Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

Açlık Oyunları

‘Evet ben bu haltı yedim.’ demek neden bu kadar zor?

Beden kendi içinde bir mikrokozmos. Tüm olarak olduğu gibi her bir hücre için de durum böyle. Hal böyleyken bu kadar karmaşık/çok boyutlu bir yapıdan bahsediyorken, son yıllarda çokça karşımıza çıktığı haliyle, ardı ardına çok yoğun olarak uygulanan eğitimleri ve bu eğitimi alan olarak da kendimizi çokça sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir kurumun, popüler bir kişinin ya da çalışmanın saygınlığına yüzde yüz güvenip, tüm benliğimizi teslim etmememiz ama öncesinde de bu kişi ve kurumların da meslek örgütleriyle denetlenebilir olması gerekir. Her türlü musibetin, kişinin kendi sorumluluğundaymış gibi göründüğü ülkemizde, meslek örgütleri, dernekler, sendikal yapılanmalar, platformlar ve tüm sivil toplum yapılanmaları, sağlıklı bir toplum yaratabilmek için asla vazgeçmememiz gereken yatay yapılanmalardır.

Bedenin hatıratı bir koku, bir ses, bir dokunuşla bilinçaltının duvarlarını aşabilir ve yaşayanı tekrar aynı ana geri götürebilir. Misal çoktan kaybettiğiniz babaannenizi bir hanımeli kokusu ile hatırlayabilirsiniz ve yasınızı yaşayıp yaşamadığınıza ve ilişkinizin boyutuna da bağlı olarak korku ve çaresizlikle ya da yaşamış, tadmış olduğunuzdan sebep, hüzünlü bir tamamlanmışlık hissiyle anıyor olabilirsiniz. Bir uyarana bağlı olarak geri çağrılmış anlar, korku dolu, çaresizlik anları ise yani yaşanmış olan travmaysa, tekrar travmatize olmanız işten bile değildir. Uyaran, bir eğitim ortamında bilinçli olarak size nakşediliyorsa, o anda, o deneyimi yaşayanı koruyup kollayacak, anın gerçekliğine geri getirecek, gerekiyorsa ‘o anlar geride kaldı, geçti’ diyerek kişinin yatışmasını sağlayabilecek, terapi odasında olduğu haliyle belki içinin zehrini (tutulmuş enerjisini) akıttığı gözyaşları için bir mendil uzatabilecek, işinin ehli uzmanlara ihtiyaç vardır. Benzer bir şekilde uyaran, kişinin fiziksel ve ruhsal sınırlarını aşan, üstelik izinsiz (ani) ve tanıksız ise amacını/niyetini aşan bir eyleme dönüşebilir. Uyarana maruz kalan temel savunma mekanizmaları olan savaş ya da kaçı gerçekleştiremiyorsa, yaşadığı öncelikle panik ve şok olabilir. Kişinin psikolojik örgütlenmesine bağlı olarak türlü olumsuz duygunun bu ana eşlik etmesi hiç şaşırtıcı değildir ve böylesi karmaşık bir durumda yaşayan yaşadığını, o anda idrak edemeyebilir. Onun içindir ki en kara ve sıkı topraklarla gömdüğümüz duygular, zamandan ve mekandan bağımsız bir anda/ aniden/ hiç sebepsiz ortaya çıkmış izlenimi verir. Ama bilmeliyiz ki hiç bir şey yoktan var olmaz ve özellikle psikolojik süreçlerde hiç bir şey aniden olmaz. Üstelik gömdüğümüzü baş edemeyeceğimiz boyuttaki bir acıyla gömeriz. Ne zaman ki baş edebilecek gücümüzü, kuvvetimizi toplar ve dillendirebilecek, olanla yüzleşebilecek cesaretimizi bulursak, o zaman bilinçle hareket edebilir hale anca gelebiliriz.

Bedenin odağında olduğu bir eğitim sürecinde kişinin/eğitimcinin, gösterdiği eğitim pratiğinden kendi de geçmiş, kendi sınırlarını ve haddini bilen, bilimin tuttuğu ışıktan faydalanan, yarattığı atmosfer ve hal hareketleriyle güven veren, ilgili/alakalı, özenli ve şefkatli olması elzemdir. Kaldı ki beden gibi cinsellik gibi dev bir alanla ilgili çalışmaya niyetliyseniz, kesinlikle uyguladığınız metodun hangi konuda işe yarayıp yaramadığını, hangi komplikasyonları beraberinde getirdiğini, farklı popülasyonlardaki etkilerini bilmek ve çok özenli ve çok dikkatli uygulamaya açmak zorundasınız. Bir tiyatro eğitmeni olarak esasında dans ve hareketin kapsamına giren beden ve cinsel terapi hizmeti veren bir psikoterapist de değilseniz esasında terapinin alanına giren haz gibi başlıklarla, sıkıştırılmış bir eğitim veremezsiniz/vermemelisiniz.

