Erkek Kültü’nün kökleri (3)

Erkek Kültü’nün kökleri (3)
Yunan mitolojisinde insanlığın sembolü bir erkektir. Kadın düşmanlığının Yunan mitolojisindeki çarpıcı örnekleri arasında en hakaretamiz olanı, en irkilticisi Pandora efsanesidir.

YALÇIN ERGÜNDOĞAN


Bu çalışma, 2004-2018 yılları arasında düzenli olarak yayında iken Yayın Yönetmenliğini yaptığım, bugün zorunlu nedenlerden ötürü yaynını durduran Sesonline.net internet gazetesinin arşivinden çıkarak yeniden okuyucuları ile buluşuyor.

Türkiye’nin yeterince farkında olmadığı değerlerden, Türkiye Sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden, 1 Şubat 2019 günü kaybettiğimiz YALÇIN YUSUFOĞLU’nun tarih perspektifli bir çalışması olan "Erkek Kültü’nün kökleri"ni bu köşede 3 bölüm halinde yayınlıyorum. Bugün üçüncü  ve son bölüm…

Yalçın Yusufoğlu’nun (1942 / 2019) anısına saygıyla… / Yalçın Ergündoğan

* * *

Batı merkezli kültür hegemonyası nedeniyle yazılı metinlere en çok aktarılan ve tiyatro, edebiyat, heykel, resim, mimari sinema sanatlarında en çok geçen efsaneler Eski Yunan’a aittir. Roma mitolojisi aşağı-yukarı aynı tanrılar-tanrıçalar ailesinin tekrarıdır, sadece isimlerin çoğu değişmiştir. Bu nedenle, Batı’nın kültür ayaklarından birisi Yahudi – Hıristiyan kültürüyse, diğeri Eski Greco-Romen (Antik Yunan-Roma) mitolojisidir.Mitolojideki karakterleri ölümlüler ve ölümsüzler diye özgül bir ayırıma tabi tutarsak, kadın karakterler de bu ayırımın içine girerler. Ama böyle bir ayırım toplumsal simgeleştirme olarak hiç bir şey ifade etmez. Çünkü Olympos’da yaşayan ölümsüz erkekler ne denli ilahi (tanrısal) olurlarsa olsunlar, insanüstü kudretlerine, gizlerine ve mistik özelliklerine rağmen tıpkı hayatta karşılaştığımız gerçek insanlar gibidirler. Yalan söylerler, hile yaparlar, âşık olurlar, kıskanırlar, öç alırlar, erkekler kadınlara cinsel tacizde bulunurlar, korkarlar, üzülürler vb. Kısacası, tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla gündelik hayattaki insanlar gibidirler. Bu nedenle efsanelerde anlatılanlar bize o dönemin insanları hakkında fikir verir.

YUNAN EFSANELERİNDE KADIN

Kadınlar için de aynı husus söz konusudur. İster ölümlü, ister ölümsüz olsun, kadın tiplemeleri toplumdaki genel kabullerin, anlayış ve algılayışların ya da önyargıların dışında değildir. Bu saptamaya sadece bir ek yapmak gerekiyor: Bazı kadın tanrıçalara atfedilen olumlu ve saygın özellikler (yukarıda Bereket Tanrıçalarıvesilesiyle andığımız gibi) ataerkil toplum öncesinden kalmış bir mirastır, gelenektir.

Önce, kadın düşmanlığının Yunan mitolojisindeki bazı çarpıcı örneklerine değinelim. Bunlar arasında en hakaretamiz olanı, en irkilticisi Pandora efsanesidir. Pandora daha sonra Yahudi-Hıristiyan-Müslüman dinlerinde de başka şekillerde (Havva / Ava olarak karşımıza çıkacak) kadını kötüleyen bir imgedir.

PANDORA

Yunan mitolojisinde insanlığın sembolü bir erkektir: Prometheus başlangıçta Olympos katındayken, tanrılara karşı ve insandan yana bir suç işler, mitolojideki demirci ustası Hefaistos’un yanına gider, ateşi bir kamış içinde gizlice Olympos’tan çıkararak insana verir ve Olympos’tan kovulur, (bu nedenle insanlığın simgesi haline gelmiştir.) En sonunda ceza olarak, Kafkas’larda bir kayaya zincirlenir ve ebediyete kadar ciğerini bütün gün bir kartal yer, geceleyin ciğeri tekrar büyür. Bir rivayete göre bu ceza 30 yıl, bir başkasına göre 30 bin yıl sürmüştür. Bir diğer anlatıda Herakles okuyla kartalı öldürür, Prometheus zincirlerini kırar, vb. [Kafkas efsanesine göreyse, Prometheus Çerkes’tir.]

Prometheus’un tanrılara karşı ve insandan yana –daha önceden-- işlediği bir suç daha vardır: Büyük bir öküzü kesmiş, etleri kemiklerinden ayırmış, kemiklerin üzerini yağla sıvar, lop etleri öküzün postuna doldurmuş, Zeus’a iki kümeden birisini seçmesini söylemiştir. Seçmediği küme insanın olacaktır. Zeus yağla kaplı kümeyi daha kıymetli sanarak onu tercih etmiş, böylece, kemikler tanrılara, et insanlara düşmüştür.

Çok hiddetlenen Zeus insanı cezalandırmak için kilden eşsiz güzellikte bir kadın yapar, ona hayat verir. Bu insanİLK KADIN’dır. Tanrılar kadını nadide armağanlarla bezedikleri için adına "hepimizin (tüm tanrıların) armağanı" anlamında Pandora derler ve yeryüzüne gönderirler. Pandora beraberinde bir kutu götürmektedir, kutu veba ve tüm öldürücü hastalıklarla, delilik, elem, sefalet, kötülük, ihanet, bela, erdemsizlikle doludur,.. Kötü olan ne varsa, hepsi kutunun içindedir.

Promotheus kendisine elinde kutusuyla gönderilen bu armağanı kabul etmez. [Eski Yunanca’da Prometheus, "önceden gören" demek.] Pandora bu kez Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a gider [Epimetheus ise "sonradan gören" anlamındadır.] Prometheus "tanrıların göndereceği hiç bir armağını kabul etme" diye kardeşini uyarmış olduğu halde, Epimetheus Pandora’nın büyülü güzelliğine tutulur.

Genişçe bir öyküsü Hesiodos tarafından "İşler ve Günler"de anlatılan (M.Ö. 8. yy.), ama başka versiyonları da bulunan Pandora efsanesinde, kimilerine göre merakı, kimilerine göreyse salt kötülüğü nedeniyle Pandora kutunun kapağını açar ve bütün fenalıklar, lanetler tüm dünyaya onun elinden yayılır. (Bazı anlatılarda, Pandora’nın kutuyu kendisinin açmadığı, Epimetheus’a açtırdığı söylenir.) Zeus’un gönderdiği kutudaki tüm kötülükler arasında, sadece tek bir iyi şey vardır, Umut’tur (Elpis), ama o kutunun içinde kalır.

Hesiodos erkeklere, "kadının tatlı diline, güzel görünüşüne kanmamaları, kadınlara inanmamaları" için öğütler verirken, Samos’lu (Sakız’lı) Semonides aynı efsaneden yola çıkarak, kadınları "Zeus’un bize yaptığı en büyük kötülük" diye tanımlıyor. "Pandora’nın kutusu" deyimi ise Batı dillerine olumsuzluğuyla girmiştir.

Üç Semavi (Göksel) dindeki "Adem ile Havva" (Adam ve Eva) efsanesinde de kadın "Yasak Meyve" için erkeğini kandıran, onu da, kendisini de Cennetten kovdurtan yaratıktır. [Anlaşıldığı kadarıyla, Pandora’nın kötülüğü ile Prometheus’un Olympos’tan kovulması birleşmiş olmaktadır.]

Pagan dönemindeki kadın düşmanlığı, tek tanrılı dinlere geçince daha da azmıştır. Ön Asya kökenli ilk Semavi din olan Yahudi’lik ve onun doğduğu İbrani kavmi, sonraki adıyla İsrailoğulları, adı üstünde fazlasıyla erkekti. Yahudilikteki kadın düşmanlığı orada kalmamış, Hıristiyanlığa da intikal etmiştir. Kilise uzun süre kadını "instrumenta diaboli" (şeytanın âleti) ilan etmiştir, Yeni Ahit (İncil) Âdem’in başına gelen "nice binlerce acı"nın Havva yüzünden olduğunu buyurur. İslamiyetin kadına bakışını ise hepimiz biliyoruz.

Pandora ve Havva benzetmesini 16. yy. ressamlarından Cousins"Eva Prima Pandora" tablosuyla resimlemiştir.

Gelgelelim, Pandora efsanesi sanatta fazlaca işlenmeye değer bulunmamıştır, Giacomo Rosso’nun Paris’te önemsiz bir müzede "Pandora Kutusunu Açıyor" diye bir tablosu vardır.

Pandora efsanesi adına yapılmış bir opera veya müzikal yok. Sinemada sadece iki filmin adında Pandora bulunur: Alman komünist yönetmen Pabst’ın sınıf atlama konusunu işlediği bir sosyal drama olan "Pandora’nın Kutusu" (1928) ile Britanyalı Lewin’in Ava Gardner ve James Mason’ı oynattığı yarı fantastik filmi "Pandora ve Uçan Hollandalı" (1951.)

Kadın düşmanlığını simgeleyen efsanenin erkek icadı olduğu besbelli, ama kadının en fazla aşağılandığı bu öyküde bile, Pandora sadece bir aracıdır. Dünyaya kötülükleri gönderen tanrılar tanrısı Zeus’tur. Kötülüğün kaynağı Olympos’ta hüküm süren ataerkil despottur. Evet, eğer kadın-erkek meselesi söz konusu olacaksa, o kötü, kadın değil, erkektir.

ZEUS

Kadın düşmanlığı—ve cinsiyetçilik—konusunda Yunan efsanelerindeki Zeus (Roma’da Jupiter) karakteri üzerinde durmadan olmaz.

Tanrılar katının başındaki bu karakter, ilginç bir şekilde, olumsuz bir tiptir. Elinde şimşekleri vardır, oraya buraya çakarak şiddet saçar. Zeus sevilen değil, korkulan bir kişiliktir. Herkes onun gazabından çekinir. Ayrıca hilekârdır, sahtekârdır.

Kindardır, intikamcıdır. Egoist mi egoisttir. Onun adaletinden ve hakkaniyetinden değil, nefretinden, kurnazlıklarından söz edilir. Kısacası, Zeus’u gökten yere indirecek olursak, şerrinden korkulan müstebit bir dünya hükümdarının profilini buluruz.

Ama burada konumuz Zeus değil, erkek kültü ve kadın düşmanlığı olduğundan, tanrılar tanrısının olumsuz özelliklerini öykülerle tek tek sıralamak yerine, sadece Zeus’un kadınlara yaklaşımını örneklerle anacağız.

Erkek egemenliğinin önde simgelerinden olan Zeus, dolayısıyla kadın düşmanlığının yani kadını cinsel haz aracı gibi gören erkek zihniyetinin baş temsilcisidir:

1- Yedi kez evlenmiştir, eşlerinin adı Metis, Themis, Eurynome, Demeter, Mnemosyne, Leto ve Hera’dır.
2- Cinsel tacizci ve tecavüzcüdür. Bizim Yeşilçam filmlerindeki "Tecavüzcü Coşkun" Zeus’ın yanında sempatik kalır.)
3- Altın ışık haline bürünüp Danae’ye, satir kılığına girip Antiope’ye, alev olup Aegina’ya, kuğu olup Leda’ya, beyaz boğa olup Europe’ye (Avrupa’ya) tecavüz etmiştir.
4- Sayısız aşk maceralarının ve tasallutlarının kurbanları arasında Alkmene, Anaxithea, Kallisto, Karme, Kassiopeya, Dia, Dione, Elara, Elektra (bu Elektra, Agamenon’un kızı Elektra değil), Hesione, Io, Maya, Neara, Niobe, Okyanus Pluto’su, Protogenya, Semele, Styx, Tavgete, Thalia, Tymbris ve daha nice nimfa’lar (su perileri) ve ölümlü kadınlar vardır. Baş tanrının iğfal ve kız kaçırma öyküleri, zamanına ait heykel, kabartma, çömlek-vazo desen ve resimlerinden Michelangelo gibi büyük ressamların tablolarına değin klasik sanata geçmiştir.

HELENA

Yunan efsanelerinin en bilineni olanTroya Savaşı anlatısına, şimdi de kadın kosunda bakalım.

Klasik Yunan mitolojisinin başyapıtı Homeros’un İlyada (ve Odisseus) anlatılarıdır.

Bu savaş, o mitolojideki en büyük öyküdür ve birçok karakter efsanede yer almıştır. "İlyada" başta olmak üzere birçok antik Yunan destanı, Aeskhilleus, Sophokles ve Euripides’in çeşitli tragedyaları, ya da bir takım efsaneler, şiir, heykel, resim, kabartma, fresk, desen bu öyküden esinlenir.

Her ne kadar, öykünün önde gelen kahramanlarının çoğu Aekhilleos (Aşil), Hektor, Aias (Ajax), Odysseus, Philoktetes, Paris, Menalos, Diomedes, Priamos, Phoenix, Nestor gibi erkek kahramanlar idiyse de, efsane ve bağlantılarında doğrudan yahut dolaylı olarak öykü ve etrafındaki (önce ve sonrasındaki) olaylarda kadınlar pay sahibidirler.

Erkeğin kadını aşağılayan zihniyetindaki "kadın parmağı"na burada kısmen ayrıntılı olarak eğilelim.

Bilindiği gibi, savaş nedeni Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, Sparta Kralı Menalos’un eşi Helena’yı Troya’ya getirmesidir. Yani savaş "kadın yüzünden", daha doğrusu "kadını paylaşamamak yüzünden" çıkmıştır. Savaşın hiç de Helena yüzünden çıkmadığını, Menalos’un altın ve mal için sefere çıktığını Aeskhilus’un "Agamemnon"undan yazılıdır. Fakat bir an, efsane içinde kalalım ve olayın öncesine gidelim.

Helena da, Paris de bu olayı yaşamaya yazgılıdırlar. Bu sözcük tragedya sanatında bir kavramdır. Yani, olacaklar kişilerin iradelerinin üzerindedir, [İslam inanışı "kader" kavramına hiç de yabancı değildir.]

Paris’in yazgısında Buyruk yüksek yerden, Olympos’tan gelmiştir. Ama anlatının o kısmında da "kadın parmağı" vardır, Paris’in yazgısını buyuran ilahi kudretin içinde de dişi cins bulunmaktadır. Şimdi bu tanrısallığı (ya da daha doğrusu tanrıçasallığı) görelim.

Helena, şimşekler çakan Zeus’un sayısız tecavüzlerinden birisinin ürünüdür. Bir gün kuğu kılığına girerek Lakmedaemon kralı Tindareus’un eşi Leda’yı hamile bırakır. Helena, annesinin karnından çıkan kuğu yumurtasından insan olarak doğar. Anne bir, baba ayrı kardeşlerinden birisi Klytaimnestra’dır. [Başka bir versiyona göre, İntikam Tanrıçası Nemesis kaz kılığında gezerken, Zeus kuğu haline girip, onunla birleşir, oluşan yumurtayı çobanlar Leda’ya verirler, yumurtadan çıkan bebek Helena kralın sarayında onun evlatlığı olarak yetiştirilir.]

Helena büyüyüp genç kız olduğunda artık güzelliği dillere destandır. Nice yiğitler, prensler, hükümdarlar talibidir. Ne var ki, Helena’nın yazgısı Tanrıça Afrodite tarafından çizilecektir. Çünkü yıllık dini törenlerin birisinde Tindareus Afrodite’ye adak sunmadığı gibi, onu küçümsediğini belli etmiş, pek hiddetlenen Tanrıça öç almak için, kralın her üç kızını da (Klytaimnestra, Timandra ve Helena’yı) zina suçuyla lekelemeye ahdetmiştir. [Euripides’in "Orestes" piyesi, ayrıca Hyginus ve Apollodorus’un kitapları.]

Helena evlenecek yaşa geldiğinde, babalığı kızına talip olan erkekleri saraya çağırır, o kadar çok erkek koşup gelir ki, sonuçta Odysseus’un önerisiyle evleneceği erkeği babasının değil, Helena’nın seçmesine karar verilir. Kralın tek şartı vardır: Genç kız kimi seçerse seçsin, diğer erkekler onun tercihine saygı göstereceklerine ve o erkeği hayatlarının sonuna kadar savunacaklarına dair peşinen ant içeceklerdir (Anlatanlar: Hesiodos, Apollodorus, Pausanias, Hyginus ve Ovidus.)

Yemin töreni yapıldıktan sonra Helena Menalos’u seçer. Helena’nın evliyken Paris’le Troya sarayına giderek kocasını terketmesi mitolojide yazgı da olsa, olayı, efsanenin kaynaklandığı toplumda bir kızın evleneceği erkeği seçmesine karşı gösterilen hoşgörüsüzlüğün bir yansıması diye görmek doğrudur. Öykünün kadına ilişkin başka bir yönü daha vardır. Kralın, öneri sahibi Odysseus’a armağan olarak Penelope’yi vermesi anlatıya tamamlayıcı bir negatif boyut daha katar.

Zira erkeğini kendisi seçen kadın (Helena) olumsuzlanırken, felaketlerin nedeni sayılırken, kocasını kendisi seçmemiş ve erkeğe ödül olarak verilmiş, iradesinin dışında biriyle evlendirilmiş Penelope yüceltilir. Çünkü sefere çıkıp kimisine göre 20, kimisine göre 30 yıl dönmeyen kocası Odysseus’u sadakatle bekler, iffet sembolü olarak efsaneye geçer. Evli olduğu adamla ruhsal ve cinsel her türlü ilişkiden ve eşiyle bir arada yaşamaktan yoksun kalan, günlerini, aylarını,..yıllarını gergef işleyerek geçiren Penelope’nin doğa dışı, insanlık dışı yaşamı kadınlığın erdemi ve erdemliliğin timsali gibi gösterilir.

Buna karşılık, üç kız kardeşin diğer yazgılısı Klytaimnestra sefere giden kocasını beklemez, onun kuzeniyle aşk yaşamaya başlar, efsane sadakatsiz kadının suçluluğunu şiddetlendirmek için onu katil de yapar, kocası dönünce âşığının yardımıyla Agamemnon’u öldürmekle damgalar.

Anlaşılan, Eski Yunan’da sefere çıkan erkekler geride bıraktıkları eşlerine güveniyorlarmış, Odysseus, Agamemnon, Troya’ya giden Akha’lı diğer evliler ya da Odyesseus’la Altın Post seferine (bugünkü Doğu Karadeniz kıyılarına) çıkan diğer erkekler gibi örneğin.

Orta Çağa geldiğimizde, erkek geride bırakacağı kadına güvenmez olmuş ki, Haçlı Seferlerine çıkan çapulcu ordularının başındaki soylular eşlerine bekâret kemeri takıp kilidin anahtarını yanlarında götürmek gibi dâhiyane bir yöntem bulmuşlar. Emre Caner’in R. Lewinshon’dan aktardığına göre (a.g.e., sf. 92), Tanrı adına ve de İsa aşkına Mukaddes Topraklara giden erkek orduları bir yıllık sefer için 13.000 kişilik fahişe konvoyları götürüyorlar, ama geride bıraktıkları eşlerinin cinsel organlarını kilit altına alıyorlarmış.

Neyse ki, kadınlar esaret kemerlerinden kurtularak, bedenlerinin ve ruhlarının isteğini yerine gerine getirmenin yolunu buluyorlarmış, Hüseyin Kılıç’ın "Batıda Kadın ve Cinsellik" kitabında yazdığına göre, tek anahtarı olan kilidi ya çilingire açtırıyorlar veya bir kaç beden zayıflayarak kemeri kalçalarından çıkarıyorlarmış.

Pek de iyi ediyorlarmış. Kadın mülk olduğu için iffet ve sadakat söz konusu oluyor, onun sahibi-efendisinde ise o denilenler aranmıyor. Örneğin, iffet kelimesi niçin erkek için yoktur da, sadece kadın için vardır? Eşinin iffetini, sadakatini bu şekilde –üstelik de hiç de sağlıklı olmayan, enfeksiyona, cilt hastalıklarına yatkın olan bu yöntemle-- güvence altına alan, daha doğrusu aldığını zanneden Haçlı savaşçıları, çadırlarda, örtülü arabalarda fahişelerle halvet olurlarken, her nasılsa günaha girmiyorlardı. Halbuki bir sonraki paragrafta göreceğimiz gibi, Tanrıları da, onun Oğlu da fahişeyle yatmayı erkeğe çok kesin dille yasaklamıştı.

