'Aydın karakteri çok güç kaybetti'

'Aydın karakteri çok güç kaybetti'
Son kitabı Labirent’le epey ses getiren Burhan Sönmez: Acıyı acıyla kıyaslamadığımız gibi zulmü de zulümle kıyaslamıyoruz.

Seran VRESKALA 


ARTI GERÇEK – 22 yıl evvel talihsiz bir olay yaşamamış olsaydı belki bugün karşımıza sadece bir hukuk insanı olarak çıkacaktı Burhan Sönmez. 2 polisin kendisini coplarla öldüresiye dövmesi ve kafatasını parçalamış olmaları kendisinin tedavi sebebiyle uzun yıllar yurt dışında kalmasına ve kelimelerle haşır neşir olmasına sebep olmuş. Bir röportajında kendisini yazarlığa iten o korkunç olaydan ‘kaza’ olarak bahsetmesi bana başta şaşırtıcı gelmesine rağmen, aslında her şeyi çok net açıklayan bir kelime olduğunu düşündürttü sonradan. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş en genç yazar… Ödülü aldığında 46 yaşındaydı. 4 kitabı var ama sanki hayatı boyunca onlarca kitap yazmış gibi saygı gören yazarlardan… Geçen yıl da 100’den fazla ülkede temsilciliği bulunan uluslararası yazarlar birliği PEN’in yönetim kuruluna girdi. 

Ankara Kürtlerinden. Haymana Ovası’nda, Şêxan Köyü’nde doğmuş ama köyün şimdiki ismi Büyükkonakgörmez… Bu isimden bile bir roman çıkarabilir gibi geliyor bana. Annesinin anlattığı masallarla büyümüş; "Kewê Ana bir gün şunu anlattı" diye başlarmış masalları... Kewê Ana da aslında anneannesi… Bu masalları kendi deyimiyle hazine sandığına saklasa da bu öyküler yazı tarzının temelini oluşturmuş sanki. Yazmanın öğretilebileceğini ama yazarlığın öğretilemeyeceğini savunuyor. Anlattığı her karakterde kendinden bir parça var gibi. Karakterlerine çok bağlı; belki de sadece kendisine ait kalmaları için hiç var olmayan, kendi uydurduğu isimler seçiyor onlara… Romanlarındaki kadınların ise farklı bir yeri ama hepsinin ortak bir özelliği var; mücadeleciler…

‘Sokaklarında dilenen savaş mağduru göçmenleri, yok edilen kıyıları, talan edilen tarihi binaları açıkça görüyor ve ona sahip çıkmıyorsak, şu soruyu sormalıyız kendimize; biz bu kenti hak ediyor muyuz?’ demiş bir söyleşisinde. Gezi eylemlerini de insanların İstanbul’u hak etme isteklerini ortaya koyması olarak değerlendiriyor mesela. Türkiye’nin şu anki halini ise ülkenin zaten hep tanıdık olduğu karanlık bir süreç olarak görüyor. Şiire aşık; onun için kutsal bir şey şiir. Şiir sevmek, hayata sahip çıkmak, iyi insan olmak demiş devrimcilik için… Hep aktif siyasetin içinde yer almış; en son geçtiğimiz Aralık ayında HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için Edirne’ye giden aydınlar adına ortak bir basın açıklaması yapmıştı.  

Son kitabı Labirent, intihar etmek isteyen bir müzisyenin hikâyesini konu ediniyor. Hafızasını yitiren bir insanın hayatta bıraktığı izleri takip ederek kendini keşfetmeye çalışması üzerinden yola çıkan romanda, toplumsal bellekle kişisel bellek birbirine karışıyor.

Bir insanın hiç bilmediği bir duyguyu, hiç görmediği bir yeri, hiç tanımadığı birini anlatması mümkün… Ama işkence ya da tecavüz gibi korkunç yaraları anlatabilmek için bence ya yaşamış olmanız gerekiyor ya da bunu yaşamış birileriyle çok zaman geçirmiş olmak… İnsanın hayal gücü buna yetmez çünkü, sizin yaşadığınız işkenceler kitapta anlattıklarınızın ne kadar yanından geçiyor?

