Bir türlü değişmeyen paradigma

Kürt sorununun ve genel demokratikleşme sorununun çözülmesi ve bu çözüm olmadan da Türkiye’nin istisnâ hâli paradigmasından çıkışı ihtimâl dâhilinde değildir.

Son zamanlarda, özellikle de Türkiye’nin siyâsî rejimi ile ilgili değerlendirmelerde sıkça "paradigma" kavramına tesâdüf ediyoruz. Vaktiyle Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflâsı kitabı yayınlandığında bu kadar yaygın mıydı, doğrusu net olarak hatırlamıyorum. Kavram, içinde bulunduğum yazılı veyâ sözlü akademik ortamlarda kullanılmaktaydı ama akademinin ötesinde kamusal yaygınlığı bugünkü kadar değildi. Tabiî hemen her kavramda olduğu gibi paradigma kavramında da yaygınlaşmaya bağlı olarak bir anlam erozyonu oluştu, bir diğer deyişle kavramın içeriği de, teorik anlamda taşıdığı önem de aşına aşına, neredeyse basitçe bir "düşünce çerçevesi" anlamına indirgenir oldu.

Örneğin, son zamanlarda "post-Kemalist paradigma"dan bahsediliyor. Anlayabildiğim kadarıyla, post-Kemalist paradigma denilen şey, "Kemalizm’i eleştirmek" demek ama bu, basit bir eleştirinin ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşememesi ile ilgili temel, belki de tek, suçluyu "Kemalizm" olarak teşhis eden bir eleştiri demek. "Post-Kemalist paradigma" varsa, kuşkusuz bir de "Kemalist paradigma" olmalı, değil mi? Post-Kemalizm diye bir paradigmanın mevcut olup olmadığı tartışılır. (Dileyen okurlar, bu aralar İletişim’den yayınlanmış olan "Post-post-Kemalizm" kitabına bakabilirler, hattâ bakmalıdırlar.) Tartışma götürmeyecek olan ise, Kemalizm’in bir paradigma olarak varlığıdır. Varlığının da ötesinde, Fikret Başkaya’nın ifâde ettiği gibi, "iflâs" etmesine rağmen bir türlü de değişmeyen bir paradigma bu. Kısaca açıklamaya çalışayım.

Önce paradigma kavramı. Paradigma, Yunanca kökten gelen bir kelime, örnek, numûne veyâ model olarak Türkçe’ye aktarılabilir. Örnek veyâ model anlamında paradigma, bizim bir kümeyi anlamamızı sağlamaktadır. Bir diğer deyişle, bir çok öğeden oluşan bir kümeyi anlatmak için, o öğelerden birini örnek olarak alıp açıkladığımızda, kümeyi de açıklamış olmaktayız. Fakat, kümeyi açıklamak için seçtiğimiz öğe, rastgele herhangi bir öğe değil, kümeyi meydana getiren öğeler arasında, en iyi bilinebilir nitelikte olan öğe olmalıdır. Burada paradigma, hem kendisi aracılığıyla açıklanan kümenin dışına alınmış olmakta, hem de açıkladığı kümenin en iyi bilinebilir nitelik taşıyan öğesi olarak onun içinde yer almayı sürdürmektedir.

İzninizle, çağımızın önemli siyâset kuramcılarından Agamben’in "Paradigma Nedir?" yazısındaki örneği kullanayım. Rose (veyâ biz Türkçe Gül diyelim), bir kadın ismidir ve ismin yalın hâlinde bulunmaktadır. Böylece Rose veyâ Gül, "kadın isminin yalın hâli"ni anlatan "paradigma" olarak "yalın haldeki kadın isimleri" kümesinin dışına çıkarılarak o kümenin bilinebilirliğini sağlamış olmaktadır. Bir diğer deyişle, "yalın halde kadın ismi nedir?" sorusunu Rose veyâ Gül paradigması üzerinden cevaplayabilmekteyiz.

Uzatmadan, benzer bir soruyu bir başka kavram için soralım. "Egemenlik nedir?" Bu soruya siyâset bilimi ve kamu hukuku kitaplarında çok değişik cevaplar verilmiştir. Üzerinde birleşilebilen bir tanım bulmak zor olsa da, bâzı ortak terimleri yakalamak mümkündür. Örneğin, egemenliğin bir iktidar olduğu açıktır. İktidar ise, buyurmak ve buyruğu, gerektiğinde fizikî zor kullanarak icrâ etmektir. İşte, buradan hareketle diyebiliriz ki, egemenlik öyle bir iktidardır ki kendisi buyruk verir ve zor kullanır ama kendisi başka hiçbir varlıktan gelecek herhangi bir buyruğa tâbi olmaz, olmaya da zorlanamaz. Bu anlamda egemenlik, "en üstün, sınırsız, mutlak ve tek iktidar"dır.

Bu özelliklerini hatırlayarak, genellikle "egemenlik" ile birlikte andığımız bir diğer kavram da devlettir, daha doğrusu egemenlik devletin vazgeçilmez niteliklerinden biridir, öyle bilinir. Bir siyasî örgütlenmenin egemenliği yoksa, devlet olma niteliği de yoktur. Oysa biz biliyoruz ki çağdaş devlet, "hukuk devleti"dir, yâni Anayasa’da da yazdığı gibi, bütün eylemlerinde ve işlemlerinde hukukla bağlı olan devlettir. Peki bu, egemenlik ile çelişmiyor mu? Devlet egemen ise, egemenlik de sınırsız bir iktidar ise, hukuk devleti, egemenlikten yoksun olmalıdır zirâ devletin iktidarının sınırı olarak bir "hukuk"tan söz edilmektedir. Biraz karışık bir durum, anlaşılan. İçinden çıkmak için şöyle bir yol bulabiliriz.

Devlet egemendir çünkü devlet, ne zaman hukuku yok sayarak davranması gerektiğine ve dolayısıyla da davranabileceğine karar verendir. Bir diğer deyişle devlet, hukuk devleti olarak varlığını sürdürürken, kendi varlığına yönelik bir tehdit gördüğü zaman, hukuku askıya alır, hukuku bir kenara iter, tehdidi veyâ tehlikeyi bertaraf edip, yeniden hukuk düzenine dönmek mümkün oluncaya kadar veya yepyeni bir hukuk düzeni inşâ edinceye dek, hukuka göre değil, kendi "devlet çıkarı"na göre yönetmeyi, yâni güç kullanmayı sürdürür. Kamu hukukçularının genellikle "diktatörlük" olarak kavramlaştırdıkları bu "hukuksuz iktidar" türünün geçerli olduğu durum ise "istisnâ hâli" veyâ "olağanüstü hâl" olarak kavramlaştırılmaktadır.

Burada tekrar Agamben’e, özellikle de "İstisnâ Hâli" adlı eserine dönmek isterim. Agamben, Alman hukuk düşünürü Carl Schmitt’in egemenlik tanımına da atfen, "istisnâ hâli"nin modern devletin (yönetim) paradigması olduğunu ileri sürmektedir. Schmitt’in, "egemen, istisnâya karar verendir" deyişini referans alan bu teze göre modern devlette istisnâ hâli, istisnâ olmaktan çıkmış, kural hâline gelmiştir. Burada Agamben’in bizi de yakından ilgilendiren en çarpıcı tesbiti, istisnâ hâlinin hukuk düzeni tarafından önrgülüp düzenlenmesi ile ilgilidir. Dünyâ üzerinde bâzı devletler "istisnâ hâli" ile ilgili herhangi bir düzenleme yapmamışlardır. Dolayısıyla, o devletlerde hukukun askıya alınmasını gerektiren olağanüstü veyâ âcil bir durum olduğu zaman, hukuk askıya alınmakta ve hukuksuzluk hâkim hâle gelmektedir. Buna karşılık, çoğu Kıt’a Avrupası’nda bulunan diğer bâzı devletlerde "istisnâ hâli" anayasal düzenin bir parçasını oluşturmaktadır.

Bu devletlerde "istisnâ hâli"nde "normal hukuk" askıya alınmakta, normal hukuk düzenine geri dönüş için sınırlı bir süreyle geçerli olan bir "âcil" veyâ "olağanüstü" yönetim tesis edilmekte, ama bu da kendi "istisnâî" veyâ "olağanüstü" hukukuna tâbi olmaktadır. İşte Agamben’in önemli tesbiti bu noktaya değinmektedir: Olağanüstü hâli bir anayasal-hukukî durum olarak düzenlemiş olsa bile, bir devlet, bu olağanüstü hâlde alınacak olan kararların sonuçlarını önceden belirleyemez ve bu kararların olağanüstü hâl îlân edilmeden önceki hukuk düzenine dönüşü mü yoksa başka bir hukuk düzenini inşâ etmek için mi kullanılacağına dâir belirleyici bir düzen kuramaz.Agamben’e göre Nazi Almanyası tecrübesi bu konudaki en çarpıcı örnektir. Bu nedenle de Agamben, "istisnâ hâli"nin modern devletin paradigması olarak kural hâline gelmiş olduğunu ileri sürmektedir.

İçinde geçüiğimiz ve bitmediğini de bildiğimiz OHAL tecrübesini de dikkâte alarak soralım, Türkiye de bunun dışında kalamaz, değil mi? Aksine. Kanımca mes’eleye Türkiye açısından baktığımızda, durum daha da netleşmektedir. Bir diğer deyişle Türkiye de, istisnâ hâlinin paradigmatik özellik kazandığı en çarpıcı örneklerden birini oluşturmaktadır.

Bir kere, Cumhuriyet’in îlânından bugüne kadar geçen yüz yıla yakın süre boyunca, 27 yılı tek-parti diktatörlüğü, yaklaşık 15 yılı askerî darbe veyâ askerî kontrol altında ara rejim, 20 yıla yakın sürenin de "bölgesel olağanüstü hâl" altında geçtiğini hatırlayalım. Geri kalan "demokratik hukuk devleti" etiketine yakın gibi görünen dönemlerde de, Süleyman Demirel’in ünlü sözüyle, "arada bir [bizce "sık sık"] "rutin [hukuk] dışı"na çıkan devlet. Burada temel sebeb, geçtiğimiz Pazar günü 99. yılını idrâk ettiğimiz Lozan’da açığa çıkan ama uygulamaya geçirilmesi 1924 sonrasına sarkan bir "paradigma"dır. [Paradigmanın Lozan’da nasıl açığa çıktığını geçen haftaki yazımda biraz kurcalamıştım. Özetle ve buraya uyarlayarak aktarayım:

Anadili Türkçe olmayan halkların sâdece gayrimüslimlerle sınırlı tutulması ve hukuk içine alınması, gayrimüslim olmayan halkların anadilleri Türkçe dışında olanların ise "hukukun dışına" âit olma anlamında "istisnâ" addedildiği …] Bu paradigma, Lozan’da kabûl ve tescil edilen uluslararası varlık olarak Türkiye devletini, monolitik bir Türk millî devleti yapmak, bunun için de Türk olmayanı "istisnâ" hâline getirip hukukun mümkün olduğunca dışında tutmak biçiminde özel bir "istisnâ hâli" örneği veyâ modeli olarak karşımızda durmaktadır.

Yüz yıllık târihin istisnâî veyâ olağanüstü dönemlerine ve "normal" dönemlerine sinmiş "istisnâî" [hukuk dışı] pratiklerine baktığımızda, bir türlü değişmeyen bu paradigmanın temel belirleyicisinin Kürt sorunu olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, bu paradigma değişmeden Kürt sorununun ve genel demokratikleşme sorununun çözülmesi ve bu çözüm olmadan da Türkiye’nin istisnâ hâli paradigmasından çıkışı ihtimâl dâhilinde değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi