Artık yüzümde olacak o yara...

Oysa başkaları üzerinde denetim kurarak kurduğunuz her ilişki yeni bir kölelik, yeni bir bağımlılık yaratıyordu ister istemez…

Takvimlerde ne çok kutsal gün var… Ne çok yasaklanmış mevsimler var hatıralarda… Ama oysa sorulacak ne çok sorum var benim… Neden durmadan açılıyor içimizdeki yaralar… Tanrı mı suçlu bu kapanmayan yaralardan… Yoksa asıl suçlu Tanrıda açtığı yaraları durmaksızın çoğaltan bizler miyiz…

Bu yaralara rağmen yeni bir dünyayı her arzuladığımda, tarihe saygılı ol, kurbanların kanıyla beslenir hayat ve bu yara hiç kapanmaz, diyorlar bana… Örtmek istiyorlar üstünü umutlarımın… Hayallerimi yarama gömmek istiyorlar…

Şehirler kurbanların kanıyla yıkanıyor… Ve bitmiyor savaşlar ve hiç bitecek gibi görünmüyor… Bütün bunların nedenini hayallerim sorduruyor bana; oysa onlar bu hayallerimi suçlu ve tehlikeli sayıp onları ve umutlarımdan yapılmış bir idam sehpasına asıyorlar…

Hayallerimi yaşayamazsam kendime saygım kalmaz, bütünlüğüm parçalanır, bir anlamım kalmaz, diyorum onlara…

Onlarsa  bana, Hayallerini, düşlerini bu gerçeğe rağmen yaşamak istersen, duygularını o yaranın altına gizlemezsen sen zararlı çıkarsın, başka bir hayat yok, tren giderken onu yakalamalısın, yoksa dışarıda kalırsın, diyorlar ve yaramı içine gizlenmem için bir kabuk veriyorlar bana, Al bunu ve içine girip gizlen, gizlen ki hiçbir acı, hiçbir aşk işlemesin sana, diyorlar…

Bu kabuk beni sevgilerden, iyi ve olağanüstü, yani yaşamın ta kendisi olan şeylerden kopartır, bu kabuk beni acıdan, büyüden, ürpertiden, hazlardan yoksun bir robot haline sokar, bu kabukla ben kendim olamam, durmadan büyüyen bir kasvetle, derinleşen bir boşlukla hep bekletirim kendimi… Dokunamam hayata… Bu kabuk varken ben kendimi sevemem. Kendimi sevemeyince zehirlerim ömrümü, yaşadıkça her şeyi ve bütün varoluşu zehirlerim… Sadece bir yaradan ibaret olurum, diyorum… Ne kadar zorlarsalar, tehdit etseler de o kabuğun içine gizleyemiyorum ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı. Bu defa intikamları kötü oluyor. Kan kokusu almış köpekbalıkları gibi saldırıyorlar bana. Acı çektiğimi, yaramın bir daha hiç kapanmayacak kadar büyüdüğünü görünce garip bir şölen tadı alıyorlar bundan… Anlıyorum ki ruhunu bir kabuğun içine gizlemek istemeyen birisine acı çektirince ve beni onlardan gibi olmadığım için yarama düşman kıldıkları için can sıkıntıları azalıyor, o kötücül varlıklardan hoşnutluk duymaya başlıyorlar… Yaramı derinleştirdikçe onlara daha çok boyun eğeceğimi düşünüyorlar…

Bazen tahammül edilmez oluyor çektiğim acı. Paniğe kapılıyorum. Belki karşılıksız bedeller ödeyerek yaşadıklarımı onlara anlatırsam, bu içtenliğimden etkilenir, içlerinde birbirimize yakınlaştırır, diye düşünüyorum. Tam aksi oluyor oysa, anlattıklarım, yaramdan akan o başı boş kan bana saldırmaları için daha bir kışkırtıyor onları…

Kışkırtıyor, çünkü onların bana anlatacak sahici bir öyküleri olmadığını ve çalıntı bir enerjiyle yaşadıklarını anlıyorum… Birbirlerinden hayatlar ve anılar çalarak… Hissediyorum, kendilerinin değil arzuları… Kendilerini unutmak için başkalarının arzularında kaybolup duruyorlar… Ve bu kayboluşa da iletişim, adını veriyorlar… Bu kayboluşa tapıp duruyorlar…

O zaman anlıyorum ki kendi olma korkularından, boşluklarından, çalıntı anılardan yaptıkları tapınaklarında dolaşıp duran zavallı birer müritten başka bir şey değildi onlar…

Arzularımdan kendilerine bir hayat çıkartacaklarını sananlar önce büyük bir heyecanla yanıma yaklaşanlar, gözlerimi görünce hemen uzaklaşıyorlardı yanımdan…

Çünkü o aykırı, o uçurumlarda sınadığım varlığım, kendi başıma kurduğum dünya, yaşadığım her anın kalbimde durmadan iz bırakması, en büyük korkusuydu onların…

Bu korkudan sıyrılabilmek için kendileriyle ilgili durmadan olmadık bilgiler veriyorlardı bana… Bu bilgilerin hayatlarında hiçbir karşılığı yoktu… Gerçeği olmayan bir görüntüden ibaretlerdi… Olduklarından daha fazla görünmeye çalışıyorlardı… Sözcüklerin çöplüğünde boğmak istiyorlardı beni… Yan yanaydılar, ama aralarında hiçbir gerçek yakınlık yoktu… Yan yanaydılar, ama uzak ve yakın arasındaki farkı bile yitirmişlerdi çoktan. Ne birbirlerine gerçekten veda edebiliyorlar, ne de kavuşabiliyorlardı… Bu kayboluş, bu kimseye gerçekten bağlanamadan yaşayışları onları daha da bencilleştiriyor, bencilleştikçe birbirlerine daha fazla hükmetmeye çalışıyorlardı… Ruhlarını yitirdikçe sahip olduklarına, mülkiyetlerine, tapınaklarına, üniformalarına daha büyük bir kıskançlıkla sarılıyorlardı… Çünkü içten içe biliyorlar ki sahip olduklarından, para ve mülkiyetlerinden, tapınaklarından ve mülkiyetlerinden başka boşluklarını saklayacak hiçbir şeyleri kalmamıştı…

Bu yüzden durmadan hayatlarını yüceltiyor, durmadan tapınaklarının duvarlarını yükseltiyor onlardan farklı düşünen, farklı yaşayan insanlara uyguladıkları cezaları her geçen gün daha da arttırıyorlardı… Her gün içlerinde yeni hain keşfediyor ve o içlerindeki haini görkemli törenlerle kurban ediyorlardı…

Aralarında yeni katılan genç müritleri farklı sorulardan, onları benliklerinin keşfine götüren anlam arayışlarından, yeni ve aykırı öykülerden korumak için yasaklarını ve tehditlerini durmadan çoğaltıyorlardı…

Gözlerimi görünce önce gidiyorlar, ama sonra daha bir kuşanmış olarak geri geliyorlardı… Kendilerine katılırsam eskisinden daha güçlü ve saygın bir insan olacağımı vaat ediyorlardı bana… Saygınlığın onlardaki karşılığı iktidar olmaktı… Güç ve saygınlık adındaki iktidarın ruhumda bir karşılığı olmadığını söylediğimde önce üstü örtülü, sonra da açıktan açığa tehdit etmeye: Hakkında öyle bir iftira yazarız ki, bir daha asla silemezsin onu, demeye başlıyorlardı…

Ama beni bütün anlamları ve sevgileri yok eden boşluklarının içine çekemeyeceklerini anladıklarında ölüm fermanımı çıkartmışlardı sonunda… Bana diz çöktürmek için önce lanetlenmiş, sonra da dışlamışlardı… Evimin kapısına kırmızı boyayla çarpı işareti çizmiş, kimse beni gerçekten tanımasın diye hepsi birbirini yalanlayan sahte hayat öyküleri yazıp bunları dağıtmışlardı şehirlerde…

Beni de bu belirsizlik çağının kayboluşunda yok etmek için gerçeğimden kopartmaya başlamışlardı…