Roman yazarken, yaşadıklarımızdan değil hissettiklerimizden yola çıkarız. Hissetmek içinse, birebir yaşamış olmak gerekmiyor. Yoksa Tolstoy Anna Karenina’yı yazamazdı, Kafka Dönüşüm’ü yazamazdı. Eğer yaşadığınıza benzer bir şeyleri yazıyorsanız, acıyı artırmak yerine belki de azaltıyordur bu. Tanpınar "yazmak, aklın hıfzısıhhasıdır" demişti ya, ona benzer bir şey.

Yaşamınızdaki trajik nokta 22 yıl evvel polislerin size saldırması, ağır yaralanmanız, beyin sarsıntısı yaşamanız… O trajik olay yazar olmanıza da yol açmış. Hayat ne garip ne ürpertici dönemeçlerle dolu değil mi? O olay olmasa bir yazar kazanamayacakmışız…

Haklısınız, o olay olmasa, günlük hayat tempom beni roman yazmaya götürmezdi diye düşünüyorum ben de. Yabancı memleketler dolaşıp tedavi yollarından geçtim. Uzun ve ağır olan bu süreçte, aklım yazıyla meşgul oldu. Hayat böyledir, sizi yok etmeye gelirler, siz yeniden doğmanın başka bir yolunu bulursunuz. Benim kadar şanslı olmayan arkadaşlarımızı, gençlerimizi, aydınlarımızı düşünüyorum. Biraz da onlar için yazıyorum.

İslami bir eğitim sürecinden geçmişsiniz, ama devrimci bir yapınız ve geçmişiniz var; o dönüşüm nasıl oldu?

Büyüdüğüm ortamdaki gençlerin, yani abilerimizin ablalarımızın olumlu etkisi bu dönüşümü sağladı. Onların iyi insan halleri ve okudukları güzel kitaplar, beni ben yaptı.

Tarzınızda masal ve felsefe iç içe… Belli ki felsefe hayatınızın her alanına yayılmış; yine de sanki çoğu hikâyede kendiniz varsınız… Mesela uykusuzluğunuz ve rüya göremeyişiniz ‘Kuzey’ romanınızdaki rüya toplayan kör adamı doğurmuş gibi…

Masala da felsefeye de ilgim var. Kalemime yansıyor bu. Çoğu hikâyede kendim yokum aslında, ama yazıdaki üslup bu havayı yaratıyor olabilir. Doğru yakalamışsınız, Kuzey’de rüya toplayan adam benim kendi yaşadıklarımdan doğdu. Yıllarca rüya göremeyince, öyle birini yazmak istedim.

Boratin gibi siz de hafızanızdan bir parça kaybetmiş miydiniz? O kaybolma durumu ya da o labirent bildiğiniz bir şey mi?

Ben geçmişimi kaybettiğimi hissettim, ama bu Boratin’inki gibi hafıza kaybı yoluyla olmamıştı. Sürgünde yaşamak, yurdunuzdan sevdiklerinizden kopmak, eski sağlığınızı yitirmek, aslında geçmişi yitirmek anlamına geliyor. Ama Boratin’in derdi daha başka.

Belleksizleşmek insanı gerçekten de özgür kılar mı? Bir ülkeyi özgür kılmadığı kesin.

Bence özgür kılmaz. Labirent’te anlattığım Boratin ise bu konuda tereddüt yaşıyor. Günümüz insanının ruh halini yansıtıyor bu. Geçmiş, siyasetin ve kültürün içine o kadar fazla pompalanıyor ki, aslında geçmiş diye bir şey kalmadığını, var olanın da parçalanıp yok edildiğini anlayabiliyoruz. Geçmiş, Foucault’nun deyimiyle "söylem"in, Marx’ın deyimiyle "ideoloji"nin malzemesi olmuş durumda.

Hafızamızı yitirmeden de kendimize yabancı hissettiğimiz zamanlar çok ya… Kitabınızda bu yüzden mi ayna var acaba?

Bu da nedenlerden biri. Boratin günümüzde bir istisna değil, herkesin farklı biçimlerde parça parça maruz kaldığı "geçmişin imhası" halinin bir örneği sadece. Kimse kendi geçmişine sadık değil, kimse onu güzelleştirip öyle muhafaza etmiyor. Boratin ne yapabilir o zaman?

"ROMANIN KONUSU NİSPETEN DAHA KOLAYDIR, AMA İLK CÜMLE VE İLK SAYFA, BENİM İÇİN EN ZOR KISIMDIR"

Karakterleriniz bazen sizi ele geçiriyor mu? Gerçi Labirent’te karakterlerle arama mesafe koydum demişsiniz. Olmak istediğiniz bir karakter yarattınız mı hiç?

Yazarken, belki de en uzak olduğunuz karakterin parçası oluveriyor, ama bunu fark etmiyorsunuzdur. Cevabı kesin olmayan bir soru bu, sanırım. Bu konuda, Oscar Wilde’ın açıklaması hoşuma gider. Dorian Gray’in Portresi kitabındaki karakterler hakkında şöyle der: "Ressam Basil, olduğumu sandığım kişidir. Lord Henry, başkalarının olduğumu sandığı kişidir. Dorian Gray ise olmak istediğim kişidir."

İlk romanınızdan beri büyülü isimler koyuyorsunuz karakterinize; biraz da masalsı… İnsan olmayan bir ismi nasıl uydurabilir? Boratin, Bek, Hayala gibi isimler nasıl ortaya çıktı? Oğlunuzun ismi de mi böyle doğdu?

Bu isimlerin nasıl ortaya çıktığı ve anlamları konusunda bir şey söylemiyorum. Her röportajda soruluyor bu. Ben de cevabı kendime saklayarak, sorunun etrafından dolanıyorum. Oğlumun adını, roman karakteri gibi düşünerek belirlemedik. İki adı var, biri Kürtçe, diğeri Türkçe.

Okuyucular genelde mutlu son istiyor, sizde böyle bir endişe görmüyorum. Siz karakterinize göre mi son belirliyorsunuz?

Mutlu sonları severim. Ama hayat buna her zaman imkân vermiyor. Günlük hayatta aşırı iyimserim. Romanların sonunu, hikâyenin ve karakterin ruhuna göre belirlerim. İlk iki romanım mutlu biter. Sonra İstanbul İstanbul’da, okurun yorumuna göre değişen, iyimser veya kötümser olabilen bir son yazdım. Labirent’te ise, ben hâlâ bir parça iyimserlik ve umut var diye düşünüyorum. Ama sanırım bu biraz tartışmalı, söyleşilerde okurların yorumları çok değişken.

O ilk cümle nasıl çıkar çok merak ediyorum; bütün hikayenin kapısını açan, okuyucunun ilgisini yakalayacak cümle o ilk cümledir ya.

İşte bu zor iş. Romanın konusu nispeten daha kolaydır, ama ilk cümle ve ilk sayfa, benim için en zor kısımdır. Bu giriş kısmı ancak bir yılda ortaya çıkıp netleşir. Sonrası kolay gelir.

Kitaba başladığınızda son kafanızda hazır olur mu çoktan, yoksa hikâyeyi yazarken yaptığınız yolculukta mı belli olur? Hiç birkaç son arasında sıkışıp kaldınız mı; o mu olsa bu mu olsa diye?

Romana başlarken düşündüğüm hiçbir sonu yazamadım. Her romanımın sonu, kitabın ortalarına doğru belirginleşmeye başladı. Üçüncü romanımda, İstanbul İstanbul’da, kitap biterken elimde iki ayrı son vardı.

Kitabınızı bitirdiğinizde ilk kime okutursunuz? Kimin fikrine o kadar güvenirsiniz?

"İlk çeper" diyebileceğim beş altı okurum, yakınım var. Her romanımı önce onlar okur, eleştirir, önerilerde bulunur. Ben bu yorumlar üzerine yeniden çalışırım. Ondan sonra kitabı yayınevine yollar, editörümün ellerine teslim ederim.

"AYDIN KARAKTERİ ÇOK GÜÇ KAYBETTİ DÜNYA GENELİNDE, ÖZELLİKLE SON ELLİ YILDA"

Felsefe ile edebiyat sizce birbirlerine göre nedir? Yani biri olmasa diğeri nefes alabilir mi?

Yeni çağın tartışması bu. Modern çağda felsefenin eski görkem alanları o kadar fazla toza dumana maruz kaldı ki, roman pek çok şey gibi açıkta kalan felsefenin renklerini de içine çekti, soğurdu. Dağda söylenen bir şarkı vardı, sonra dağ yok oldu, felsefe oradaydı. Dağ gitti, şarkı kaldı. Şimdi çantalarda taşınan romanların içinde o şarkı.

Bu soruyu her yazara soruyorum; yazarken belli bir ritüeliniz var mı? Mesela ille de sessiz bir ortam olmalı, kahvesiz olmaz ya da müziksiz harf çıkmaz benden, gibi ritüeller...

Evet, bazı ritüellerim var. Bazen esnese de yüzde doksan uyduğum şeyler bunlar. Düşük sesli, enstrümantal müziği severim. Yalnız olmayı severim. Sigara içen biri değilim, ama çay kahve olsun isterim. Sarı leblebi isterim. Geceleri daha çok severim, ama şimdi gündüzlere de alışıyorum.

Yazar tıkanıklığı yaşadığınızda içinden nasıl çıkıyorsunuz?

Benim çare bulamadığım dert bu. Yazar tıkanıklığını aşmada herkesin kendince bulduğu yollar var. Ben bulamadım.

"Türkiye geçmişiyle yüzleşemediği için, toplum da bunları sakince değerlendirip aşamadığı ve siyaset de bunun üzerine şiddetle gittiği için, yazarlara, sinemacılara, gazetecilere daha çok yük kalıyor" demişsiniz.

Yazar ve aydın aynı şey değil. Yazar, yalnızca metniyle, onun aracılığıyla var olur. Aydın ise bunun dışındaki hayatla, toplumla aktif bağ kurar, oraya dair de bir şeyler yapar. Aydın karakteri çok güç kaybetti dünya genelinde, özellikle son elli yılda. Yine de varlığını sürdürüyor. Ben o güç kaybedenlerden yanayım.

Dünyada bütün kavramlar değişiyor; sağ sol kavramları da kalmadı artık. Sizce edebiyatta da böyle bir değişim yaşanıyor mu?

Günlük kafa karışıklıklarına ve dezenformasyona rağmen, sağ sol kavramları farklı biçimlerde varlığını sürdürüyor. Sınıf sorununun dışında başka sorunların da bağımsız karakter kazanması nedeniyle, klasik saflaşmaların ötesine geçildi. Artık kadın sorunu var, göçmen sorunu var, çevre sorunu var. Bu konulardaki tavrınız, durduğunuz yeri de gösterir. Edebiyatta da böyle.

Ülkenin şimdiki durumu için ne söylersiniz? Gazetecilerin, akademisyenlerin hatta öğrencilerin içeri atılmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu ülke her zaman böyle değil miydi, denebilir. Ama acıyı acıyla kıyaslamadığımız gibi, zulmü de zulümle kıyaslamıyoruz. Sadece zulmün her türüne tavır almak gerektiğini biliyoruz.

Kürtçe düşünerek yazıyormuşsunuz, bazen kitaplarınızın ismini Türkçe’ye çevirirken tam karşılığını bulamıyormuşsunuz…

İlk iki kitabım için öyle söyleyebilirim, özellikle Masumlar romanı kafamda hep Kürtçe ilerledi. Her dilin kendi şiirselliği var. Kürtçeninki en iyi Kürtçede, Türkçeninki de en iyi Türkçede ifade bulabilir. Çevrildiğinde, o dil artık yeni bir dildir. Ama hepsinin sahip olduğu bir üst dil var, edebiyat dediğimiz dil. Onun sayesinde bir romanı her dilde sevebiliyor, oradaki olayları, karakterleri içselleştirebiliyoruz.

Şiirle temasınız sıcacık; sizi bir anlamda bir şeylerden kurtarmış sanki…

Şair doğduk sanki, ama romancı öleceğiz. Ya da bir umut, şiire dönmek mümkün olur da son mekana onunla varırız. Kim bilir...

Öne Çıkanlar