Söz konusu bedensel uygulamaları, günde altı saatten bir haftasonuna sıkıştırılmış olarak uygulamak başta da dediğim gibi bana kalırsa başlı başına sorun. Bunun yanı sıra yine söz konusu uygulamaların terapötik bir amacı olmasa da beden hafızasının güçlülüğü ve bedenin radikal değişimlere açıklığı hasebiyle, uygulamalar arasında kişinin süreci içselleştirebilmesi adına, arada idrak etmek/fark etmek, anlamak/bir bağlama oturtmak/yorumlamak ve dinlenmek için zaman bulması çok değerli. Aksi kişiyi türbülansa sokacağı gibi en hafifinden travma ya da travma sonrası stres bozukluğu gibi ruhsal yaralanmalara maruz bırakabilir ve kaş yapacağım derken göz çıkabilir. Tüm bu hassasiyetlerin yanı sıra, deneyimleyen kişi açısından güvensiz bir ortamda (loş ışık, ıssız bir mekan, kapalı kapı, tanıksız bir oda) olması yetmezmiş gibi, insani kibrin yüceltilerek, en hafifinden ’cinci hocalık’ diye tarif edebileceğimiz; yapılanın büyülü, bir anda büyük bir fark yaratan, müthiş bir çalışma ve müthiş bir çalıştırıcı olma iddiası, herkes için çok tehlikelidir.

Şiddetin her türlüsünün, her türlü ayrımcılığın, her türlü eşitsizliğin bu kadar yoğun olduğu; bilimin, sanatın, sporun, eğitimin bu kadar yerlerde süründüğü sevgili ülkemizde, toplumumuzun her hücresi yara bere içindeyken, belki hepimiz ‘iyileşmeye, özgürleşmeye’ ve evet ‘hızla öğrenip ehil olmaya’ yoğun çaba, yoğun zaman ve yoğun kaynak akıtıyoruz, kabul. En nihayetinde kendimizi ‘kurtarabilmek’ için, büyük bir açlık ve aceleyle, hap bilgi ve deneyimleri; içeriğini, güvenirliliğini, eğitimi veren kişiyi çok da sorgulamadan belki satın alıyoruz. Ne çok isterdik değil mi Matrix’deki gibi bir dersi 3 dakikada öğretmeyi/öğrenmeyi. Bu kendimize batırdığımız çuvaldızımız olsun. Ama atladığımız koca bir alan var; öncelikle bu bir film değil ve gerçek farkı yani büyüyü/büyümeyi yaratan idrak etmeye/fark etmeye yönelik tutum ve davranışlarımız.

Peki yapan yaptığının idrakinde olmamış olabilir mi? Belki… Yapılan büyülü bir eğitim değil de cinsel şiddet öğesi olabilir mi? Belki… Ya da sonrası için ‘evet ben bu haltı yedim.’ demek neden bu kadar zor? İlla bir sihre, büyüye, mucize gibi olana ihtiyaç varsa, lokomotif motivasyon hızla/aniden/biranönce ise artık kreş ve anaokulu çocuklarının bile sihirli sözcük olarak kodladığı ‘özür dilerim’i diyebilmek neden bu kadar zor? Egemenler sessizliğe gömülmeyip konuşulabilir/ulaşılabilir olduklarında belki bunun cevabını da bulabiliriz. Hem kendimizin hem ötekinin tutum ve davranışlarını farketmek/idrak etmek olanı sadece kendi pencerelerimizden değil, ötekinin gözüyle de görmek ve eylemlerimizin sorumluluğunu almak bizi güçlü kılan. İnsanı hayvandan ayıran en temel özelliklerin başında düş gücüyle geleceği kurma iddiası yatar. İnsan onuruna uygun yaşamak istiyorsak eğer eşitlik, adalet ve özgürlük, hayalini kurmaktan vazgeçmeyeceğimiz temel değerlerimiz olmalı, olacak…  Olsa hep beraber daha özgür ve daha rahat olmaz mıyız?….

Hakim, savcı ya da avukat değiliz belki ama adaletin yerini bulması ve ağır bir yükümüz ‘bagajımız’ olmadan, ayrı ayrı ya da beraber yollarımıza devam edebilmek için açıklama ya da özür duymayı istersek çok şey mi istemiş oluruz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi