Ece Ayhan, Nilgün Marmara ve Babam

'Kim bilir, belki de Ece Ayhan’ın başından aşağı şarap döken o kız, benim kızımdır… Bunu bana yapmayı çok istediği hâlde yapamadığı için ona yapmıştır…'

Tek başıma, hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorum. Hep yeni hayatlar yaşamayı isterken, kendimi aynı hayatı tekrar tekrar, yeniden yaşarken buluyorum… Sisli bir gecede yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi… Yanına gidip konuşmak istediğim insanları da işte bu kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını görüyorum… Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar ne ben onlara… Sisli gecelerde birbirimize uzaktan bakıp yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz… Umudum kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni, duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkânsız görünüyor artık bana… Ama evimde duramıyorum yine de… Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi gözüküp dinlemeseler de anlıyor gibi yapıp gerçekte anlamasalar da…

Anılar, birer zorba gibi yükleniyor üzerime. Durmadan hesap soruyor benden… Tekrar tekrar aynı görüntüler belleğimi kanatıyor… Ve hep o yüz… Yüzdeki o ışık, ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye dönebiliyorum ne ileri gidebiliyorum… Öğrendiğim her yeni bilgi, eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor… O yüzün sahibine kaderini anlatmak isterdim… Oysa o yüz, ışığının farkında bile değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde… O yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş… O da kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği yolunu arıyor… Her kayıp gemi, bana kırılgan ve bitimli aşkları hatırlatıyor… Dostluklar, sisin ortasındaki kayıp gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor… Ziyan olmuş hayatlar, bu sisi biraz daha koyultuyor… Her talihsiz karşılaşma, başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kılmaya gidiyor… Her ziyan edilmiş hayat, başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor…

Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor. Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın şarkısını… Ayrılık, zorba anılarıyla geliyor… Her zorba anı, beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor. Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve yeniden bir araya gelmiştik. O zaman, itiraf etmişti biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim, "Kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın?" demek olmuştu. Yüzüme çok tuhaf ve o güne dek hiç bakmadığı gibi bakmıştı… Sadece, "İlk bu mu geldi aklına, seni tanıyamıyorum!" demişti…

Neden ilk tepkimin o olduğunu, bugün bile anlamış değilim ama ne zaman aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım… Ve daha binlerce zorba, acıtan anı… Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim, İstediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye gitsem, hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin tutsağıyım sanki… Ben değil, bu zorba anılar götürüyor beni istediği yere… Sevgi nasıl bulaşıcıysa, nefret de öyle bulaşıcı… Nasıl bakıyorsa insan dünyaya, öyle görüyor, ne görüyorsa… Kararmışsa gönlü insanın, nereye baksa, orada kararmış gönüller görüyor… Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse, dibe vurmuş sanıyor… Hem öyle bir gece ki bu, gözlerim kapanmayı bilmiyor… Gözlerim, nereye baksam, varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni… Oysa hayallerimin rüzgârı, beni benden alıp uzaklara götürsün isterdim… Ama hayallerimin kanatları beni anılarımdan koparacak kadar güçlü değil…

Hayallerim beni, ben anılarımı seyredip duruyoruz… İnsanlardan ne kadar umudumu kessem de yine de insansız yapamıyorum. Beni dinleyemeyeceklerini, asla anlayamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı seviyorum… Hem korkuyorum onlardan hem korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine de… Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu’nda… Gecenin kim bilir hangi saati, yine de her yer insan dolu… Kimse evine gitmek istemiyor sanki… Gece koyulaştıkça, yalnızlık derdi artıyor… Sadece benim evimin duvarları değil, bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye katlanamıyor… Evler saçmalığın kederinde boğulmuş, yanlış yerde arıyor herkes kendisini… Anılar zorba, bellek yorgun, hayaller kanatsız… Kimin gözlerine baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok başkasıyım, diyor… Kimi sevsem, bu sevgiyle yarışacağı yerde benimle yarışıyor… Kim beni sevse, bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor… Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor… Kim beni öpse, ayrılığın ipini geçiriyor boynuma… Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor… Oraya benden önce, sevgiyi öğrenmeden nefreti öğrenen kadın gidiyor… Nereden dönsem, ardımda küskünlüğüm kalıyor… Kimse kurtulamıyor bu küskünlükten. Şiirler, "Aşk nefret etmektir," diye bitiyor…

Taksim’de, gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum… Bunca geç olmasına rağmen saat, her yer öylesine gürültülü ve kalabalık ki… Onca gürültüye ve onca kalabalığa rağmen, her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki… Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek için durmadan boşlukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca konuşuyorlar…

Biraz kuytu, kalabalıktan uzak bir banka oturuyorum… Sanki her yer gözüküyor bu banktan. Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları geçiyor… Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp arıtıyor onu…

Kendimle o kadar meşgulüm ki biraz geç fark ediyorum yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara bakıp benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da beni düşündüğünü anlıyorum… Uzaklara baksa da hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum…

Yüzüme bakmadan soruyor: "Gece ne kadar sessiz değil mi?.." Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne… "Evet," diyorum bir an durakladıktan sonra… "Onca gürültüye rağmen öylesine sessiz ki…" "Çünkü," diye devam ediyor. "Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendisine öylesine gömülmüş ki…" "Neden böyle?" diye soruyorum ona…

Ellerini kavuşturup, uzaklara bakarak yanıtlıyor beni: "Hepimiz, kendimizi başkalarından çok farklı sanıyoruz ama aslında birbirimize o kadar benziyoruz ki… Bu yüzden birbirimize ne denli çok görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey öylesine değişecek ki… Ama bu bağları göremiyoruz bir türlü… Herkes kendisi diye, bilmediği bir başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına gömülüyor… Birlikte ama yalnızız… Bilir misiniz, İbranicede bu iki sözcük tek bir harfle ayrılır… Yalnız, yahid, demektir; birlikte ise, yahad…"

Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: "Bana hikâyenizi anlatır mısınız?" diye soruyor. Şaşırmıyorum bu sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı hissediyorum… Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş gemilere benzettiğim insanları… Ziyan olmuş hayatları… Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede nefrete dönüştüğünü… Yaralarını onarmak için ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları… Zorba anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış hayalleri… Her talihsiz karşılaşmanın başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını… Yalnızlığımı ve hayatın o korkunç belirsizliğini… Artık beni anlayacak birini bulmaktan ümidimi kestiğimi anlatıyorum ona… Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun ışıklarına bakarak yanıtlıyor: "Öyle demeyin. Sizi anlayacak birileri mutlaka vardır. Hem yalnızlık bizi olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar. Belirsizlikse çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız birbirimize. İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki gizli anlamı göremiyoruz… O şimdi ne yapıyordur?.."

"Kim?" diye soruyorum şaşkınlıkla…

"Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz…" İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: "Uyuyordur, bu konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle, pullarla kaplı yastığında uyuyordur," diyorum…

"Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur, sizin rüyanızı görüyordur. Kim bilir, belki birazdan uykusundan ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan duyacaktır… Sizin varlığınızda onun için yaşattığınız her duyguyu hissedecektir…

Hiç tahmin edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu…

İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir. Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir. Mucizeler…

Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız görünenin bile ardında bir anlam yatar… Size, kendi hikâyemi anlatmamı ister misiniz?.."

"Elbette," diyorum merakla. "Dinlemeyi çok isterim…" "Ben birini öldürdüm, biliyor musunuz?.."

Bunu der demez, susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne, sonra da büyük bir dikkatle ince, uzun parmaklarına bakıyorum… Bana böylesine huzur veren ve bilgelik dolu şeyler anlatan bu insan, bir katil, öyle mi?..

"Yo, bana öyle bakmayın!" dedi gayet sakin bir tavırla…

"Ben de birini öldürmeden önce, insan öldürmenin kendim için ne kadar imkânsız olduğunu düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir şey. O an zaten, siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası giriyor sanki içinize…"

Şaşkınlığım sürdüğü için lafını kesiyorum: "Neden öldürdünüz, peki?..

Bir sakıncası yoksa, söyleyebilir misiniz?"

"Bencillik… Kibir… Ruhumu körleştiren arzular… Kıskançlık… Daha çok şey eklenebilir bunlara… Hepimizin içinde var bu duygular… Dilerseniz, devam edeyim… Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi. İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir çevrem vardı… Karım, beni terk etti. Kızım, bu olay yüzünden beni reddetti…

İşimi, çevremi, dostlarımı kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı hâline getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye… İşte o zorba anılardan kurtulmak, bu hayatımın üstüne çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi, edebiyat… Kitaplar olmasaydı, o korkunç yıllar başka nasıl geçerdi ki?..

Sonra bir gün, ‘Artık özgürsün,’ dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız yoksa, sevdikleriniz yoksa, özgür olmanın pek bir anlamı yok… Günlerce karımı aradım ama bulamadım. Kızımdan da bir haber yoktu…

Ne dostlarım ne param ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte, hapishaneden çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu yaşta birine… Günlerce başıboş dolaştım. Orada burada yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım?..

Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size yardımcı oluyor… Hayat başka bir şey… İntihar etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir rastlantı sonucu, çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona başıma gelenlerden bahsettim.

Anlattıklarımdan çok etkilendi. Gözlerinden okudum bunu… Artık benim için hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini istiyordum…

‘Benim sana verecek hiç param yok,’ dedi. ‘Neden?’ diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan bahsettim. ‘Artık değilim,’ dedi. Bütün parasını, mal varlığını kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş… Ruhunu kurtarmak, arınmak için, bu amaca adamış kendini…

‘Eğer ölmek istiyorsan, seni engelleyemem. Karar senin ama dilersen gel benimle, vakıftaki işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem…’ Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan gözlerime baktı… İşte o an, onun gözlerinde kendi kaderimi gördüm. ‘İnsanların arasında görünmez bağlar vardır,’ demiştim ya, işte onunla aramdaki o bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi… ‘Tamam,’ dedim. ‘Kabul ediyorum…’ Ve o gün bugündür onunla kimsesiz sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı buymuş meğerse benim. Bütün yaşadıklarım, bugünlere bir hazırlıkmış… O karşılaşma anından sonra, her şeye böyle bakıyorum artık… Her birimizin bir başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır… Yeter ki aramızdaki o bağı görelim…"

Sonra yine susup o dingin, o huzur dolu gülümseyişiyle uzaklara bakmayı sürdürüyor…

O susuyor ama benim içimde bambaşka bir konuşma başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez bağların varlığını bildiğim hâlde, neden görmek için daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime… Karşılaştığım insanlardan çok, kendi benliğime takılı kalmıştı gözlerim… Kendimi keşfetmeye harcadığım enerjinin birazıyla da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım, anılarım bu kadar zorba olmazdı bana… Belleğim bu kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız olmazdı…

Ayrılsam da bir daha onu görmeyecek olsam da bir zamanlar o çok sevdiğim insanın, uykuya daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden gelmezdim… Bu iç konuşmalarımı, o sırada önümüzden geçmekte olan bir şair arkadaşım bölüyor. "Haberin var mı," diyor. "Ece Ayhan bu gece öldü… Ustayı kaybettik…" Bir an ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst üste geldi ki benim için…

Binlerce anı üşüşüyor beynime o an… Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba değil… Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam, her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve bağlandıkça yeni anlamlar, yeni değerler kazanıyor… "İster misiniz, size Ece Ayhan’la ilgili bir hatıramı anlatmamı?" diye soruyorum, yanımdaki adama… Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor…

"Ece Ayhan, hayatımda çok önemli bir yer tutar… Sadece benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan, şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o… Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri ama garip bir büyü, bir tılsım vardı onlarda… Sanki bilinçaltımızı okurdu o…

Bu ülkenin bilinçaltını… Hayatımda vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan’ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o narin, o kırılgan bedenini…

Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan’ı sorumlu tuttular… Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde, ‘Hepimiz başkalarının ölümünün uzak yakın hissedarıyız,’ dediği içindi belki de… Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken, bir genç kız yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş…

Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış ama sadece şunu söylemiş: ‘Babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor…’ Bunu duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü üzerindeki o ceketten başka ceketi yoktu Ece Ayhan’ın… Eminim, kırmızı şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek parası bile yoktu…"

Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: "Kim bilir, belki de Ece Ayhan’ın başından aşağı şarap döken o kız, benim kızımdır… Bunu bana yapmayı çok istediği hâlde yapamadığı için ona yapmıştır… Çünkü onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için, beni hiç affetmedi… Ama lütfen, siz devam edin!.." Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün, ardından babam… Nasıl bir rastlantıydı bu… Hayatta en çok sevdiğim iki insanı, peş peşe kaybetmiştim… Bir gün eve gittiğimde annemin, gözyaşları içinde babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm. Babamın bir ceketini istedim annemden…

"Ne yapacaksın?" diye sordu. "Kim olduğunu sorma anne, birine vereceğim sadece," dedim… "Peki, sen bilirsin," deyip bir ceket uzattı bana, sonra da babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara doldurmaya devam etti… Babamın ceketini önce bir temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan’a hediye ettim. O zaman Tarlabaşı’nda virane bir evde kalıyordu… "Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda giyerim," dedi sadece…

Aradan bir iki hafta geçti. Bir gün annemle oturmuş konuşurken, "Biliyor musun, dün gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı sordu. ‘Söyle ona,’ dedi. ‘Ceketimi verdiği adam çok iyi bir insanmış, iyi bir şey yapmış," dedi… Sahi, kime verdin o ceketi, diye sordu annem…

"Tanımazsın anne, sorma!" diyerek, gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür odaya geçtim… İşte sizin söylediğiniz, o görünmez bağlar… O işaretler, o mucizeler… Daha konuşacak ne vardı ki, neredeyse sabah oluyordu ama gözlerim kapanmak bilmiyordu…

Kalkıp, yanımdaki adama son kez baktım ve ona veda ederken şunu sordum: "Peki, siz ne arıyorsunuz bu saatte; bu bankta kimi, neyi bekliyorsunuz?" O dingin, o gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle, "Kim bilir, belki de sizi bekliyordum," diyor…

"Bana hikâyenizi anlatmanızı bekliyordum…"  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi