Urfa’ya gittik. Orada da herkesin bir mağarası vardır, erkekler toplanıp alem falan yaparlar.

Sıra geceleri gibi mi?

Evet ama farklı da olabilir. Çarşıda birileriyle konuşuyoruz bunun için, bir mağaraya gideceğiz, orada bir çekim yapacağız, ona erbane çaldıracağız falan ama karşımızda duran bir halıcı bize kaş göz işareti yapıyor devamlı, gitmeyin diye. Dedim herhalde ekipte kadın arkadaşlar var, o yüzden. Kadın arkadaşlar gelmeyecek dedim konuştuğumuz kişiye, ya yok kadınların orada ne işi var gelmesinler dedi adam ama baktım halıcı hala bize işaret yapmaya devam ediyor. Biz vazgeçtik mağaraya gitmeye ama gittim halıcının yanına "hayrola, sen niye bu kadar telaş yaptın" dedim. "Ya abi, başınıza iş alırsınız, bunlar oğlancıdır, kulamparadır, gitmeyin onlarla bir yere, valla tecavüze uğrarsınız orada" dedi. İlk kez bir erkek olarak tecavüze uğrayacağım ihtimali belirdi ve resmen çekindim yani ve mağaralardan uzak durduk, oralara hiç gitmedik… (Gülüyor)

Halıcı da iyi ki çıkmış karşınıza…

Sorma gitsin. İyi ki çıkmış gerçekten.

Başınıza bu kadar olay gelmiş ama belgesel de şahane olmuş doğrusu. Ne kadar ilginç hikayeler vardı içinde. Farklı halkların dövmeler hakkında anlattığı hikayelerin ortak noktası; üstlerine kuma gelmemesi için dövmeyi bir büyü niyetine kullanmak… Hatta bir kadın kuma gelmesin diye dövme yapmıştım ama sonra kendim kuma gittim diye bir hikâye anlatıyor.

Tabii çünkü kuma gitmek kuma gelmesinden daha muteber bir şey, ikinci kadın daha değerli oluyor. Zaten bu dövmelerin yapılma amacı bir nevi büyü yapmakla eşdeğer. Büyüsel, törensel bir yapısı var; bildiğiniz büyü bu. Bir dilek tutuyorlar dövmeyi yaparken… Dileklerin çoğu da birbirine benziyor. Mesela kız bebek doğuran bir kadının sütü ya da hayvanın ödü katılıyor malzemeye ve delici aletlerle bedene işleniyor. Büyük ihtimalle bu gelenek ana tanrıça döneminden kalma bir gelenek. Dikkat ettiyseniz figürler hiç stilize olmamış. O büyüsel gücünü kaybetmesin diye stilize edilmeden, olduğu gibi geçmişten günümüze gelmiş. 10 bin yıllık bir geçmişi var, Mezopotamya’da en erken 10 bin yıl evvel bir mumyanın ense kökünde bir dövme tespit edilmiş. Çok derinlemesine araştırma yapmıştım bu konuda; Tahiti veya Uzak Doğu ülkelerinin dövme tarihlerini falan okudum bu film için, müthiş bilgiler yakalamıştım yine de dövme geleneğinin derinliğini ancak kurguya oturduktan sonra farkettim. Gidip yeniden çekebilecek enerjim olsa, tekrar yapmayı çok isterdim çünkü bu biraz amatör işi gibi oldu. Hatta National Geographic filmi çok beğendi, fakat çekim kalitesini biraz düşük buldu, yeniden çekmemi istediler ama yaşadığımız onca olumsuz olaydan sonra filmi tekrar çekecek enerjiyi bulamadım açıkçası.

Ben görüntülerde ve ışıkta yer yer problemler olduğunu farkettim ama bunu özellikle yaptığınızı düşündüm açıkçası.

(Gülümsüyor) Hiç özellikle öyle bir şey yapmadım çünkü bir belgesel nasıl çekilir hiçbir fikrim yoktu o zaman. Çok koştura koştura çektik, o yüzden çok hakkını veremedik. Bir ayda çektik çünkü bütçemiz o kadarına yetti ve belgesel dediğin öyle bir ayda çekilecek bir proje değil, en az 1-2 yıl gerekir bunun için. Bu son belgeselimi dört yıldır çekiyorum mesela.

Çok yaşlı bir teyze vardı, bütün vücudu dövmelerle kaplıydı, sanki hayatını bedenine resmetmiş gibi…

110 yaşındaydı o kadın ve bedenine yaptığı figürler çok güzeldi. Çoğu kişide yılan figürleri de vardı, özellikle ellerinde ve ayaklarında; yılan sokmasın diye… Bunların hepsi çok işlevsel ve yaşamsal amaçlı, yani ekin bereketli olsun, ekmek bereketli olsun, çocuk sağlıklı olsun vs., dövmenin güzellik unsuru olarak kullanılmaya başlaması çok zaman sonra başlıyor.

Sizi o çekimlerde en çok etkileyen hikâye hangisiydi?

Bir kadın genç kızken annesinden habersiz yüzüne ve vücudunun birkaç yerine dövme yaptırıyor, annesi çok kızacak diye eşeğin altına saklanıyor falan… Bu hikâye belgeselde var ancak anlatmadığımız kısmı şu; kız evleniyor ve kocasıyla 40 yıldır konuşmuyor. Aynı evin içerisinde, bir sürü de çocuğu olmuş ama 40 yıldır konuşmuyor adamla. Hiç konuşmadığı bir adamdan 8 tane çocuk yapmış, düşünsenize… Adamı sevmiyormuş, istemiyormuş, başka birine aşıkmış hatta onun dövmelerini çok seviyormuş ama zorla evlendirilmiş ve adamla bir daha hiç konuşmamış. Biz röportajı yaptığımızda adam yaşamıyordu artık ama kadının 40 yılını istemediği bir adamla geçirmesi ve hiç konuşmaması beni çok etkilemişti.

İsabelle Allende’nin ‘Ruhlar Evi’ kitabında benzer bir hikâye vardı. Kitabın kadın kahramanı da kocasıyla 9-10 yıl hiç konuşmaz.

Evet, hatırlıyorum. ‘Eşkıya’ filminde de öyle bir hikâye vardı ya. Hatta eşkıya kadının yanına gider ve yıllardır kimseyle konuşmamış olan sevdiğine 'benimle de mi konuşmayacaksın Keje?' der.

Bir genç kızın yüzüne ilk kez dövme yapılırken de çekmişsiniz.

Evet. Orada genç kızlar evlenmeden evvel yüzlerine, vücutlarına dövme yapıyorlar. Evlendikten sonra dövme yapılmıyor zaten. O zaman oradaki kadınlarla kurduğumuz ilişki çok iyiydi. Bedenlerini bizlere açıyorlardı mesela, bize yardımcı olmak için. Bizden sonra giden Atlas Dergisi foto muhabiri kadına bedenlerini kesinlikle açmamışlar. Hatta filmde kullanamadığım çok ilginç sahneler vardı aslında; örneğin bir karı kocanın cinsel organlarının üzerinde, birleştiklerinde birbirini tamamlayan figürlerin olduğu bir dövme vardı. Bunu kullanamadık mesela.

Canları ne çok yanmıştır.

(Gülüyor) Yanmıştır herhalde, dövmede bedenin çoğu yeri can acıtır gerçi. (Boynunu göstererek) özellikle bu kısım çok acıyormuş. Muhtemelen çocukları olmuyordu ya da ölü doğuyordu; bu şekilde çocuklarının olmasını ve sağlıklı doğmasını sağlamak için büyü yaptılar sanırım. O coğrafyada çocuk ölümleri çok fazla maalesef. Hatta doğan bebeklerin burunlarına bile dövme yaptıranlar var.

'ÇİNGENELER SADECE TÜRKLERİN DEĞİL KÜERTLERİN DE ÖTEKİSİ'

Çok ilginç. Hindistan’da da buna benzer bir gelenek var. Bazı kesimler kötü ruhlar çocuklarına bir şey yapmasın diye gözlerini, yanaklarını siyah bir şeyle boyarlar.

Biliyorum onları. Erkek çocuklarını kız çocuğu gibi büyütüyorlar, saçlarını falan belli bir yaşa kadar kesmiyorlar ki Azrail onları almasın. Benim o belgeselde kullanmadığım, belgeselin sınırlarını aşan 2000’e yakın fotoğrafım vardı ve onları bir kitap haline getirmeyi düşünüyordum. O zaman dövmeyle ilgili o kadar detaylı bir çalışma fazla yoktu. Polisler evi bastı, bütün malzemeleri götürdüler ve bir daha geri vermediler, onlarla birlikte o fotoğraf arşivim de gitti.

Nasıl vermediler? Neye dayanarak? Hangi gerekçeyle?

Bir daha vermediler. Talep ettiğimde 'biz öyle bir şey almadık, yok bizde' dediler.

Aldıkları her şeyin kaydını tutmadınız mı?

Aklına gelmiyor ki o anda. Basıyorlar evi, paldır küldür ortalığı alt üst ediyorlar, önüne geleni aldılar götürdüler, liste yapmak aklıma gelmedi.

İlk basılmanız da değil, nasıl aklınıza gelmez?
basılmam tabii değil ama o telaşta aklına gelmiyor. Ne alıyorlar acaba diye bakmıyorsun, yani onun derdine düşmüyorsun, derdin başka çünkü. Çok değerli malzemelerdi, çok üzüldüm yani.

Ağır bir kayıp olmuş.

Çok. Beni kötü etkiledi ve bir daha devam edemedim. O belgeseli gösterirken de benzer şeyler yaşadım. Belgesel Kürtçe diye kimse salon vermedi bana. Mekân bile vermediler. İzmir’deki Fransız Kültür’e gittim, izin vermediler. Fransız Kültür film festivallerinin İzmir’deki merkezidir.

Nasıl olur ya? Fransız Kültür nasıl yapar böyle bir şeyi?

Resmi olarak Kürtçe olduğu için demiyorlar tabii ama alttan diyorlar ki, Kürtçe filme izin veremeyiz.

Peki, Bask diliyle yapılmış bir film gelse ona da izin vermeyecekler miymiş?

Ona veriyorlar. (Gülümsüyor) İzmir Sanat’a gittim, belediye izin vermedi. Konak’ta Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi var, yeni yapılmıştı o zaman, onların salonunu kiraladım, ücretini de ödedim fakat Kürtçe olduğunu söylemedim. Onlara dövme ile ilgili Türkçe alt yazılı başka bir film verdim. İnternetten indirdim filmi, altına Türkçe alt yazı koydum, onu götürdüm. İzlediler ve tamam dediler. Gösterimde de kendi filmimi gösterdim.

Bir şey demediler mi?

Anlamadılar muhtemelen çünkü filmim bildiğiniz dövmeyle ilgili bir film, içinde yasadışı ya da kuraldışı herhangi bir unsur yok, dolayısıyla kuşkulanacakları bir şey de yok. Kafalarında bir Kürt prototipi var ya, izlemeye gelenler de hani böyle İzmir’in modern kesimi olunca ses çıkarmadılar sanırım.

'Ekmek Kir Tutmaz' belgeseliniz de Tepecik çingeneleriyle ilgili.

Evet. Müthiş güzel insanlar onlar. Bir ara belediye onların çöp toplamasını yasaklamıştı, çok ağır sıkıntılar çektiler. Diyorlar ki, bizim iki işimiz var, biri çöp toplamak, diğeri hırsızlık yapmak… Çöp toplayamazsak, hırsızlık yapacağız yani. Birinin iki yıldır elektrik yok evinde. İzmir’de şunu farkettim; çingeneler Kürtlerden daha kötü durumdalar. Dibin de dibindeler. Çingeneler sadece Türklerin değil, Kürtlerin de ötekisi yani.

Bütün dünyada bu böyle sanırım. İsa’yı çarmıha geren çivileri yaptıkları için lanetlendikleri söyleniyor, çarmıha gerenlerin hiç suçu yokmuş gibi.