Asıl tuhafı, beni koşulsuz sevdiklerini söyleyenler bile bu sahte hayat öykülerine, bu bulaşıcı iftiralara neredeyse hiç karşı koymadan inanıyorlardı… Çoğu kişi de kendilerinden farklı olduğunu sandıkları bir insanın aslında kendileri gibi biri olduğumu öğrenince derin bir memnuniyet duyuyorlardı… Beynim hep yeni sorular ürettiği, bu sorular yüzünden sürekli bulunduğum yerlerden uzaklara doğru yürüdüğüm için beni suçlayan insanların bu sözleri beni çok da etkilemiyordu…

Çünkü beni suçlayanlar hala yanlarında, hâlâ içinden çıkmaya çekindikleri o her taraftan kuşatılmış tapınaklarında olduğumu sanıyorlardı… Onlar yanlarında sandıkları beni incitip hırpalarken, bense bir zamanlar onlarla geçen boşa yıllarımı, tapınağın kimi kurallarıyla uzlaşmış hallerimi yerden yere vuruyor, acımasızca sorguluyor, sonra yine yoluma devam ediyordum…

Şimdi çıktığım uzaklardan daha iyi fark ediyordum o tapınakta yaşadıklarımı…

Oradayken başkalarıyla iletişim kurmak için onlar üzerinde denetim kurmam isteniyordu benden… Çünkü onlar üzerinde denetim kurmadan onları kendi gerçeğinize inandırabiliyordunuz… Oysa başkaları üzerinde denetim kurarak kurduğunuz her ilişki yeni bir kölelik, yeni bir bağımlılık yaratıyordu ister istemez… Denetim altına alarak kendime çekmeye çalıştığım insanlarla gerçek ve içten bir ilişki kurmam asla mümkün olamazdı zaten… Oysa ben gerçek ve sahici bir ilişki kurmak istiyordum… Başkaları üzerinde denetim kurarak yaşarsam ruhumu, duygularımı, beni ben yapan özellikleri, bedeli acıyla ödenmiş öykülerimi bana zorla vermek istedikleri o kabuğun içine gizlemem gerekirdi… Denetim kurarak yaşarsam kendim olabilmek, içime doğru yolculuk yapabilmem için hep başkalarına ihtiyaç duyardım… Oysa bu sonsuz bir teslimiyet demekti… Kendimi başkalarının kırık aynasında boşuna arayıp durmam demekti… Hep görünenlere, hep anlatılanlarla hiç sorgulamadan inanmam, inansam bile inanmış gözükmemdi…

Görünen değil, görünenin arkasında saklı olanı bilmek istiyordum ben… Ama saklı olanı öğrenmem için daldığım her derinlikte, her insanda kendimde olan şeyleri de yitiriyordum durmadan… Hiçlik karşılıyordu beni o derinliklerde, o kaybolmuş yüzlerin belirsizliğinde her anlamı, her duyguyu zehirleyen boşluk karşılıyordu…

İşte bu duygularla geçtim uçurumların kenarından… Hiçbir uçurum o kaybolmuş yüzlerin arkasında yatan ve bütün duyguları yutan hiçlikler kadar ürpertmedi beni… Karanlık ormanların o ürkütücü uğultularını bile duymadım bu sorgulamaları yaparken… Yanımdan sürtünerek geçen yırtıcı hayvanların varlığı, geride bıraktığım hayatın boşlukları kadar titretmedi beni…

Günlerce yürüdükten sonra beni kimsenin tanımadığı bir kasabaya gelmiştim… Geldiğim yerlerdeki alışkanlıklardan tam olarak kurtulamamışım demek ki, ne yazıyor diye aldığım bir gazetede bir ilan ilişti gözüme. İlana dikkatlice bakınca benim için verildiğini anladım. Evet, çok tuhaftı, yanılıyor olamazdım, benim için verilmişti o ilan… Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı… Öylesine heyecanlanmıştım ki ilk cümleyi tam olarak anlayamamıştım. Bir kez daha okudum, sonra bir kez daha… İlanda şunlar yazılıydı:

Alıp başımızı bizi kimselerin tanımadığı yerlere gitmeyi, gözden kaybolmayı, izimizi yok etmeyi biz bilmiyor muyuz…? Zaten hepimiz kaybolmuş değil miyiz, ha burada, ha o uzaklarda, hepsi aynı değil mi… ? Bak biz kaybolduğumuzu bile bile bulunduğumuz yerden ayrılıyor muyuz…?  Sen kendinden değil, içindeki yaradan kaçıyorsun… Unutma, o yara artık kapanmaz… Kaybolduğuna inanmayıp, kendini yeniden bulmak için varlığını tehlikeye atsan da o yaradan kurtulamazsın… O yakınlığın içinde kötülük vardır… Başkalarına kötülük yapmadan kimse yaşayamaz, bunu unutma… O yarada Tanrıyı yaralayan hepimizin suçu var… Bu suçtan kimse kurtulamaz… Sende kurtulamazsın… Unutma ki hepimiz bu suçu yaşarken senin ondan kurtulmak için bizden ayrılman hepimizi küçümsemen anlamına gelir… Bu küçümseme Tanrıyı yaralamaktan daha büyük bir suçtur… Dön artık geriye… Sen bize gereklisin ve buradaki insanların sana ihtiyacı var… Geri dön, seni çok merak ediyoruz…

Bu ilan geldiğim yeri özetliyordu sanki… Suçsuzluğa tahammülleri yoktu… Çünkü en büyük suçlu onlar için içlerindeki bir insanın kendi yarasına eğilmesi ve onun sorgulaması, onun neden varolduğu üzerinde düşünmesi… Tapınağın ayakta kalması için herkesin o yarayı ve onu var eden kötülükleri hiç sorgulamadan benimsemesi gerekiyordu…

Tapınak üyeleri bu yarayı ve bu suça öylesine sarılmışlardı ki onu sorgulayan birinin varlığı hayatlarını tehdit ediyor, kaybolmuşluğun aslında bir kader olmadığını hatırlatıyordu onlara… Ama başka türlü yapamazlardı artık… Birbirlerine acı çektirmeden, kötülük yapmadan yaşayamazlardı… Çünkü orada herkes birbirinin kurbanı ve celladıydı… Ve uzaklaşıp gidince onları birbirine bağlayan bağların gevşeyeceğinden korkuyor, aralarında kurdukları o sahte yakınlıkların anlamını kaybedeceğini düşünüyorlardı…

Çünkü ne zamandır tapınaktaki insanları birbirlerine çektirdikleri acılar ve hemen herkesin uzak ya da yakın ama bir şekilde suç ortağı olduğu cinayetler bağlıyordu… Her yeni kurbanın ve her cinayetin tapınaklarını ve hayatlarını biraz daha güçlü ve yıkılmaz kılacağına inanıyorlardı…

Şimdi artık daha iyi anlıyordum neden geldiğim yerlerde aşkın hep acı ve utanca gömüldüğünü…

Anlamıştım, neden insanların birbirlerini severken öldürdüklerini… Sevgilerin neden kısa bir sürede nefrete ve kayıtsızlığa dönüştüğünü… Neden kimsenin kimseyi gerçekten sevemediğini ve bağlanamadığını…

Ama ne kadar uzağa gitsem de içimdeki o yarayı yok etmeyi başaramamıştım… Ama onu görmüş, ona dokunmuş, onu başkalarına değil kendime doğru çevirmiştim… 

Artık işlediğim bütün suçları biliyordum ve bunlardan kurtulmak için kendime kapanmam, suçlarımı silemeyecekti, biliyordum…

Geri dön, dedikleri için değil, ben istediğim için bir gün elbet geri döneceğim yaşadığım o yere…

Ama bu defa içimde gizli değil, açıkta olacak o yara… Öylesine açıkta taşıyacağım ki onu, bana bakan yaramı görsün istiyorum önce… Bana bakan dünyanın bütün suçlarını bende görsün… İşlenmiş ve işlenecek bütün cinayetleri varlığımda görsün… Beni seven böyle sevsin… Hiçbir sevginin masum ve saf olmadığını bilerek sevsin beni… Ve o da benim eğilip çıkarsın onu gizlediği yerden ve o da üstlensin işlenen tüm suçları…

Tıpkı benim gibi yapsın o da, onu gören yarasını görsün önce…

Çünkü o artık benim içimde gizli bir yede değil, çok açıkta…

Artık yüzümde olacak o yara…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi