Banliyö: Hestia mı yoksa Hades mi? Kavram karmaşasının ölümcül sonuçları

Banliyö: Hestia mı yoksa Hades mi? Kavram karmaşasının ölümcül sonuçları
Fransa’daki son vahşi saldırı, Cumhuriyet’in laik doğasının kalbine saplanan bir hançer niteliği taşıyor.

Josef H. KILÇIKSIZ


Macron’un, ulusal güvenlik konseyi toplantısında "korku taraf değiştirecek" dediği ileri sürüldü.

Charlie Hebdo gazetesi, siyasal İslamcıların maskelerini alaşağı eden bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Gazetenin editörü "İslamofobi kavramının aslında bir kitle imha silahı olarak değerlendirilmesi gerektiğini» söyledi.

İslamofobi kavramı etrafındaki sinsi örgütlenmenin yıkıcı boyutlarını anlamak için sanki illa da bir "baş kesme" ya da yeni bir Bataclan hadisesinin olması gerekiyor.

Samuel Paty’nin başının sokak ortasında kesilmesinin arkasındaki karanlık ilişkiler sorgulandığında karşımıza mesela CCIF (İslamofobiye Karşı Kolektif) çıkıyor.

CCIF tarih ve coğrafya öğretmeni Paty'e karşı fetva verip ona düşmanca bir kampanya yürütmüştü. İçişleri Bakanı Dermanin’in kapatılmasını istediği kuruluş, Müslüman Kardeşlere bağlı bir organ gibi faaliyet sürdürüyor. Bu örgütün Erdoğan hükümetiyle ilişkileri de mercek altına alındı.

Örgütün zamanında İslamofobi’ye karşı düzenlediği yürüyüşe, France Insoumise hareketi ile çok sayıda diğer solcu parti ve örgüt katılmıştı.

İslamofobiye karşı mücadele, Avrupa Sol’unun yumuşak karnını oluşturuyor. Siyasal İslam’ın bir tür Truva atı olan İslamofobi, diğer sağcı-milliyetçi partilerin geçişken olmayan dış zarından içeri sızamıyor. 

Siyasal İslam sol siyasi bünyelere sızdıktan sonra onların "kimyasını" bozup reflekslerini felce uğratıyor.

Bu sızma hareketi siyasal İslam’a geniş siyasi bir alan da sağlıyor.

Göçmen kökenli faşistlerin, köktendincilerin, dini ve etnik azınlıklar ile kadın ve özgürlük düşmanlarının solcu partilerin içinde yuvalanmaları önemli bir paradoksu da gözler önüne serdi.

Bu tür insanlar kendi ülkelerindeki faşizan, inkârcı ve özgürlük düşmanı hükümetlere destek çıkarken Avrupa’da ifade özgürlüğünü, laikliği ve azınlık haklarını savunan sol partileri sıçrama tahtası olarak kullanıyor.

Sol partiler bu insanlara kapılarını bazen siyasal naiflik bazen de oy kaygısı nedeniyle çekincesiz açabiliyor.

Sol parti ve örgütler siyasal İslam’ın gizli ajandasının kilometre taşlarından biri olan İslamofobi’ye karşı mücadele kisvesi altında, radikal dincilerin toplumda ektikleri nefret tohumlarının yeşermesini görmezden geldi.

İslamofobi, köktendinciliğe karşı önlem alınmasını da engelleyerek polisi ve hükümetleri savunma pozisyonlarına iten, onların ellerini kollarını bağlayan bir işlev de görüyor.

Kavramların giderek muğlaklaştırıldığı uğraklarda Sol, siyasal İslam'ın gizli açık gündemlerinin peşine takılıyor.

Anti-emperyalizm versus Fetih, Ortadoğu, Afganistan ve Filistin’de işgale karşı durma versus Yahudi düşmanlığı ve Hilafet, İslamofobi karşıtlığı ile şerî niyetler, iltica politikalarında yüksek toleransa karşı demografik yayılmacılık, lobi ve siyasi nüfuz sağlama, sosyal devlet yardımlarının henüz oturum izni almamış olanlara doğru genişletilmesi ile paralel bir sosyallik oluşturmak arasında bir kavram karmaşası yaşanıyor. Yukarıda saydığım bu uğraklarda Sol’un kafası epey karışık görünüyor.

Köktendinci işgale karşı gevşeklik suçlamalarının odağında bulunan sol partiler, Samuel Paty olayından sonra günah çıkartan açıklamalar yaptılar.

Son olay, Cumhuriyet değerleri ve laikliğe cesurca sahip çıkmak adına Sol’u bir paradigma değişikliğine zorluyor.

Sol’un kafasının karmaşıklığı bir yana Fransa’da laiklik ile entegrasyonun birbirini tamamlayan değil de, birbirinin altını oyan iki kavram olduğu görülüyor.