Öyle maalesef, bütün dünyada dışlanıyorlar. Kendilerini korumaya çalışmak için devletçi ve MHP’ye yakın duruyorlar mesela. Bunun sebebini o kadar net anlayabiliyorsun ki. Halbuki bunlara devamlı vuran da devlet. Bornova’daki çingene mahallesini tamamen sildiler mesela, önleri hep apartman oldu. Sulukule de gitti, gerçi davayı çingeneler kazandı ama bıraktıkları Sulukule yok ki artık, dönseler nereye dönecekler? Kentsel dönüşümün kültürel mirası korumadığı kararı çıktı ama ne işe yarar artık bittikten sonra? Şimdi de Tepecik’e gözlerini dikmiş durumdalar çünkü Tepecik İzmir’in en düz yeri… O güzel yeri onlara bırakmazlar.

ÖDÜLLÜ BELGESEL HİKAYESİYLE DİKKAT ÇEKİYOR: KOCA BİR DEVLET, 84 YAŞINDAKİ BİR ANNENİN O ÇİZGİYİ GEÇİP GEÇMEMESİYLE UĞRAŞIYOR; ÇOK ABSÜRT BİR HİKÂYE ASLINDA…

Peki, ‘Anne: Sınırı Geçtin’in hikayesine gelelim, bu hikâye size ödül getirdi. Bekliyor muydunuz ödül almayı? Çünkü bayağı uzun yollar yapmış belgesel…

Dört yıldır çalışıyorum bu belgeseli… Hikâyenin gücünün farkındaydım ama takatimiz kalmamıştı artık. Başka işler yapmaktan film yapmaya takatim kalmamıştı. Aslında çok evvel vazgeçmiştim filmden, ekonomik gücüm kalmamıştı. Çünkü Kocaeli’nin bir köyünde çekiyorum belgeseli, her defasında malzemelerle birlikte Diyarbakır’dan Kocaeli’ne git, ciddi bir masraf tabii. Hem Diyarbakır’daki siyasi atmosfer hem ekonomik çıkmaz hem çok yoğun bir emek, bayağı yormuştu beni. Yeni Film Fonu belgesel destek fonu açmıştı, oraya başvurdum ve destek aldım. O bana gereken motivasyonu verdi devam etmem için. Sonra İstanbul’da ‘Eurasia Doc’ belgesel geliştirme atölyesi açıldı, proje oraya seçildi, oraya katıldım. Orada müthiş bir Fransız bir atölye eğitmeniyle tanıştım, bizim projeyle çok ilgilendi. Onun yardımıyla da projeyi bayağı geliştirdik. Beni çok etkileyen bir şey demişti: "Senin çok fazla politik-entelektüel bagajların var ve sen bu bagajları hikâyenin sırtına yüklemişsin ve hikâye altında çöküyor. Zaten bu hikâye kendi başına çok traji-komik bir hikâye, sen niye kendi politik bagajlarını üstüne yıkıyorsun? Bırak hikâye nefes alsın!" Biz de hikâyeyi budadık ve hapis cezasının çekildiği evle sınırladık.

O hikâyeye çok iyi geldi ve iyi bir sunum dosyası da çıktı. Biz o işleri pek bilmiyoruz, bir yere başvurulduğunda nasıl bir dosya oluşturulur, anlatım dilini, formatını bilmiyoruz. O sunum dosyasıyla İstanbul’da 3-4 atölyeye daha katıldım ve oralarda çok ilgi gördü proje. Sonra IDFA’ya (International Documentary Filmfestival Amsterdam) başvurdum, orada ilk 50 proje arasında finale kaldı. Orada çok umutlanmıştım ama ilk 10’a kalamadığı için destek alamadık. Sonra Antalya’nın başvuruları açıldı ama çok geç açıldı, kararsız da kaldım çünkü Antalya’nın olumsuz bir imajı oluşmuştu, belgesel sinemayla ilgili o sansür meselesinde gerçek bir yüzleşme yaşanmadı, onunla ilgili belgeselciler bir tavır koydu ama genel bir tavra dönüşmedi. Çok içime sinerek başvurmamıştım, sonra seçildiğinde ilginç geldi.

Neden ilginizi çekti bu proje?

Projenle başvurduğunda sana motivasyonunu soruyorlar, orada söylediklerimi söyleyeyim; kadın oğluna elbise gönderiyor ve o elbiseleri oğluna ulaştırmak çok önemli. Ben de kendi annemle bunu yıllarca yaşadım. Evde yaptığı bir böreğin, ördüğü bir kazağın cezaevindeki evlatlarına ulaşsın diye neler çektiğini biliyorum. Cezaevine kadar götürürdü o elbiseleri, almazlardı, geri gelirdi, hüngür hüngür ağlardı. Çocuğuna bir şey ulaştırma meselesinin ne kadar önemli olduğunu gördüm.

Niye almazlar bir elbiseyi?

(Gülümsüyor ve birkaç saniye duruyor) Eziyet çektirmek için herhalde. Bu ülkede sadece mahkumlara değil, ailelere de ceza uygulanır, belki de ondan. Bak, bu kadın 84 yaşında, ayağındaki kelepçeyi çıkarsalar, gitmesine izin verseler zaten 250-300 metre ancak yürüyebilir. Ankara’da Denetimli Serbestlik diye bir büro var; orada bu işi iş edinmiş insanlar, o anne çizdikleri çizgiyi bir adım geçince alarm çaldığı için hemen müdahaleye geçiyorlar. Koca bir devlet, 84 yaşındaki bir annenin o çizgiyi geçip geçmemesiyle uğraşıyor; çok absürt bir hikâye aslında…

Hikâyeden bahseder misiniz o zaman?

Hikâye çok absürt bir hikâye, bunu filme çekerken bir dramdan veya bir trajediden de bahsetmiyorum zaten. Kadının sağlam bir direnişi var; koskoca bir devletle 84 yaşındaki bir annenin bir sınır çizgisi aracılığıyla aralarındaki çekişme ve çatışma hikayesi anlatıyorum sadece. Olduğu gibi… Annenin oğlu 25 yıl evvel, 17 yaşındayken dağa çıkmış ve gerillaya katılmış. 93’te Kars, Digor’da bir halk gösterisi olmuş ve o gösteride yaklaşık 20 kişi falan ölmüş, aile de göç edip Kocaeli’nin bir köyüne yerleşmiş. Oraya geldikten sonra, oğlu köyünde yapılanlara dayanamayıp, 17 yaşındayken dağa çıkıyor ve anne o zamandan beri görmemiş oğlunu… Orası bir sanayi bölgesi, annenin evinin orada bir inşaat yapılıyor, inşaatta da birileri çalışıyor, anne de onlara çay yapıp götürüyor. Sohbet ediyorlar falan, çocuklar Karslı çıkıyor, anne de oğlundan bahsediyor.

Çocuklar da yazları çobanlık yaptıklarından, dağlarda gezdiklerinden ve bazen gerillalara rastladıklarından bahsediyorlar. Belki oğlunu görürler diye, anne de hemen kalkıyor, gidip düğünlerden topladığı çerezlerden tutun ördüğü çoraplara kazaklara kadar bir bohça yapıyor, kendi vesikalık fotoğrafıyla beraber yanlarına veriyor. Kimi görürseniz bu fotoğrafı gösterin, bu senin annen mi diye sorun, eğer tanıyan çıkarsa bu elbiseleri ona verin, diyor. Kimse çıkmazsa da birine verin gitsin, diyor. Bunlar gidiyor, yakalanıyorlar, sorgulamada kadının adını veriyorlar. Anne gözaltına alınıyor, olay yeri orası olduğu için Erzurum’a götürüyorlar, orada cezaevinde kalıyor, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım etme gerekçesiyle örgüt üyesi gibi yargılanıyor, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor önce ama Kocaeli’ne döndüğünde cezası kesinleşiyor ve 6 yıl ceza alıyor, sonra tutuklanıyor, bir 10 gün kadar cezaevinde kalıyor, sonra yaşından dolayı da onu ev hapsine çeviriyorlar ve ev bir hapishane, çocukları da birer gardiyana dönüşüyor. Hikâye bu.

Evi bir cezaevine dönüşüyor ve çocukları da gardiyana… Bu cümlenin bile bir etkisi var insanın üstünde; teyzenin ayağında elektronik bir kelepçe var tabii.

Belirlenmiş özel alanlar var, onların dışına çıkamıyor. Evin içerisinde sınır çizgileri çok belli, ama bahçesi var, bahçede o sınırlar biraz muğlak kalıyor tabii, çocukları da o sınırı belirleyebilmek için evin etrafına kireç döküyorlar, kırmızı iplerle bahçe sınırlarını belirliyorlar. Tavukları var, kapının önünde durarak yem atabiliyor onlara mesela. Bazen tavukların peşine takıldığı için bazen de unuttuğu için farkında olmadan sınırı ihlal ediyor ve alarmı çaldırıyor ve anında jandarma telefon ediyor.

Fragmanını izlediğimde teyzeyi gördüm, dediğiniz gibi taş çatlasa en fazla 300 metre uzağa yürüyebilecek bir yaşta. Nasıl bir kadın?

Arada unutuyor ama zehir gibi bir hafızası var. Çok iyi de bir hikâye anlatıcısı… Anlattığı hikayeleri de koydum filme. Vicdanlı olmakla ilgili, ahlaklı olmakla ilgili, zorba olmamakla ilgili bir sürü hikâye anlatıyor. Mesela Mem-Abbasi diye bir Kürt hikayesi var; Mem diye çok yakışıklı bir delikanlının ve Telli Ayşe diye güzelliği dillere desten bir kadının hikayesi… Evleniyorlar işte, sonra Osmanlı ordusu Mem’i askere alıyor, yedi yıl dönmüyor askerden. Annesi Osmanlı paşasına bir mektup yazıyor, oğlumu gönderin artık diyor. Paşa da Mem’i eve gönderiyor kısa bir süre için. Zabıt elbisesi ve güzel bir atla… Mem eve geliyor ama Telli Ayşe tanımıyor kocasını, aradan uzun bir zaman geçmiş tabii. Mem beni misafir eder misin diyor Ayşe’ye… Bu arada anne bu hikâyeyi ezgilerle falan anlatıyor tabii.

Dengbej tarzıyla anlatıyor yani.

Evet. Telli Ayşe, gündüz misafir ederim ama gece etmem, diyor. Derken kocasını tanıyor. Mem o geceyi karısıyla geçirmek istediği için annesine haber vermiyor. Sabah annesi eve uğruyor, bir bakıyor evin önünde bir at var. İçeri bir giriyor, gelini bir adamın koynunda; gidip hançeri alıyor ve kendi oğlunu öldürüyor. Bu hikâyeyi anlatışını dinlemeniz lazım ama… Teyze de hikâyeyi şuna bağlıyor; "benim oğlum da 17 yaşındayken gitti, şimdi 25 yıl geçti aradan, gelse tanıyabilir miyim, tanıyamaz mıyım bilmiyorum. Burasında bir beni vardı." falan diyor. Film böyle başlıyor zaten.

Filmin sonunda da şöyle bir hikâye anlatıyor -yani kurguyu öyle yapmayı düşünüyorum-; Hz. Musa ile bir Yahudi denizi kimin ortadan ikiye ayıracağına dair bir iddiaya giriyorlar, ertesi gün denizi ayırmak üzere buluşmak için sözleşiyorlar. Yahudi o gece sabaha kadar dua ediyor, "Allahım bana yardım et" diye. Musa da peygamberim diye gidip kafayı vurup yatıyor. Ertesi gün Musa asasını bir vuruyor, denize olduğu gibi yerinde duruyor ama Yahudi elindeki bastonu bir vuruyor, deniz ikiye ayrılıyor. Musa öfkeleniyor, Allaha sitem ediyor, hani ben senin peygamberindim, beni mahcup ettin diyor. Allah da diyor ki "O gitti sabaha kadar dua etti, bir emek verdi, sen ne yaptın, gittin uyudun. Tabii ki onun dediğini yapacağım." Teyze bu hikâyeyi de şöyle bağlıyor; "Ben de o elbiseleri gönderdiğim zaman oturup sabaha kadar dua etseydim, o elbiseler oğluma ulaşırdı. Ben dua etmeyi ihmal ettim, başıma bunlar geldi."

Oğluyla hiç iletişim kurmamış tabii. Oğlu da onunla iletişime geçmemiştir haliyle.

Kadın çok dindar bir kadın, haram diye televizyon bile izlemiyor. Ama bir 10 yıl kadar evvel tesadüfen TV’de yapılan bir röportajda oğlunu görmüş ve o gün bugündür belki bir daha görürüm umuduyla televizyonun başından kalkmıyor, sürekli televizyon izliyor. Biz de o TV vasıtasıyla Kürt sorununun arka planını, devleti, çatışmaları, haberleri falan görüyoruz; hikâyeyi biraz da o açıyla anlatıyoruz.

Hikaye size nasıl geldi peki?

Basından öğrendim bu hikâyeyi. Annenin tutuklanıp, hapis cezası verildiğine dair bir haber yapmışlar. Devamlı ziyarete gittim, sonra benim ailem gibi oldular. Anne beni çok seviyor, sürekli "İlham’ı arayın, rüyamda gördüm" diye beni aratıyor. Polis bunların evini bastığında, duvara asılı oğlunun çizdiği Che Guevara portresini almışlar, çerçeveyi kırıp resmi yırtmışlar. Oğlu ressam aynı zamanda, çok güzel resim yaparmış. Bunu anlatırken annenin ne kadar üzüldüğünü gördüm. Ben de Diyarbakır’da Hasan Paşa Han’ında halının üzerine işlenmiş bir Che Guevara portresi gördüm, anneye gönderdim. Çok mutlu olmuş ama duvarına asmamış, İlham gelince asarım, demiş. Biz de oraya gittiğimizde annenin portreyi duvara asmasını da çekelim dedik, tam asarken, anne birden atladı önümüze ve portreyle konuşmaya başladı; "Che oğlum hoş geldin, nasılsın, inşallah iyisindir, umarım yaşıyorsundur, eğer yaşıyorsan gel bize de yardım et, sen çok iyi bir savaşçısın, oğlumun arkadaşısın. Ama sizin bir adetiniz var, ben onu hiç sevmiyorum, siz ölülerinizi yakıyorsunuz. Lütfen öyle yapmayın." Bayağı yarım saat Che ile sohbet etti. Şimdi anne dua ediyor, namaz kılıyor odasında, arkasında Che var.

Sizin de bir sınırınız var aslında, belediye konservatuarındayken KHK ile ihraç edildiğiniz için üç yıldır yurtdışına çıkış yasağınız var. Ödüllü filminizi festivallere kendiniz götüremiyorsunuz.

Uzun yıllar öğretmenlik yaptım, öğretmenlik yaparken tutuklandım, cezaevinde kaldım, yargılandım, beraat ettim, çıktım ama hiçbir zaman öğretmenlikten atılmadım ama şimdi ortada süren, hakkımda açılmış herhangi bir davam yokken, hiçbir savunma almadan ihraç edildim. İhraç edildiğimde belediyeye ait Cegerxwîn Sanat Akademisi’nde çalışıyordum. Mezopotamya Kültür Merkezi’nde çalışıyor ve Özgür Gündem Gazetesi’nde yazıyor olmamı bir gerekçe saymışlar. Şimdi kayyımlar belediyeden aldılar orayı, halk eğitime vererek, devlet tiyatrosu yaptılar. Sonuçta filmin yönetmeni olarak devletin bana çizdiği bir sınır var ve o sınırı aşıp filmimi tanıtmaya kendim gidemiyorum. (Gülüyor) Aslında filmde bunu kullanıp kullanmamayı da tartıştık aslında ama kendimi bu hikâyeye dahil etmek istemedim çünkü bu annenin hikayesi…

Öne Çıkanlar