ZİNA

Geçtiğimiz yıllarda Türk Ceza Kanununda yapılacak değişiklikler nedeniyle hayli tartışılan zina konusunda üç Semavi dinin temel Kutsal Kitaplarında yazılı müşterek ilahiyatın ne dediğine bakalım...

Eski Ahit’in ilk beş kitabının "Mısır’dan Çıkış" (Exodus) 20/2-15’te anılanında, On Emir’den birisi "Öldürmeyeceksin" ise, diğeri "Zina etmeyeceksin" dir. Aynı emir, "Yasanın Tekrarı" (Deuteronomion) bölümünde de tekrarlanır (5/18.)

Yeni Ahit’te Aziz Pavlos’un Korintoslulara I. Mektubunda (6/13-20) şöyle denilmektedir:

"...Beden zina için değildir, Rab içindir. Rab da beden içindir... Bilmiyor musunuz ki, bedenleriniz Mesih’in parçalarıdır. Öyleyse, Mesih’in parçalarını alıp, bir fahişenin parçaları mı yapayım? Asla! Bilmiyor musunuz ki, bir fahişeyle birleşen kişi onunla tek beden olur. İkisi tek ten haline gelir... Zinadan kaçının. İnsanın işlediği başka her günah beden dışıdır. Ama Zina eden kişi, kendi öz bedenine karşı günah işlemiş olur. Hem bilmiyor musunuz ki, bedeniniz içinizdeki Kutsal Ruh’un mabedidir, o size Tanrı tarafından bahşedilmiştir ve siz kendinize ait değilsiniz." [Yeni Ahit’in Martin Luther tarafından yapılan Almanca çevirisinden, Ant. Gideonbund, 1967, sf. 188.]

Kur’an’da ise şöyle deniliyor:

"Onlar... Allah’tan başka mâbud beklemezler, haklı bir dava dışında insan öldürmezler (çünkü O, öldürmeyi yasaklamıştır), zina etmezler, bunları yapan cezasını çekecek, Mahşer Günü cezası ikiye katlanacak ve tövbe etmedikçe hiç bir zaman affa mazhar olmayacak..."(Furkan suresi, 25/68-70.)

"Ey peygamber! İman eden kadınlar sana gelip Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, başkalarına, kendilerinin icat ettikleri korkunç bühtanlar atmayacaklarına ve adil ya da iyi şeylerde sana itaatsizlik etmeyeceklerine dair yemin ederlerse, yeminlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Hiç şüphesiz, Allah Gafur’dur, Rahim’dir." (Müntehine s., 60/12.)

"Zinaya zinhar yeltenmeyin! Çünkü o kerih ve ahlâksız bir şeydir." (İsra s.,17/32.)

"Zina eden erkeğin ve zina eden kadının her birine yüz kamçı vurun. Ve merhamet etmeyin, zira Allah’a ve âhiret gününe içten inanıyorsanız, Allah’a itaatsizlik etmiş olursunuz. Cezalandırılmalarına çok sayıda mümin şahit olsun." (Nûr s., 24/2.) [Kur’an (zamanının önde gelen Arapça-İngilizce çevirmeni N.J. Davud’un İngilizcesinden) Penguin Y., Middlesex, 1983, sf. 213, 268, 236 ve 214.veya veya Aynı Sûre ve Âyetler için bak. Yaşar Nuri Öztürk, Hürriyet, 1984, Ahmet Varol, Ozan Y. İstanbul 1996, Elmalılı Hamdi Yazır, Asır, İst. 2007 Türkçe mealleri.]

Dikkat edilirse, Kur’andaki zina kelimesiyle, İncil’deki zina kelimesi örtüşmüyor. Kur’an zinayı –kiminle olursa olsun, kim yaparsa yapsın—nikâhsız cinsel ilişki diye anlarken, İncil, yukarıdaki alıntılarda da açıkça ifade edildiği gibi, bir erkeğin bir kadın fahişeyle yatmasını kastediyor. Baktığım İncil çevirilerinin Türkçe olanında kelime "zina" diye geçerken, Almanca, İngilizce ve Fransızca’sında fahişeyle yatmak anlamındaki kelimeler seçilmiş, üç çevirinin hiç birinde evlilik dışı ilişki anlamındaki "Ehebruch, adultry, adultère" kullanılmamış.

Bu anımsatmayla söylemek istediğim şey, İncilin bu çok açık günah ilanına rağmen, Papa’nın ve piskoposlarının takdislerle, dualarla, ayinlerle uğurladıkları kutsal ordular, resmen ve alenen on bini aşkın fahişeyi "günah yataklarıyla birlikte" yanlarında götürüyorlardı.

Hangi din, hangi inanç, hangi İsa, hangi Tanrı yasağı? Bütün o sözlerin koca bir riya olduğu besbelli. İsa "komşunu sev" demişse, komşun olmayanı (uzaktaki Müslümanı, Yahudiyi) git katlet, kıymetli nesnelerini gaspet mi, demiş? Aşkı para için yapan kadını yasaklamışsa, savaşa giderken yanında onlardan götürmene cevaz mı vermiş? Bütün bunların yapılmasına din adamları önayak olsun mu, istemiş?

Ve asıl önemli olanı, Kilise denilen ruhani hiyerarşiyi kendi mi kurmuş, o kişileri bizzat mı atamış? Adına davranan din adamlarına noterden vekâletname mi, devletten mühürlü yetki belgesi mi vermiş? Din adamı ne demek? Bir toplumsal örgütlenme.

Tanrı dediğiniz ise, adı üstünde tanrısallık, ilahilik. Ne yerdedir, ne göktedir, ne dünyadadır, ne kâinattadır, her yerdedir, hiç bir yerdedir...

İlahiliğin böyle bir örgütlenmeye ve vekâlet müessesesine ihtiyacı mı var? Pagan dönemini, onun tanrılarını ve tapınaklarını reddettiniz, tanrıyı teke indirdiniz ve öbürleriyle kıyaslanmayacak denli olağanüstü mistik, metafizik bir yere yücelttiniz, (bu haliyle insana yabancılaştırdınız, insanlar eskiden İnnana’nın, Damuzi’nin, Zeus’un iyiliklerini de kötülüklerini de biliyorlardı, onları insanüstü fakat gene de kendileri gibi, görüyorlardı, tek tanrının dini ise onu dokunulmaz, erişilmez ve eleştirilmez kıldı.)

Eski dönemin tanrılarını kaldırdığınız ama tapınağı ve tapınmayı kaldırmadınız, tapınma yerlerine başka isimler buldunuz, "sinagog" dediniz, "kilise" dediniz, toplanmak fiilinden "cami" dediniz, yani paganların mabet töresini korudunuz. Bir mekânda buluşup birlikte tapınan (ayin yapan) pagan toplumu insanlarının alışkanlıklarını tek tanrılı toplumlara taşıdınız, ortak ibadetleri kurumlaştırdınız, hatta eski dönemin müzikli veya melodili ayinlerini de tek tanrılı dine taşıdınız, tanrının müziğe ihtiyacı mı vardı, ayrıca sizin müziğinizden siz hoşlanıyorsunuz, evrendeki onca gezegenin hâkimi, niçin illa ki sizin müziğinizi dinlesindi?

Çok tanrılı dönemdeki tanrılar bir çeşit insan gibi olduklarından, insanlar hoşuna gider diye ayinlerinde kendi müziklerini ve çalgılarını tanrılarına dinletiyorlardı, bu normaldi, ama Tanrı teke inip, o denli gökselleşince siz gene de müziğinizi dinletmeğe devam ettiniz. Besbelli ki, o müzik Tanrı için değil, kendiniz içindi. Kısacası, ritüeller değişti, ama ritüelcilik kaldı.

O ayinleri eski dönemdeki gibi din adamları yönetmeye devam etti. Oysa "Tanrıyla kul arasında" bir aracıya niçin gerek olsundu?

Marx’ın dediği gibi, hahamlık, rahiplik, imamlık bir meslek oldu? İnsanın geçimini Tanrı üzerinden kazanması, ruhaniyeti meslek yapması size aykırı gelmiyor mu? "Peki, o adamlar nasıl geçinsinler?" diye bir soru bile olmamalı. Siz kiliseleri, sinagogları, camileri kaldırın, onları toplumda sadece tarihsel eser olarak değerlendirin, tarihsel ve estetik değerleri yoksa başka sosyal amaçlarla değerlendirin.

