Ağlayan patron için ağlaya ağlaya çalışan gazetecilere

Ancak yıldızlaşmış, birikimini çoktan yapmış, işten çıksa daha zor koşullarda da olsa gazetecilik yapabilecek olanlara, kenara çekilebilme erdemini gösteremeyenlere acıyacak değilim.

Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satılmasıyla birlikte grupta "hala tutunabilen, pozisyonunu korumak için yıllardır direnen" pek çok tanınmış gazeteci ve yöneticinin birer birer kızağa çekildiğini, atıldığını duyuyoruz. Kimse bu dönemde, hem iktidara ve onların atadığı yöneticilere yaranıp, hem de gazetecilik yaptığını iddia edemez.

Meslektaşları, siyasi duruşları veya habercilikleri nedeniyle fasulye gibi sokağa atılırken seyreden, daha kötüsü "O da biraz alttan alsaydı, dikkatli yazsaydı, konuşsaydı" diyenler, acaba şimdi ne hissediyor? Demek ki tavizin sonu yokmuş...

Havuz medyasında pek çok meslektaşın, "mevzileri korumak" iddiasına sığınarak kabul edilemez sansür ve baskılara boyun eğdiğini biliyoruz. Bazıları, içinde bulundukları durumu içselleştirdi, kişilik dönüşümü geçirdi ve komik hallere düştü. Bazılarıysa hayat gailesi ve mecburiyetlerini öne sürdü. Ağlaya ağlaya işe gidip gelmeye devam ediyorlar.

Haber mutfaklarında üç kuruş maaşla çalışan ve yılların birikimini heba etmek istemeyen emekçileri kast etmiyorum. Ancak yıldızlaşmış, birikimini çoktan yapmış, işten çıksa daha zor koşullarda da olsa gazetecilik yapabilecek olanlara, kenara çekilebilme erdemini gösteremeyenlere acıyacak değilim.

Hele bağımsız durarak iş yapan, işinin hakkını veren onlarca şöhretli televizyoncu, gazeteci varken...

Hele son yıllarda işsiz kalmış, çalıştıkları kurumlar kapatılmış, bazıları bambaşka işlerle geçinmek zorunda kalan, onuruyla geçinen binler varken...

MİLLİYET’İN DEMİRÖREN’E SATIŞINDAN BUGÜNE

24 Haziran seçimlerinden kısa bir zaman önce, rekabet ve hukuk kurallarına aykırı olarak Doğan’dan Demirören’e yapılan bu devir-teslimin etkilerinin çok hızlı olacağını öngörmüştük.

Oysa bundan yedi yıl önce, Demirören Holding medyaya girdiğinde kimse iktidarın en sadık destekçisi olacağını tahmin edemezdi. Hatta o günlerde "yandaş" holdinglerine satılmadığı için sevinçle karşılandı...

Fakat Demirören’in basın çalışanlarına karşı hoyratlaşan tavrı, AKP iktidarının demokrasi treninden inişine paralel gerçekleşti.

Bunu, o günlerde Milliyet’te çalıştığım için yakından tecrübe ettim. "Nereden nereye gelindi"yi görmek açısından birkaç anekdot aktarayım. Bugün, hızlandırılmış bir medya kıyımı yaşanıyorsa ve misal, Kıyıköy’de ağaç katlimını haber yapmak bile sansürleniyorsa o günlere bakmanın ve özeleştiri yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Tarih, 20 Nisan 2011. Milliyet’in Cadde ekinde "Hormonlu kabak Demirören AVM" başlıklı yazımın yayınlanmasından bir gün sonra, Aydın Doğan, Milliyet ve Vatan gazetelerini Erdoğan Demirören- Ali Karacan ikilisine sattı. Baktım, yazının linki hala Milliyet arşivinde, kaldırılmamış.

Muhteşem (!) zamanlamamla müstehzi yorumlara mazhar olduğumu, "ne zaman atılacaksın" şeklindeki sorularla her gün karşılaştığımı not düşeyim.

Ama atılmadım. Milliyet’ten atılmam, dört yıl sonra, Ağustos 2015’te gerçekleşti. Oraya geleceğim.

Satış anlaşmaları ve devir işlemleri yapılırken DMC binasının (şu anda Hürriyet’in bulunduğu bina) her köşesinde "bize, gazeteye ne olacak" endişeleri konuşuluyordu. (Bugün de öyle.) Ne de olsa merkez medyada çalışan herkes, yönetim ve patron değişikliklerinin özellikle yönetici ve yazar kadrolarında, bugünün moda tabiriyle "yollarını ayırmak"la sonlanabileceğini bilir.

Birkaç hafta sonra Yıldırım Demirören beni odasına çağırdığında "Hah şimdi zamanı geldi" dedim. Ancak Demirören, şaşırtan bir tavırla "basının eleştirel tavrına" özellikle spor basınından aşina olduğunu söylemekle yetindi. Ne yazımın "düzeltilmesi"ne dair bir emir, ne "bir daha olmasın" yoluyla bir tehdit. Eğer böyle olsaydı da kararım netti: Kabul etmeyecektim.

VEFAT EDEN PATRONUN ARDINDAN...

Velhasıl, yazılara, haber yapmaya bildiğim gibi devam ettim. Ancak bu, örnek bir gazeteci olduğumdan ya da yeni patronun çok demokrat olmasından filan kaynaklanmıyordu. O günlerde genel yayın yönetmeninin bir ağırlığı vardı, ki olması gereken buydu.

Demirören Holding, Milliyet ve Vatan’ın yönetimini bir yıl kadar sonra tamamen ele geçirdikten sonra asıl değişim başladı. Milliyet’in yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu’nun ayrılması işaret fişeğiydi. Yerine kim gelirse gelsin, ne kadar eğilip bükülürse bükülsün, fazla kalamadı. Yazarların siyasi nedenlerle işten çıkartılma furyası Hasan Cemal’le başladı ve çorap söküğü gibi geldi. Gezi sonrası işten çıkartmalar, küçülme edebiyatları editoryal kadrolara yansıdı. Üçer beşer gruplar halinde, iyi yetişmiş nice genç gazeteci de nasibini aldı. Yazarları kontrol altında tutmak, doğrudan olmasa da yönlendirmek amacıyla düzenli toplantılar yapıldı. Her gün patron katından gelen sansür talepleri konuşuluyordu. Bazıları her müdahaleyi kabullendi, bazıları direndi. Çok direnen eninde sonunda atıldı. Ama direnmeyenlerin de işlerini koruyacağının hiçbir garantisi yoktu; işler çığrından çıkmıştı.

Geçen hafta Erdoğan Demirören’in vefatının ardından, kendi gazetelerinde "vatan sevdalısı" diye manşetler atılırken sosyal medyada en çok hatırlanan "ağlayan patron" ses kayıtları oldu. Bildiğim kadarıyla  Erdoğan Demirören, 2014’te bu ses kayıtlarının yayınlanmasını, sürekli hatırlatılmasını ve tirajın başaşağıya gitmesini umursamadı. Türkiye’nin en güvenilir, saygın gazetelerinin paçavraya dönmesini de. Çünkü asıl kazancı başka alanlardaydı ve çok da kazandı.

Demirören’in medya patronluğuna ve basındaki dönüşüme katkısına dair birkaç anıya, nihayet bitirebildiğim ve Temmuz’da yayınlanacak kitabımda yer verdim, daha fazla uzatmak istemiyorum.

Bu yazı, dönemin Başbakanına ağlayan bir patronla, ağlaya ağlaya çalışan gazetecileri içindi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi