Birazdan dalgaları aşıp geleceksin

En son aradığımda benimle uzun konuşamayacağını, uzak bir yerden misafirlerinin geldiğini söylemiştin.

Tanrı var… Tanıdım ben onu… Dokundum ona… O var ve ben onu çok özlüyorum… Hem de çok… Tanrı var ve şu anki hâlimden o sorumlu.

Sadece o…

Odamda bir başımayım ve ne yapacağımı bilmiyorum. Günlerdir dışarıya çıkmadım. Hiçbir şey bana heyecan vermiyor. Her şey cansız sanki. Her şey yavan ve tatsız… Birazdan dergiden arayıp bu haftaki yazımı getirmemi isterler. Oysa yazdığım falan yok. Çünkü sadece onunla doluyum. Dopdoluyum. Yazmak, ona ulaşmak içindi, onu bulmak içindi. Şimdi buldum onu… Aradığımı buldum. Ama o, yok ortada… Tanrı yok… Hem var hem yok…

En son aradığımda benimle uzun konuşamayacağını, uzak bir yerden misafirlerinin geldiğini söylemiştin.

"Seni özledim, biraz konuşalım," dedim. "Sesini özledim," dedim. "Ama rahat değilim, konuşamam," dedin. Sonra… Ne zaman sonra… "Yarın aramaya çalışırım," dedin. "Yarın!" Öyle kolay söyledin ki deliye döndüm hırsımdan. Oysa ben hiçbir zaman Tanrı olamadım. Hiçbir zaman yarının geleceğinden senin kadar emin olamadım. Birine deliler gibi âşıkken, yarınlar hep çok uzaktı bana. Yolu kardan kapanmış, kimselerin arayıp sormadığı ve sonsuz bir unutuluşa terk edilmiş köyler gibi, uzak ve imkânsızdı… Evdeki bütün elektrikli ısıtıcıları yakıp, kazak üstüne kazak giyiyorum ama yine de üşüyorum… Çok derinlerden gelen bir üşüme bu… Çocukluğumdan gelen… Çok eski bir üşüme… İlk terk edilişlerden, ilk hayal kırıklıklarından, ilk vedalaşmalardan gelen… Çocukluk üşümesi bu, her aşkta ortaya çıkan… Canım, kardeşim benim; canım, çocukluğum; ne kadar üşütsen beni, o kadar artıyor sana duyduğum mahcubiyet… Ellerim ne zaman boşluğu sarsa, hep seni hatırlıyorum. Ben büyüdüm, sen orada kaldın… Hep orada… Hep soylu, hep kırgın…

Ben insanların arasına karıştım, sen orada kaldın… Her imkânsız aşk, bana çok uzakta bıraktığım çocukluğumu anımsatır… Tanrı’ya benzettiğim imkânsız sevgili, beni uzaktaki o çok kırgın çocukluğumla buluşturduğun için minnettarım sana… Tanrı’ya benzettiğim imkânsız sevgili, beni o çok uzaktaki, o çok kırgın ve hep kendine kanayan çocukluğumla bu sonu gelmez, bu kapkaranlık gecenin ortasında bıraktığın için nefret ediyorum senden ve sensiz olamıyorum… Böyle bir duayı ilk sen başlattın… Sağ ol, Tanrı’m, yeni bir çığır açtın!..

"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor; lütfen, sonra tekrar arayın… Aradığınız aşk şu an çok meşgul, ona bir türlü ulaşılamıyor…"

Seninle arama, bir sürü gereksiz ve aşağılık adam ve kadın giriyor. Kim bunlar? Seninle aramda işleri ne? Tanrı’m, gerçek buysa, gerçek olan her şey bende tiksinti uyandırıyor! Donmuş, bu dünya… Cansız… Ölü gibi. Soluk alıp vermiyor… Sadece senin aramanı bekliyorum… Sen ararsan, dünya buzlarından arınacak ve hiç olmadığı kadar canlanacak… Sen ararsan, dünya bütün kimsesiz ve kanayan çocuklarıyla birlikte soluk alıp verecek… Sen ararsan… Sen ararsan… Sen ararsan…

Evet, alçalıyorum. Ama elimden başka bir şey gelmiyor. Aşk bu… Alçalma, yükselme tanımıyor. Bu dünyaya ait her duygu, ona yabancı. Âşık olsaydın, bilirdin… Sevgilisine, "Ben senin köpeğinim," diye mektuplar yazan Rus Şair Mayakovski’yi bir kez daha hatırla. Hiç utanmıyorum söylemekten, ben de senin köpeğinim.

Öyle olmasam, içim titreyerek ve bu dünyadaki her şeyden elimi eteğimi çekip yalnızca senin telefonunu bekler miydim?.. Biliyor musun, aşk sonsuz bir alçalıştır, sevgili!.. Bunu, senin varlığın öğretti bana… Aşk, inadına bir alçalıştır; bunu, senin yokluğun öğretti bana…

Evine başka köpek aldığın için vücudu önce yaralar döken, sonra da acılar içinde ölen bir köpeğin vardı hani, yıllardır sana bağlı, senden başkasını tanımayan… Senden habersiz, gizlice, annen gömmüştü onu, evinizin arkasında uzak bir bahçeye… İşte ben, o köpeğin ta kendisiyim… Üzerime soğuk topraklar örtülse de benden umut kesilse de yine de beni ziyaret etmeni, bir kez olsun ayağıma gelmeni, toprağıma o sıcacık ellerinle dokunmanı istiyorum. Ben bunun için öldüm, biliyor musun; toprağıma, o güzel, o eşsiz ellerinle dokunman için… Ben, senin ihmal ettiğin ölü köpeğinim…

Biliyor musun, aşk, sonsuz bir saçmalayıştır, sevgili!.. Bunu, senin varlığın öğretti bana… Aşk, inadına saçmalayıştır. Bunu, senin yokluğun öğretti bana… Dinlerle bir ilgim yok, ama geçen gece öyle çaresiz kaldım ki evdeki din kitaplarında aşk hastalıklarıyla ilgili bölümleri aradım… Ne yazık ki hiçbiri buna değinmemiş… Sadece İncil’in 465. sayfasında, insanın aşağılanması konusunda beni çok etkileyen bir bölüm vardı. Aşağılanan insanları bir gün Tanrı’nın göreceği ve onları düştükleri yerden yukarı çıkaracağı söyleniyordu burada. Orayı birkaç kez okudum… "Ailenizi, dostlarınızı, yakınlarınızı terk edin, sadece Tanrı’ya bağlanın," diyen bir bölüm daha vardı… Orayı okuduğumda, işte, dedim, ben buyum… Ben herkesi terk ettim… Ne ailem ne dostlarım ne yakınlarım var… Seninse bir işin, sevenlerin ve bir geleceğin var…

Benim senden başka kimsem yok… Ama senin bundan haberin yok. Sen normal hayatını sürdürüyorsun. Misafirlerin gelip gidiyor. Arkadaşların arıyor. Şairin dediği gibi, "Evinde güneş hiç batmıyor…" Bense kimsesiz çocukluğuma sarılmış, kıyasıya üşüyorum… Sen beni aramıyorsun ya… Sen galip ve güçlüsün ya… Sen uzak bahçelerde soğuk toprakların altındaki ölü köpeğini bir kez olsun ziyaret etmiyorsun ya… Ben de benim gibi alabildiğine sevmiş, ama beklediğini bulamamış, hep terk edilmiş, hep yarı yolda çocukluğuyla birlikte karanlık bir gecenin ortasında bırakılmış, aşkla yaralanmış arkadaşlarımı, yakınlarımı arıyorum telefonla… Onlara çektikleri acıları soruyorum. Hiçbir şey söylemiyorlar bana, uzak bir yerden susuyorlar sanki… Çok acı çektiklerini, seslerindeki ıssızlıktan anlıyorum. Kanayan sesim, ıssızlıkta yankılanıyor.

Bencillik mi umutsuzluk mu, bilmiyorum ama aşk acısıyla yankılanan her ses, bana seni hatırlatıyor. Aşk, bir boşlukta durmadan çırpınıştır, sevgili!.. Bunu, senin varlığın öğretti bana. Aşk, bir boşlukta inadına çırpınıştır. Bunu, senin yokluğun öğretti bana. Yine ben arıyorum. Sen beni arayacaktın, dayanamadım, ben aradım. Telefonun kapalı yine… Yine o aşağılık kadınlar ve erkekler… Yine, "Aranan aşka ulaşılamıyor," diyen, gaipten gelen sesler… Evet, geç oldu. Kim bilir, saat gecenin kaçı… Uyuman lazım… Sabah dinlenmiş ve sağlıklı uyanmalısın… Randevuların var… Yapman gereken işler var; yoğunsun, biliyorum. Sen Tanrı’sın ya, senin her yere yetişmen lazım… Bense buradayım, beni bıraktığın imkânsız ve uzun gecede… Gidecek hiçbir yerim yok… Beklediğim bir sabah da yok… Kimseye yetişmek zorunda değilim. Çünkü gerçeklerden nefret ediyorum. Beni senden alıp koparan bu dünyadan nefret ediyorum. Yapabildiğim tek şey, seni düşünüp ağlamak… İp gibi akıyor gözyaşlarım… Dudaklarımda toplanıyor önce, sonra da ağzımın içine giriyor. Gözyaşlarımın tadının ne kadar güzel olduğunu anlatacak kimsem bile yok…

Aşk soyludur, gizemlidir, sessiz ve derinden yaşanır; ama bazen acısı öylesine zorlar ki insanı, bunu olsun birine anlatmak ister… Ama bulamaz… Yoktur… Herkes, gelecek olan sabaha hazırlanmak için bu dünyayı kabullenmiştir. İşte bu kabulleniştir, beni çılgına çeviren; bu kabulleniştir, bende ne kadar uslu, boyun eğmiş, her hesaplaşmayı sonraya erteleyen, ne kadar sabır ve incelik varsa içimden kanatarak söküp atmaya çağıran… O anda, sevgili yoktur gözümde; o an, sen yoksundur… Aşkından ve umutsuzluğundan soluksuz kalan bir at gibiyimdir. Rakip tanımayan ama çaresizliğinden ne tarafa koşacağını bilemeyen bir at… Öfkesi ve aşkı ona zaman kaybettirir; bütün yarışlardan çıkartılır… Ama onun derdi bu değildir, o boğuluyordur, bütün yarışların ve bütün hesapların dışında kalmıştır ama onun öfkesi başkadır… Onu bu hâle getireni delice özlüyor ve bu yüzden soluk alamıyordur… Bu umutsuzluktan çıkabilmek için, şuursuzca, ne yaptığını bilmeden en güçlü, en hayati damarını, dönüp ısırır. Biraz olsun soluk alabilmek için, geriye dönüşsüz bir şekilde ısırır kendini…

İşte ben de o at gibiyim… Çıldırmışım, sensiz bu gecede… Soluk alabilmek için, en hayati damarımı ısırıp koparmaktan başka çarem yok… Çünkü o at gibi ben de bu dünyanın ritmine uyamıyorum. Bu dünyanın ayak oyunlarına, soğukkanlılığına… Neyin doğru, neyin yalan olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Her söylenene hemen inanıyor, hemen kalbimi ortaya koyuyorum… O mağrur, o kimsesiz kalbimi… Bazen, dünyada bunca aç insan varken, savaşlarda haksız yere ölen bunca insan varken, sadece seni düşünüyor olmaktan utanmam gerektiğini düşünmüyor değilim. Ama inan, hiç utanmıyorum. Çünkü sen beni böyle umutsuzca sevdikçe, o aç insanları, o savaşta hayatını yitiren insanları daha iyi, daha derinden anlıyorum.

Onların benden farkı yok ki… Ben de açım… Her saniye sevgisizlikten soluğum kesiliyor… Tıpkı açların olduğu gibi… Her saniye soluğum umutsuzluktan kesiliyor… Tıpkı savaştan ölenler gibi… Açlık ve savaş, aslında kalplerde başlıyor ve kalplerde sürüyor. Herkes birbirini bir şekilde öldürüyor. Bazen aç bırakarak kimi kez siperlerde kurşunlayarak bazen de sevgisine karşılık vermeyerek, susarak öldürüyor. Kim olduğunu, sevip sevmediğini, aşktan ne anlayıp anlamadığını, yarından ne beklediğini anlatmayarak ve her şeyi bir sonraki güne erteleyerek; "Ben seni sonra ararım, şu an çok meşgulüm," diyerek öldürüyor…

Öyle çok bekledim ki seni ve beklerken öyle çok acı çektim ki bu acıdan bir kez olsun kurtulmak ve bir an önce kendime dönmek için, bir basitlik, sıradan bir bayağılık yapmanı bekledim. Düşün, umutsuzluğumu… Ama yapmadın… Bir kez olsun ağzından, sana duyduğum aşkı gölgeleyecek ve bana biraz olsun soluk aldıracak basit bir kelime, bayağı bir ifade çıkmadı. Ne kadar istesem de seni yok sayamadım. Dedim ya, tanrımdın sen benim… Tanrı kadar mükemmel, Tanrı kadar uzak, Tanrı kadar acımasız… Tanrı kadar umutsuz… Sana kendimi ne kadar adasam da senin kim olduğunu, benim için, aşk için, beraberliğimiz için ne düşündüğünü bütün çıplaklığıyla asla bilemeyeceğim. Bu bilinmezlik yüzünden, bazen çıldıracağımı düşünüp korktum. Bazen yolda rastladığım delileri bile kıskandığım oldu. Onların özlediği kimse yoktu.

Belleklerini tamamen yitirmişlerdi… Hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Ama bir kez daha çıldırma şansları yoktu. İşte bu yüzden, onları kıskanmaktan vazgeçtim. Aklımı yitirmek istemiyordum. Seni öyle çok seviyordum ki defalarca ve aynı acıyla tekrar tekrar çıldırmayı göze alabilirdim. Çok acı verse de seni hep hatırlamak istiyorum. Böyle düşününce, delirmek bana yavan ve tatsız geldi… Daha üç gün önce, "Seninle uyumayı çok özledim," diyordun… Bugünse sesin öyle uzak, öyle yabancı ki… O bir anda solan sesin, solan, hep birdenbire, hep ansızın solan sesin… Tek umudum sesinken, o yavaş yavaş yorulup içine kapanan sesin… Seni ne kadar sevdiğimi, ne çok özlediğimi söylerken birden sözümü kesip çok alakasız bir şey söylemen, ne kadar kinciydi hep, bunu sen bilemezsin… Ama etkisi çok kısa sürüyordu, her defasında… Ben yine sevgimi anlatmaya devam ediyordum, hissedip hissetmediğine bakmadan. Senin gerçekte kim olduğunu bilmeden, sana duyduğum aşkı koşulsuzca anlatıp duruyordum sana… Oysa senin misafirlerin vardı… Yarın çok önemli işlerin vardı… Dişlerini fırçalayıp bir an önce uyuman gerekirdi… Senin beklediğin bir sabah vardı… Benimse yok…

Ne yaparsan yap... Yarın senin sabahın… Öyle çok acı çektim ki ve bu acı öylesine karşılıksızdı ki en sonunda senin benden ayrı, benden başka, benden çok uzak biri olduğunu keşfettim… Senin yaptığın tek şey, sevgili, beni içimdeki Tanrı’yla buluşturmak oldu!.. Bunca zamandır sana haksızlık ettiysem beni affet… Beni bu dertle bırak ve git… Yolun açık olsun… Neden yaptın sen bunu… Neden beni içimdeki Tanrı’yla buluşturdun, bunu ne sen ne de ben bileceğiz… Ama ne zaman bir yerde aşk dense, aklıma ilk sen geleceksin… Ama inan, senin bunda bir suçun yok… Sen bu dünyanın kurallarına göre yaşayan, herkesin mutlu olmasını isteyen ve zor durumda kalanların yardımına koşan bir insansın… Ama bana yardım etmen için henüz çok erken… Çünkü sonunda anladım ki kalbimle benim aramda çok eskiden kalan bir suçum varmış… İçimdeki Tanrı’ya işlediğim suçlar birikmiş benim… Artık her şeyimle ona kulak vermeliyim… Oradan döner miyim dönmez miyim, bilmiyorum… Bunda senin bir suçun yok, inan!.. Sen, git yoluna!.. Benim derdim kendimleymiş… Tanrı’m, dediysem sana, sana onca korkunç yükü yüklediysem, bağışla beni; bütün alçalışım, bütün saçmalayışım, bütün tükenişim kendimleymiş… Kendime çok susadığım bir anda, sen geçmişsin yolumdan…

Sanma ki seni unuturum… Buralarda bir aşk olursa, buralarda bir ışık olursa… Buralarda bir güneş doğarsa, ilk çağıracağım, sensin… Unutmam seni!.. Evet, ben suçluyum…

Çünkü bizi kimse ciddiye almıyordu. İnsanlara komik geliyordu inandığımız her şey. Her söylenene inanıyorduk. Arkamızdan alay ediyorlardı. Herkesin, iki, belki de üç hayatı vardı. Düşlerini yastıkaltlarında saklıyordu insanlar. Bizimse bir, sadece tek bir hayatımız vardı… Gördüğümüz rüya, yediğimiz ekmek, yürüdüğümüz yol, aynı yerden geliyordu…

Evet, ben suçluyum… Hem aşkı sürdürmek hem de bu dünyada ciddiye alınmak istiyordum. İtibarlı bir mecnun olmak istiyordum. Hem aşkın ışığını benden esirgememesini hem de adam yerine konmayı istiyordum. Suçluyum ben, kabul. Hem seni, aşkını istiyordum hem de dünya nimetlerini…

Çünkü aşk bizi görünür kılmıştı. Savunmasız… Bizim bir tek hayatımız vardı… Düşlerimiz, sezgilerimiz, umutlarımız, gözyaşlarımız, ekmek paramız, beklentilerimiz, isyanlarımız, hepsi aynı torbanın içindeydi.

Torbamız gecede ışıl ışıl parlardı… Dışarıdan görenler küçümserdi… Çünkü dünya, aşkı küçümseyen insanlarıyla birlikte alıp başını gitmeye başlamıştı… Gidemeyenler büyük bir kaçma hazırlığı içindeydi… Ama kimse kimseye hissettirmiyordu kaçıp gideceğini… Tesadüfler, hülyalar, arzular bile planlanıyordu… Her geçen gün, konuştuğumuz insanların sesi biraz daha uzaktan geliyordu…

Sen hissetmiyordun belki ama bu hayatta kaldığımız ve burada her şeyi giderek daha çok sevdiğimiz için bizimle alay ediyorlardı… Ağırıma gidiyordu. Onlardan geride kalmak istemiyordum. Hem aşkı yaşamak hem de uzaklaşan dünyayı, bizi küçümseyen insanların nereye gittiğini ve neler yaşadığını bilip görmek istiyordum…

Oysa aşk, sonu enayiliğe varan, eşsiz, bölünmez bir masumiyetti. Anladım, seni severken ikili bir hayatım olmuştu benim. Düşlerimi, sezgilerimi, rüyalarımı, masumiyetimi sende bırakıp, bu dünyadan kaçıp uzaklara giden insanların peşine takılmıştı öbür aklım… Aklım sıra karıştırmayacaktım aşkın karanlık yüzüyle, seninle yaşadıklarımı… Karıştırsam da suçun büyüğünü sana yükleyecektim. Aşkın, silememiş, unutturamamıştı işte çocukluk acılarımı, ergenlik komplekslerimi… Bu hayatta var olmanın acısını, içime işlemiş yoksunlukları silememişti…

Birileri, bizden gizli uzaklara gidip geliyordu. Garip, esrarengiz bir hazırlık vardı, bilinmeyen yerlere… Geride kalmak ve yeni acılar çekmek istemiyordum… Telaşım, bu yüzdendi hep. Bulunduğum yerden emin değildim. Sürekli olarak haksızlığa uğramış hissediyordum kendimi. Birileri, benim aleyhime yeniden örgütlüyorlardı sanki dünyayı… Hep bir telaş vardı içimde. Bir gecikmişlik hissi… Her şeyi aynı anda yapmak istiyordum. Aynı anda her yerde olmak… Bu yüzden yoğunlaşamıyordum. Birçok yere gitmek isterken, hiçbir yere gidemiyordum… Geçmişte yaşadığım acılara bir daha dönmemek adına kıyısız kalmıştım işte.

Kendimi henüz tanımadan uzaklara atılmış, her şey olmak adına, binlerce hiç kimse olmuştum…

Bir yaz akşamıydı. Sokaktan, dışarıdan eve dönmüştük. Oysa büyük bir özlemle çıkmıştık dışarı ama umduğumuzu bulamamıştık. Karşılığımız yoktu dışarıda, insanlar uzak uzak bakıyordu. Sesler uzaktan geliyordu. Çok kalabalıktı ama çok ıssızdı dışarısı. Yorulmuştuk, boşuna ummaktan hayatı. Yorulmuştuk, uzak bakışları, uzak sesleri toplamaya çalışmaktan… Yatağımıza öylece uzanıvermiştik. Yanımdaydın ama seni hayal ediyordum. Hayalimde gibiydin. Yokluğunda seni daha çok seviyordum. Seni özlerken, kendimi daha çok seviyordum. Yanımdayken, hayalimdekine pek uymuyordun. Odanın penceresinden, sokak lambasının ışığı görülüyordu. Işıkta, bahçedeki çiçeklerin tozlu, yeşil yaprakları parlıyordu… Çocukların uzak çığlıkları geliyordu dışarıdan. Aklıma geldi, söyledim o an: "Çocukluk bitti… Çoktan bitti…" dedim…

Bunu duyar duymaz, önce bana uzun uzun baktın. Beni ilk kez görüyormuş gibi, bir yabancıya bakar gibi baktın. Sonra birden, gözlerini acıyla yumdun. Sanki duymaktan korktuğun bir şeyi ansızın söylemiştim.

Sanki bu sözümün geriye dönüşü yoktu. Sonra sarıldın bana. Beni bir girdaptan çekip almak ister gibi sarıldın. "Hadi, sevişelim," dedin… Oysa sen hiçbir şeyin adını koymazdın. Çünkü güvenmezdin sözcüklere, onları ikiyüzlü ve kirli bulurdun. Sen, en çok sessizliğe inanırdın. Suskunluktu, senin ana dilin. Sevişirken bir an kulağıma fısıldadın, inanamadım. Sesini taklit eden biriyle sevişiyorum sandım bir an. "İçimde bir fahişe var," dedin…

Artık geriye dönüş yoktu. Aşkı yitik bir çocukluk gibi geride bırakmış, benimle geliyordun. Kirli gururumla anladım; beni aşktan, aşkından daha çok seviyordun…

Sessizliğini bozmuştun bir kere: "İki üç adamla birlikte sevişmek istiyorum… Adamların yüzleri yok. Sadece iri, sert organları var. Güçlü ve kaslı adamlar. Ve hiç yorulmadan sevişiyorlar benimle. Sen bizi seyrediyorsun… İçimde uyuyan fahişeyi seyrediyorsun. O sevişmeye doyamayan fahişeyi… Ruhum seninle ama bedenim başkalarıyla… Sen bizi seyrediyorsun…"

Bir kere bozmuştun suskunluğunu… Çocukluğu ve masumiyeti yitirmiş, herkese ait olan o kirli hazzı bulmuştuk…

Odanın penceresinden, sokak lambasının ışığı görülüyordu. Işıkta, bahçedeki çiçeklerin yeşil, tozlu yaprakları parlıyordu… Sana, çocukların uzak çığlığı geliyordu uzaktan… Tekrar tekrar sarsılarak boşaldık…

Dışarıda, gece, ışıklar, tozlu yapraklar vardı. Dışarıda, yitik çocukluğumuz… Bizi aşağılayan herkes… Dışarıda, uzak sesler… Uzak bakışlar… Dışarıda, aşkla yaralı yüzün vardı. Dışarıda, kanayan sahipsiz suskunluğun…

Dışarıda, lekeli masumiyetin vardı… Bizim de artık iki hayatımız vardı. Diğerleri gibi… Onların gerçekte kim olduğunu ve nereye gittiğini bilmiyorduk ama onlara, uzaklara yetişmek adına, biz de hayatımızı ikiye bölmüştük… Biz de herkes gibi olmak istiyorduk. Herkese benzeyerek, kirlettiğimiz aşkımızın, yitirdiğimiz çocukluğumuzun öcünü yine kendimizden almak istiyorduk. O kimselere benzemeyişimizin bize bir ödülü olan aykırı yaşama sevincimizi, o kirli, o herkese ait olan hazzın içinde yitirmek istiyorduk…

Sen istediğin insanla olabilirdin. Ben de… Birçok şeyi yaşayıp birbirimize anlatmaya karar verdik. Kıskançlık, sahiplenmek yoktu… Eğer bizi engellerse, benliğimizle bile alay edebilirdik. Geçmişte savunduğumuz ne varsa, hepsiyle alay edebilirdik… Bedenlerimiz özgür ama ruhlarımız ne olursa olsun birbirine bağlı olacaktı.

Hem burada hem uzaklarda olacaktık. İyi düzenlenmiş, korunaklı bir maceraydı hayatımız. Dalgaları böyle aşacaktık…

Nitekim, sonra hayat bana hep cömert davrandı. Kolaydı şehirde her şey. Çünkü şehirde, kimse kendisine tahammül edemiyordu… Tanıdığım birçok kadın geceleri yalnız uyuyamıyordu… Merak ettiğim uzaklıklarda, o an için gördüm, boşlukta yüzen başıboş ruhlar, sahipsiz, yaralı bedenler, gürültü ve kimsesizlik vardı…

Ve hangi eve gitsem, bir pencere vardı. Sokak lambasının ışığında parıldayan, yeşil, tozlu yapraklar…

Uzaktan gelen çocuk çığlıkları vardı. Ve ben hangi yalnız kadının evine giderek yatağına uzanıp o sesleri duysam, aynı şeyler döküldü ağzımdan: "Çocukluk bitti… Çocukluk bitti…"

Sonra, sevişmeye öfke karışıyordu. Hırs ve ölüm korkusu karışıyordu. Bir odada yaşamaya mahkûm kalmış, gözleri kör ve sonsuz alıngan bir kadın karışıyordu sevişmeye…

Bedenler farklıydı ama değişmeyen tek bir şey vardı. O da sevişme bittikten sonra yaşanan o derin burukluk, o tarifsiz hüzün… Adı bir türlü konmayan hayal kırıklığı… Kafamızda her şeyi çözmüştük. Bedenleri ve ruhları ikiye ayırmıştık. Kıskançlığa ve sahiplenmeye son vermiştik. Düşlerle arzuları birbirinden ayrı yerlere koymuştuk… Ama ya sevişme bittikten sonra başlayan o derin burukluk, o tarifsiz hüzün, adı konmamış o hayal kırıklığı neydi? İşte bunu hiç düşünmemiştik… Sevgisiz sevişmelerin sonunda, mutlaka yapışırdı insanın ruhuna o tarifsiz hüzün…

İnsan var olduğundan beri değişmemişti bu yasa… Sevmediği biriyle ne kadar arzuyla, ne kadar iştahla sevişirse sevişsin, o derin hüzünden, burukluktan, o hayal kırıklığından mutlaka payını alıyordu herkes… İşte bunu hissettiğim an, sana derin bir merhamet duymaya başladım… Dalgaları aşmaya çabalarken, o kimsesiz gecelerinde, seviştikten sonra yaşadığın o tarifsiz, o derin hüznü düşündüm…

Daha gün ışımadan, utançla ve sonsuz bir pişmanlıkla terk ettiğin evlerde yitirdiğin düşleri, inançları, sezgilerini düşündüm… İçinde uyandırdığım fahişeyi, saçları örgülü bir kız çocuğu olarak, sokaklarda bir başına ip atlarken, seksek oynarken düşündüm…

Benimle uzaklara gelmek için sokaklarda kimsesiz bıraktığın o kız çocuğu için sonsuz acı duydum… Sonra bir gün, demir yolunun kenarındaki, o her zaman gittiğimiz küçük çay bahçesine götürdü beni ayaklarım.

Toprağa değen ayaklarım, minnet duyuyordu hayata…

Yitirmek güzeldi… Yitirdikten sonra anlamak ve bulmak daha güzeldi. Evet, ben suçluyum. Aşkı küçümseyen benim. Uzakları, senin aklına sokan benim. İçindeki fahişeyi ortaya çıkaran, o benim dinmek bilmez doyumsuzluğum… Kanayan çocukluğum… Yaralı ilk gençliğim… Kabul, suçlu benim…

Ama biliyorum, birazdan, kan sızan tebessümünle geleceksin… Gözlerinde, sevgisiz sevişmelerin o tarifsiz hüznü… Gözlerinde, o derin burukluk, o adı konmamış hayal kırıklığı…

Biliyorum, birazdan, dalgaları aşıp geleceksin…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi