Ercüment Akdeniz: Türkiye sadece göç alan değil göç veren bir ülkedir

Ercüment Akdeniz: Türkiye sadece göç alan değil göç veren bir ülkedir
Ercüment Akdeniz bugünkü yazısında Altındağ’da yaşanan ırkçı saldırıları sosyo-ekonomik açıdan değerlendirdi.

Ankara’nın Altındağ ilçesinde yaşanan ırkçı saldırılar, mülteci evlerinin taşlanması, dükkânların yağmalanmasıyla sonuçlandı. Bugünkü yazısında Türkiye'nin sadece göç alan değil göç veren bir ülke olduğunu belirten Ercüment Akdeniz, yaşanan linç girişimini de şöyle değerlendirdi: "Sosyal-sınıfsal-siyasal derinliğe sahiptir. Analize muhtaçtır."

Ercüment Akdeniz’in Evrensel’deki yazısı şöyle:

"Ankara’nın Altındağ ilçesinde mülteci evlerinin taşlanması, dükkânların yağmalanmasıyla sonuçlanan saldırıların, iki grup arasında cereyan eden bıçaklı bir kavgadan çıktığı ifade ediliyor. Emirhan Yalçın adlı genç maalesef hayatını kaybetti. Bıçaklı saldırganlar tutuklandı. Adli bir vaka gibi ortaya çıksa da kavga sonrası yaşanan linç girişimi sosyal-sınıfsal-siyasal derinliğe sahiptir. Analize muhtaçtır.

1- Türkiye sadece göç alan değil göç veren bir ülkedir. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Almanya ve Avrupa şehirlerinin yeniden inşası ve kapitalist sanayinin ayağa kaldırılması sürecinde Türkiye’den yüz binlerce işçi Avrupa’ya taşındı. Aileler de taşınınca sayı milyonları buldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte bu kez on binlerce politik sürgün Avrupa’ya kaçtı, mülteci oldu. 1990’lı yıllarda bölgede yaşanan çatışmalı süreç ve köy boşaltmaları neticesinde ise Kürt göçü yaşandı. Hem iç şehirlerde hem de Avrupa’ya doğru yaşanan ve yüz binlerin katıldığı bir göçtü bu. Körfez Arap ülkeleri, Libya ve Rusya’ya her yıl on binler halinde giden göçmen/gurbetçi işçilerimizi de bir kenara not düşelim. Suriye savaşı sonrası Türkiye, tarihin en büyük göçlerinden birine tanık olmakla birlikte göç vermeye devam etti, ediyor. Bu gerçeklik gelen göçün gölgesinde kalmamalı. Altındağ olaylarını konuşurken bir göç toplumu olduğumuzu unutmayalım.

2- Ülke içinde hem yurttaşların hem mültecilerin göç hareketi sürekli biçimde devam ediyor, yerinde durmuyor. Pandemi şartları, hastalıkta dahi yaşanan sınıfsal uçurum, ekonomik kriz ve buna bağlı olarak artan işsizlik, kırdan ve taşra kentlerinden büyük sanayi kentlerine doğru göçü hızlandırdı. Son olarak Manavgat’tan Milas’a ülkeyi kasıp kavuran orman yangınları, Kastamonu, Bartın ve Sinop’ta yaşanan seller hükümetin ve rantiye sermaye sınıfların politikalarıyla yıkıma dönüştü. Zaten yıpranmış olan tarım ve hayvancılık ciddi yara aldı. Bütün bu gelişmeler demografik yer değiştirme ve yeni göçlerin habercisi. Depremlerde de benzer gelişmelere tanık oluyoruz. Tek adam yönetiminin baskıcı rejimi karşısında özellikle Ege kıyılarına doğru lokasyon değiştiren topluluklar da az değil. Batı ülkelerine doğru yaşanan "beyin göçü" hikâyesinin arkasında ise daha büyük bir fotoğraf var. Zira sınırlar açılsa iş, eğitim, gelecek kaygısıyla soluğu Avrupa’da alacak yüz binlerce genç söz konusu. Baskıcı iklim de gençliğin göç eğilimini artırıyor. Dolayısıyla göç olgusu, bizim dışımızda bize doğru gelen bir sorun olmanın ötesinde bizlerin de içinde olduğu, kapitalizme özgü sınıf çelişki ve çatışmalarından kaynaklanan ve sürekli devinim halinde olan bir sorun. Çözüm tartışmaları bu diyalektik bütünlükten koptukça, ülkemizdeki mültecileri de dışsallaştırıyor ve çıkış yolu bulanıklaşıyor.

3- Hüseyingazi, Örnek, Barbaros gibi Altındağ’ın yoksul mahalleleri, aslında iç göçle oluşmuş mahalleler. Çoğunlukla iç Anadolu’nun taşra kent, kasaba ve kırlarından gelen ailelerin yerleştiği ve Ankara burjuvazisi tarafından ucuz emek deposu olarak görülen bir yerleşim biriminden söz ediyoruz. Roman, Kürt ve son dönemde Suriyelilerin yoğun yaşadığı bu mahalleler Ankara Mobilyacılar Sanayi Sitesi’nin emek deposudur. Her yeni gelen göç, emeğin daha güvencesiz ve daha ucuza alınıp satıldığı bir "işçi borsası" yarattı. Bu borsanın kazananları işçi simsarları ve burjuvalardı. Öyle ki, 2019’da Ankara Sitelerde 5 Suriyeli işçi yanarak can verirken İskitler Sanayi Sitesinde 5 Afgan işçi yine yanarak can verdi. 100 bin işçinin çalıştığı sitede tek yangın tahliye merdiveninin olmadığı ortaya çıktı! Hal böyle olduğu halde örgütsüz, sendikasız, en dipte yarıştırılan ve rekabete zorlanan emekçiler, çarpık kentleşme ve gettolaşmanın da etkisiyle Altındağ’da ırkçı-şoven kışkırtmaların hedefi haline geldiler. En alttakilerden oluşan ve en alttakilerin birbirine düşürüldüğü mahallelerin öyküsüdür Altındağ. O sadece Ankara’nın değil bütün bir memleketin resmidir.

4- Altındağ’daki linç saldırılarını öncesiz ve sonrasız düşünemeyiz. "Sessiz İşgale Hayır, Ülkemde Mülteci İstemiyorum" kampanyasına bilerek ya da bilmeyerek destek veren herkes yangının büyümesine neden olmuştur. Daha vahimi, sağ ya da "sol" partilerin tabanlarındaki çok önemli bir kitlenin bu kampanyada birleşmiş olmasıdır. Süper Lig açılış maçında Beşiktaş tribünlerinden yükselen "Ülkemde Mülteci İstemiyorum" sloganı ise Altındağ vahametinin, onunla şekillenen şoven nefretin bitmediğini, ülke sathında devam ettiğini/ettirildiğini göstermektedir. Peki emekçiler kendilerini bu tehlikeden nasıl koruyacaklar? Yanlış olan "Ülkemde Mülteci İstemiyorum" sloganıdır. Doğru slogan ise "AKP’nin çarpık göç ve mülteci politikasını istemiyorum" olmalıdır.

5- Türkiye’de tek adam yönetiminin baskıcı, yasakçı tutumu nedeniyle halk taleplerini meydanlarda dile getirme konusunda zorlanmaktadır. Burjuva siyasi muhalefet ve bürokratik sendikal anlayışlar da kitle hareketini geri çekmektedir. Bu durum AKP’nin çarpık ve fırsatçı göç politikalarına karşı mücadeleyi de sekteye uğratmakta, saptırmaktadır. Örneğin, Türkiye halkını ve mültecileri çift taraflı mağdur eden "Geri Kabul Anlaşması" gibi kararlara karşı demokratik eylemler yapmak varken, burjuva muhalefet bundan kaçınmaktadır. Bu sakat anlayış kolay olana sarılmakta, konfora kaçarak mültecileri hedefe koymaktadır. İşçi sınıfı ve emekçiler bu anlayışa destek vermemelidir. Bugün ihtiyaç olan şey AKP ve sermaye iktidarına karşı her alanda talepler etrafında birleşik bir mücadelenin örgütlenmesidir. Türkiye’nin "göçmen deposu" olmaması, mülteciler için yarı açık cezaevine dönüşmemesi ve ayrımsız bütün emekçiler için insanca çalışma koşullarının sağlanması bu taleplerin bir parçası olmalıdır. Örgütlü halk sermayeye, ırkçılığa ve şovenizme karşı panzehirdir. Altındağ korku filminden çıkarılması gereken derslerden biri de budur.

6- Dünya genelinde 270 milyon insan yerinden yurdundan edilerek göçmen durumuna düştü. Bu kitlenin 164 milyon kadarı işçidir. Küresel iklim değişikliği, kuraklık, pandemi, savaşlar vs göçmenlerin sayısını daha da yukarı çıkaracak. Ama uluslararası kapitalizm durmuyor. Göçü her defasında fırsata çevirmek istiyor. Sermayenin ihtiyacı olan ucuz ve güvencesiz emek transferi göçmenler üzerinden sağlanıyor. Sermaye stratejistleri "Yeni Göç Rejimleri" üzerine harıl harıl çalışıyorlar. Buna göre Türkiye sadece AB’nin göçmen deposu olmayacak, kalifiye göçmen işçi yetiştirip Avrupa’da satışa çıkaracak bir üssü de olacak. Türkiye’de doğan 700-800 bin Suriyeli çocuğa da bu gözle bakılıyor! AB Göç ve İltica Paktı’nın mahiyeti budur. TÜSİAD ve TİSK de bu pastadan kendi fabrikalarına kalifiye göçmen işçi istiyor. Enformel sektörlerde ise en ağır, en tehlikeli, en ucuz işlerden boşalan yerlere Afganistan’dan gelen göçmenlerin doldurulması ön görülüyor. Altındağ’da yerli ve göçmen işçiler birbirine kırdırılırken yeni sömürü rejimi işte böyle inşa ediliyor.

Sonuç olarak, Altındağ’dakine benzer linç girişimleri, mültecilere yönelen şiddet sadece bizim sınırlarımız içinde değil küresel bir hadise olarak yaşanıyor. Uluslararası işçi sınıfının bir parçası olarak Türkiye işçi sınıfı ve onun siyasal temsilcileri olan sosyalistler "Yeni Göç Rejimine" ve kışkırtılan yabancı düşmanlığına karşı ortak hak mücadelesini ve ortak örgütlenmeyi savunmak zorundadır. Burada din, dil, ırk, milliyet ayrımına yer yoktur."

Öne Çıkanlar