Fransa’da entegrasyon sorunu geçmişin travmatik uğrakları üzerine kurulduğu için, her saldırıdan sonra her uğrakta jakoben laiklik, kolonyal çağ, Ortadoğu ve Cezayir savaşı, cemaatçilik, banliyö, gevşek göç politikaları, vb. kavramlar sorgulanıyor.

Yine de laiklik, köktendinci tehlikeye karşı toplumun tutunduğu son siyasal mevzi olarak önem kazanıyor.

Büyük ölçekli önlemler yerine, iç kamuoyunda oluşan tepkiyi bir nebze olsun dindirmek için, iç istihbarat servisi DGSE (mukabili bizdeki MİT) tarafından, halı hazırda bilinen "fiche S" (terör nitelemesiyle fişlenenler) kategorisindeki adreslere baskınlar düzenleniyor.

Son saldırı bağlamında Medusa metaforunu bu defa tersten kurmaya çalışıyorum. Athena’nın ve Perseus’un iş birliğiyle başı kesilen Medusa’dan sıçrayan kanlar bu sefer Libya çölüne değil de Paris’teki bir ortaokulun bahçesine düşüyor.

Medusa’nın kesilen boynundan Pegasus değil de, Paris’in banliyösünde yılana dönüşen köktendincilik ve selefilik fışkırıyor.

Vahşi olay banliyöde bir süredir hâkim olan aldatıcı sessizliğin bozguna uğradığı bir dehşet anına denk geliyor. Öğretmenin kesik başı, başta öğretmenler olmak üzere herkesi geçmişte yaşanılan travmatik olguların bilinçaltı korkusuyla baş başa bırakıyor.

Köktendincilik, aidiyet krizi ve kayıp kimlikler üzerinden, banliyöde ikinci bir katman yaratıyor. Bu ikinci katmanda, "haute culture" (yüksek kültür) Fransa’sı ile banliyö gerçekliğini bir arada tutma olanağı bulunmuyor.

Sosyal sınıflar arasındaki makasın zenginler lehine giderek açılmasıyla birlikte derinleşen sosyal adaletsizlik, ikincil toplumsal katmana yeni gerginlikler yüklemeye devam ediyor.

Köktendinci, banliyö kavramına hâkim olması gereken, iyimser, çok kültürlü atmosferin içine yedirilmiş bir olumsuzlama olarak boy gösteriyor. Korkunç eylemini radikal küçük bir zümre dışında kimse sahiplenmiyor.

Soy Fransız’ın banliyödeki adama üstten bakan sert tutumu, bu tipolojiyle baş etmesini zorlaştırıyor. Fransız aydını, psikopat, suçlu, katil tanımlamalarını istediği kadar kuramsal çerçevelerin içine yerleştirsin, köktenciliğe militan üreten düzenekler yapı sökümüne uğratılmış olmuyor.

Bu tipoloji, eğer dışlanmanın ve başarısız entegrasyonun bir sonucu değil de bir tercih ise, daha da sıkıntılı bir durum ortaya çıkıyor.

Sözüm ona çok kültürlü toplumun sunduğu iyimser izlekler son saldırı karşısında bir kez daha zemin kaybediyor.

Charlie Hebdo karikatürlerinin yayılmasıyla ortaya çıkan Müslüman cemaatine karşı "kültürel duyarlılık" eksikliği ile öğretmenin kesik başında somutlaşan köktendinci tahammülsüzlüğü arasındaki antagonizm, giderek bölünmüş bir Fransa'nın işaretlerini ele veriyor.

Bu antagonist konuşlanma, demokratik tartışma kültürünün ortak alanının sürekli olarak daraldığı bir sosyalliğe yol açıyor.

Banliyö, İslam’da mevcut olması gereken hoşgörü ve barış ilkesi tarafından değil de, kapalı cemaat normları ve cihatçı bir distopya tarafından yönetiliyor. Cemaatçilik ruhunun baskın olduğu doğu toplumlarının alışkanlıkları banliyöde sürdürülüyor. Kenar mahalle (banliyö), aileden sonra ikinci önemli bir mikro sosyal evren olarak önem kazanıyor.

Ancak kapalı kenar mahalle miti içinde çokça kin ve nefret de biriktiriyor.

Radikaller, iktidarın kuşatması altındaki aidiyetsiz adama, karşı taraftan değil de, tam da içerisinden yaklaşıyor.

Banliyö gerçekliği giderek, cemaat üyesi olmayanlara aktarılamayacak kapalı bir topluluk deneyimi adına ayrılmanın yasak olduğu bir "kale" haline geliyor.

Fransız toplumu böylece yan yana inşa edilen nefret kalelerinden oluşuyor. Kamu otoritesi bu kaleler arasındaki ilişkileri düzenlemek bir yana, salt güvenlikçi önlemlerle "laik kaleyi" tahkim etmeye çalışıyor.

Fransız yasaları ifade özgürlüğünün diğer tüm hususların önüne geçen bir ayrıcalığı olmasını öngörüyor ve dinlere, peygamberlere ve tanrılara karşı küfür dahil, her türlü hakareti suçtan saymıyor.

Birçok okula adı verilen Jules Ferry, Fransa’da "l'école laique, gratuite et obligatoire" (zorunlu, ücretsiz ve laik eğitim) şiarının babası olarak biliniyor. Ancak yukarıda belirttiğim bu yasaların uygulanabilirliği, Jules Ferry zamanındakinden çok daha karmaşık, etnik, dini ve kültürel anlamda çok katmanlı bir göç toplumunda kolay olmuyor.

Tartışma, İslam'a inananların inancını aşağılama özgürlüğü ile kutsal yerlere ve varlıklara hakarete izin verilmemesi gerektiği pozisyonları arasında sürüyor. Fakat bu uygar bir tartışmadan çok, birbirine sonsuza kadar kenetlenmiş iki güreşçi imgesi arasındaki boğuşmayı andırıyor.

Tartışma (ya da boğuşma) yine de, yaklaşık dokuz milyon Müslümanın yaşadığı ülkede (bunların yaklaşık dört milyonu dini vecibelerine sıkı sıkıya bağlıdır.) saldırıyı bağlamsallaştırmaya yarıyor.

Irak ve Suriye'deki radikalleşmelerin ve toplumdaki siyasal çürümenin bir neticesi olarak İŞİD yükseliyor. Irak ve Afganistan'daki Amerikan askeri müdahaleleri, Suriye ve Irak gibi etnik ve dini olarak karma ulusların negatif ayrışmasına katkıda bulunuyor.

Ortadoğu’daki etnik ve dini ayrışmanın yansımaları banliyöde gözleniyor ve heterojen özellikler barındıran göçmenler arasında gerilimlere neden oluyor.

Ortak akıl, inançlara hakaretin sert yaptırımlara bağlanması gerektiğini söylese de son saldırıya karşı olan dehşet ve tiksintiyi azaltmıyor.

Conflans'taki öğretmen, hoşgörü gerektiren tartışma kültürü ile saygı gerektiren bir arada barışçıl yaşama kültürü arasındaki hassas dengeyi gelecek kuşaklara öğreteyim derken, toplumsal katmanların arkasına fi tarihinden beri yığınak yapmış kin ve nefretin bedelini başıyla ödüyor.

Çeçen saldırganın ailesi ve kendisi hakkında, "kimlik inşası" sırasında izledikleri Grosny güzergahı üzerinden birtakım analizler yapılıyor.

Aidiyet krizi içinde bocalayan Çeçen kökenli mülteciye bir biat paradoksu uyarınca bir yerden bir komut geliyor. Bazıları, 18 yaşındaki Çeçen’in durumdan vazife çıkardığını iddia ediyor.

Terör eylemleri protagonistine, korkuları, silikliği ve aidiyet krizi için müthiş alibiler sunuyor. Eylem, olmayan cesaretinin ve ahlakının yerine, temel izlekleri ölüm, korku, şiddet, kafirin cezalandırılması, fetih, aidiyet, cennet ve mitler olan "dini" bir ikame olarak işlev görüyor.

Son Collège saldırısının ideolojik kodları sorgulandığında ortaya işte bunlar çıkıyor.

"Hiç kimse artık evinde bile güvende değil" iletisi taşıyan saldırılar son beş yılda, toplumda devlete karşı bir güven krizi yaratıyor.

Komşuya, ötekine ve Cumhuriyet’e karşı güven krizi, terör saldırılarının dayandığı temel paradigmayı ele veriyor.

Her saldırının ardından iddialı laflar eden politikacıların söylemlerinden, ses ve sözcük kalıntıları boşluğa saçılıyor.

Çiçeği burnunda İçişleri Bakanı Gérald Dermanin, toplumu segmentlere ayırarak yatıştırmaya çalışıyor. Oysa Fransızlar artık suçu tolere etmeyi öğrenerek yatışmak istemiyor.

Saldırıların ardından mum yakma geleneği, Mezopotamya tanrılarına kurban sunan eski Sümer ritüellerini andırıyor ve artık kabak tadı veriyor.

Son saldırı, aklın duyguları, duygularınsa aklı felç ettiği bir duygu karmaşası oluşturuyor ve Orta Doğu'da, Suriye’de kanat çırpan kelebeğin Fransız toplumunda bir kasırgaya yol açabileceğini gösteriyor.

Irak ve Suriye'nin birliğinin imkânsız restorasyonu Ortadoğu’da topyekûn bir barışı olanaksız hale getiriyor. Birleşmiş Milletlerin gözetiminde etnik grupların, din ve mezheplerin konfederasyonundan oluşan bir Ortadoğu devletler topluluğu, tek barışçıl çözüm olarak ön plana çıkıyor.

Bu çözüm perspektifleri tartışıladursun, örümcek ağını örmeyi sürdürüyor (çünkü ağ yapmayan örümcek ölüyor) ve ağına düşürdüğü kurbanını "başından başlayarak" yiyor.

Öne Çıkanlar