Bir barikat, bir şapka

Sonra askerler ateş açtılar sahiden, çok değil ama birkaç şarjör herhalde ve daha çok duvarlar aldı nasiplerini, sıvalar uçuştu havada.

Ters ters baktı bana. Hiç yeri değildi halbuki. Bolivya parlamentosunun önünde mutena bir barikattı çünkü. Dün aralarındaki kavgada taraf tutmuştum. Pek taraf tutmam aslında. Hele bir evde misafirsem hiç ama bana sormuşlardı ısrarla, sen ne dersin diye. Meclisin önünde askerler iyice hareketlenmişti. Sloganlardan pek anlaşılamayan komutlar geliyordu. Bir kısmı tüfeklerin ağzına mermi sürdü. Her şeye rağmen duyuluyordu mekanizma sesi. ‘Algıda ölmek’ de denilebilirdi buna. Bir önceki büyük gösteride 60’dan fazla insan ölmüştü, yine bu meydanda. Bizimkiler ceplerindeki dinamitleri kontrol ettiler. Madenciler, eski madenciler, Koka çiftçileri, gecekondulardan gelenler, yerliler, kadınlar, erkekler, çocuklar, ahali yani…

-‘Ahali ne babaanne?

Ağalar ve köpekleri dışındakiler oğul’-*

‘Geri kafalı’ demişti Moises’e. La Paz’da pazarda küçük bir dükkanı vardı. Küçük dediğime bakmayın, çok küçüktü. Bir kendisi sığabiliyordu -ona çok küçük denilemezdi ama- bir de her tarafındaki mangolar, muzlar, ananaslar, papayalar filan. Bir de ‘mutfak robotu’ vardı, dükkânın göz bebeği. İçine ne atılırsa hızla parçalayıp, suyunu çıkartıyordu. Dükkân deyişim de sözün gelişi, bir seyyar satıcı tezgahının yerleşik haliydi işte. Rengarenk bir yerdi ama ve çok güzeldi meyve suları. Şapkası da başında olurdu hep, bir Kechua şapkası, kenarlarında ince bir gölgelik olan. Üstünde bir de kahverengi şerit geçiyordu. ‘Bu geri kafalı Moises’e kalsa, bunu da aldırmazdı bana’ diyordu, mutfak robotunu gösterip. Daha önce meyveyi parçalayıp, kollu bir alette sıkıyordu. Bence de Moises haklıydı. Daha güzel oluyordu meyve suları ama ses çıkarmadım. Bana meyve suyu sıkıyordu çünkü, papaya ve muz karışık…

-‘İndian’ kadınların neredeyse hep şapka takıyordu. Şapka sömürgeci işiydi aslında. İşgalciler, ‘İnidan’ları -yerlileri, hepsini birbirine benzetip, ayıramadıkları için, her bölgedeki insanlara, farklı şapka takmalarını zorunlu kıldılar. Böylece uzaktan, isyancı ya da tehlikeli olup, olmadıklarını ayırt edebileceklerdi. Fakat sonra bu, şapka bir kimliğin simgesi halini aldı. İndianların, özellikle kadınların hala terk etmedikleri dillerinin, kimliklerinin bir simgesi-

Yine ters baktı bana. Halbuki ne gerek vardı. Biraz sonra başımızın üstünden mermiler uçuşacaktı. Elinde ortasında kesilmiş bir dinamit lokunu vardı. Diğer elinde bir çakmak, madenci kızıydı, dinamitlerin üstüne yatırıp büyütmüştü annesi, öyle anlatmıştı kaç kere, hep meyve suyu içerken ben, kısa bir fitili vardı dinamitin, bazen henüz yere düşmeden patlayabiliyordu, bazen sadece mango suyu da içiyordum, sarı- yeşil bir rengi oluyordu ve bir muz da içine, uyarına gelirse…

Evin ön duvarını yıktırıp, renkli vitrin camı taktırmak istiyordu. El Alto’da bir gecekonduydu evleri ve duvar da benim yatarken sırtımı verdiğim duvardı ve zaten tek odalıyı gecekondu ama parayı o biriktirmişti. Sokakta herkes böyle yapmaya başlamıştı nedense, havalı ve parlak duruyordu ev, brikettendi duvarlar, kolay kırılıyordu, o camı nasıl tutacak ve çok çirkin. Yani çok kötü bir fikirdi ama yine de böyle söylememiştim, sadece Moises haklı galiba filan gibi bir şeyler mırıldanmıştım.

İnsan bu kadar da kırılır mı canım…

Sonra askerler ateş açtılar sahiden, çok değil ama birkaç şarjör herhalde ve daha çok duvarlar aldı nasiplerini, sıvalar uçuştu havada. O da fitili yaktı, atmadan bana bakıyor gibi geldi, havada biraz uçuşunu gördüm fitilin, nereye düştü bilmiyorum, başımı dışarı çıkarmıyorum, sıvalarım dökülmesin ama sesini ayırt ettim dinamitin, kalabalık içinde tanıdık bir sesi seçer gibi ve herkes geriye koşmaya başladı, panzerler geliyordu üstümüze galiba, günde üç-beş kere bir ileri bir geri oluyordu. Kaçmaya başlamadan önce onun şapkasını yerde gördüm. Vurulan yoktu ve zaten bitmişti şarjörler ve komutanlar artık bizim kazanacağımızı anlamışlardı sanırım.

Kaçarken şapkayı da aldım yerden. Bence artık kızmazdı bana ve gerçekten çok kötü oluyordu gecekondu duvarlarında vitrin camı, neoliberal, neoliberal ve içerisi de görünürdü güneş geldiğinde.

Yine de bir daha fikrimi söylememeye karar verdim, geriye koşarken şapka elimde…

*Ali Duran Topuz anlatmıştı; soran o, ‘ahali’ ne diye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Metin Yeğin Arşivi