Rojava Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek mi?
İskender KAHRAMAN
Ünlü Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis, 1995’te yazdığı ‘Ortadoğu’ adlı kitabının girişinde, ‘Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesine giderseniz ara sokaklarda oturaklarda, kahvelerde boş boş oturan yığınca insana rastlarsınız. Öylece saatlerce oturur sigara tüttür, muhabbet ederler.’
‘Geçmişten bugüne Ortadoğu’da çok şey değişmiş ama bu değişikler sadece kıllık kıyafet ya da batıdan taklit edilen bazı şeylerle sınırlı kalmış.’ diye yazar.
Rusell, Ortadoğu üzerine en çok okunan bu kitabı 24 yıl önce yazmıştı. Bu süre zarfında internet, dünya çapında kullanılır hale geldi, akabinde de sosyal medya çıktı. Dünya, her alanda o kadar değişti ki yazılsa ansiklopedilere sığmaz.
Ya Russel’ın anlattığı Ortadoğu değişti mi acaba? Değiştiyse ne kadar ve hangi konuda değişti? Kadın haklarında, demokrasi, bilim, eğitim, ekonomi alanında bir ilerleme oldu mu?
Asırlar öncesinden devlet sahibi olmakla övünen Türkler, Farslar, Araplar yönettikleri devletleri, halkları rahat ettirdi mi? Komşularına iyi davrandı mı? Yer altı ve yerüstü zenginliklerin içinde yüzen bu devletlerden hangisi demokratik, eşitlikçi bir yönetimle yönetiliyor?
Korkarım bu soruların cevapları olumsuz olacaktır, çünkü Batı’yı şeytanlıkla suçlayıp kendi hükümranlıkları altında bulunan halklara kan kusturan, söz konusu devletler, eşitlikçi toplumsal bir düzen kuramadı; aksine, hala vurup kırmakla, fetih (gasp) etmekle, yok etmekle övünüp duruyorlar.
Zaten, hâlihazırdaki varlıklarını da çelişkiler üzerinde yürütüyorlar. Dolayısıyla, ufak bir değişikliğin dahi onların temellerini sarsacağı hezeyanıyla yaşıyor ve her şeye aşırı tepki veriyorlar.
Yani, Ortadoğu değişmiyor. Ya da değişiyor ama gelişmiyor. Yirmi yıl değil, beş yüz, bin yıldır değişmek istemiyor.
Kahvelerde oturanlar, ‘benim reisim seninkini döver, benim ırkım seninkinden üstündür, benim atam daha hızlı öldürür’ diye sidik yarıştırırken; yönetici elit, altın kadehlerde su içiyor, kullandığı tuvaletlerini dahi saf altından yaptırıyorlar. Halka fakirliğin asaletini anlatıyor kendileri ise lüksün lezzetini sürüyorlar.
Servetlerine servet katıp ailelerini, yandaşlarını lükse boğuyorlar. Sıkıştıklarında ise batılı, yani şeytanlıkla suçladıkları ülkelere kaçıp sığınıyorlar.
İşte, çıkıp bakın sokaklara, kahve/kafelere, nüfusun çoğunluğu ne yapıyor, ne üretiyor? Hangi konuları, meseleleri konuşuyor? Dedikodu (modern deyimle geyik muhabbeti) yapmıyorsa ne konuşuyor, edebiyat mı, kültür mü, bilim mi?
Ya da Ortadoğu ülkelerinin müfredatı ne kadar yeterli, okullar, bilim kuruşları ne kadar bilim üretiyor, (özellikle Türkiye’de) neden öğrenciler yabancı dil bilmiyor, neden batının öğrencileri ortalama dört-beş dil biliyor, anlama okumada çok daha öndeler?
İnsanların çoğu bu halde olduklarının belki farkında değil ve hatta yöneticilerin, devletin bilerek bu durumu stabil tuttuklarının da farkında değil, ama Ortadoğulu yönetici elit fazlasıyla bunun farkında!
İran, Türkiye ve Arap ülkeleri neden karşı çıkıyor?
Şah Rıza Pehlevi’nin son döneminde demokrasiye/modernleşmeye geçiş ihtimali olan İran, 79’daki ‘Mola Devrimi’yle bu şansı elinden kaçırdı. Mola rejimi, modernleşme ve laiklik nüvelerini ortadan kaldırıp İran’ı katı, gelenekçi otokratik, dini bir devlete çevirdi.
Dolayısıyla, köklü bir devlet olmasına karşın İran demokratik, eşitlikçi bir idare oluşturamadı. Her gün onlarca insanı sudan sebeplerle şehir meydanlarında idam etmektedir.
30 yılda bir yönetici değiştirme ayaklanmalarıyla çalkalanan Arap dünyası ise katı geleneksel kabile yöneticiliğini sürdürmektedir. Arap ülkelerinde demokrasiden bahsetmek, çeşitli farklılıklarının özgür bir iradeyle kendilerini ifade ettiğini söyleyebilmek, samanlıkla iğne aramaya benzer.
Kısmen de olsa laiklik, demokrasi gibi öğeleri barındıran Türkiye ise 200 yıl boyunca Avrupa’nın dayatmasına rağmen Avrupalı olamadı, demokrasi alanında ilerleyemedi varlığını bölünme sancıları ve çelişkiler üzerine inşa etti.
Hatta son zamanlarda laiklik ve demokrasi alanında geriye gitmeye ve ikinci bir İran olmaya başladı. Eğitim, adalet, ekonomi, kalkınma, insan hakları konusunda, refah seviyesi ilerlemiş toplumların çok gerisinde.
Oysa Kürtler Devlet sahibi olmamalarına rağmen demokratik sistemler, farklı kültürlerin nefes alabileceği sistemler, yönetimler denemeye veya oluşturmaya başladı. Arap, Fars, Türk devletlerinin asırlardır yap(a)madığını birkaç yılda yapmaya başladı.
Güney (Irak Kürt bölgesi) ve Rojava’da yaşayan topluluklar (kendi kimlikleriyle) polis olabiliyor. Kendi okullarına gidebiliyor. Bu bölgelerde birçok resmi dil var. Farklı kesimler, yönetimin her kademesinde kendi özgünlükleriyle varlık gösterebiliyor.
Kadınlar konuşabiliyor, örgütlenebiliyor ve kendi yaşam alanlarını kuruyorlar. Kısacası Ortadoğu’daki farklılıklar tarihi olarak belki ilk defa nefes almaya başlıyor.
İşte bu durum söz konu devletlerin tekçi felsefelerini çürütüyor, varlık temellerini sarsıyor.
Rojava engellenebilecek mi?
İmparatorluklar, feodalizm, krallıklar yıkıldı. İmparatorlukların çöplüklerinden üretilen katı ulus devletler de çöküyor. Özellikle l. Dünya Savaşı’ndan sonra herkes, her kültür kendini yaşamaya, kendi devletini kurmaya, kendi kaderini belirlemeye başladı. Çoğu devlet de demokratikleşme doğrultusunda ilerledi.
Fakat tekçilik felsefesi üzerine kurulu Arap devletleri, İran, Türkiye gibi Ortadoğu ulus devletleri buna direndi ve hala direniyor. Dolayısıyla bu devletler ne ilerleyebildi ne de bünyelerinde yaşayan halkları mutlu edebildi. Ama artık kazan fokurduyor.
Hatta Araplar durumu kabul etmiş durumda. Çünkü iki yapay devlet (Irak-Suriye) tuzla buz oldu. Diğerlerine bir şey olmasın diyorlar. Filistin artık mahalellerden oluşuyor. Yemen de parçalanıyor. Solunum borularının bağlı olduğu petrol bitiğinde ya da onun rolü azaldığında Araplar, atalarının yaptığı deve yetiştiriciliğini dahi bulamayabilir.
Türkiye ve İran ise artık iç dinamiklerini yönetemiyorlar. Biri sükûn için şehirleri yerle bir ediyor öteki her gün onlarca kişiyi idam ediyor.
Sonuç olarak, Ortadoğu’nun kaymağını yiyen, çelişkiler, haksızlıklar üzerinde hüküm sürdürenler değişmiyor, değişmek istemiyor; ama bir kısım insan artık buna dur demeye başladı. Bunlar, tarihi yeniden yazıyorlar. Hem bölge topluluklarının hem kendilerinin kaderini değiştiriyorlar.
Düşünür İbni Haldun, ‘coğrafya kaderdir’ dese de bu insanlar, coğrafyayı da kendi kaderlerini de değiştiriyorlar!
Şimdilik tarihin akışı bu yönde… Ufukta da geri dönüş yok…