Değil mi ki "İslam’da ibadet Allah ile kul arasındadır" diyorsunuz, bırakın, evinde, tarlasında ya da şehir parkında veya belediye otobüsünde, ..istediği her hangi bir yerde ibadet etsin, dua etsin, namaz kılsın. Yahudiler Şabbat’ta, Müslümanlar Ramazan ya da Kandil günlerinde oruç tutarken nasıl ki, hahama ve imama ihtiyaç duymuyorlarsa ve o yaptıkları da Tanrıya ibadet etmek ise, diğer ibadetlerini de o şekilde aracısız yapsınlar. Daha doğrusu hiç yapmasınlar. O insanlar ibadeti borç bildiklerinden dolayı öyle yapmakla manevi huzur duyuyorlar, öyle yaparak kendilerini Tanrıya (ve Cennete) yakınlaşmış hissediyorlar.

Oysa Tanrının kendisine ibadet edilmesine (tapınılmasına) niçin ihtiyacı olsun? Mademki, sizden önceki pagan devri, İslamiyetin deyimiyle "Cahiliye Devri"ydi ve mademki, Cahiliye Devri sona erdi, siz niçin hâlâ Cahiliye'nin cahil törelerini, ritüellerini sürdürerek tapınmayı şart koştunuz?

Tapınmanın da, tapınağın da, Allah’la kul arasındaki din adamının da her tek tanrılı dinin kendinden önceki "Cahiliye Devri"nde kalması gerekmez miydi? Fakat siz tanrıya ibadet etmeyi insana borç kıldınız. Tanrı insan mı ki, insanlar gibi alacağı-vereceği olsun, insandan ne alacağı olabilir ki, insan ona borçlu olsun? Kaldı ki, pagan Kureyş’in kutsal mabedi Kâbe’de her biri bir tanrıyı temsil eden putların en büyüğü Baş Tanrı’ydı ve Adı "Allah"tı.

Yani "Allah" adını İslamiyet icat etmedi, o sadece diğer tanrıların tamamını kaldırdı, sadece Allah’ı Tanrı kabul etti. Sonra o Tanrı, elçi seçtiği Muhammed Mustafa’ya mesajlarını sureler ve ayetler halinde nâzil etti (indirdi). Peygamber onları kâtiplerine deriler üzerine yazdırdı, hafızlara ezberletti, Halifesi Osman da 30 cüz halinde topladığı o metinlerle Kur’anı kutsal kitap haline getirdi.

Müslümanlar ibadeti "Allah rızası için" yaptığınızı söylerler. Sizin ibadetinize ihtiyacı mı var? Birinden iyilik gördüğünüzde teşekkürünüzü "Allah razı olsun" diye ifade edersiniz, iyilik gören sizsiniz, niçin teşekkürünüzü Allah’ın üstüne yıkıyorsunuz?

PARİS'İN YARGISI VE YAZGISI

Bir adı da Alexandros olan Paris doğmadan önce, annesi Hakabe rüyasında karnından alevler çıktığını ve tüm Troya’yı yaktığını görmüştür. Rüya yorumcuları doğacak çocuğun ülkeye felaket getireceğini söyledikleri için, Priamos, bebeği bir hizmetkârına vererek, ölsün diye dağa bıraktırır. Fakat bebeği önce bir dişi ayı emzirerek büyütür, sonra da bir çoban ailesi onu evine alır (Apollodorus, Hyginus, Tzetzes, Pindar). Alexandros büyüyüp, bir su perisiyle evlenir, dağda kendi halinde bir çoban olarak sakin bir yaşam sürerken, tanrılarla tanrıçalar onu rahat bırakmazlar, dağdan alıp en önemli öykülerine kahraman yaparlar.

Daha önceden geçen bir olaya göre, Olympos’taki bir düğüne Kavga Tanrıçası Eris davet edilmez. O da buna kızıp, ortalığı karıştırmak için düğün yerine bir elma atar. Elmanın üzerinde "en güzel kadına" yazmaktadır. Oradaki üç tanrıçanın (Hara, Athena ve Afrodite) üçü de elmanın gökten kendisine atıldığını söyler. Zeus kavgada hakem olmak istemez, hem üç kadından birisi olan Hera,Zeus’un yedinci eşidir, hem de (ya da kimilerine göre) kafasında ölümcül bir plan vardır.

Zeus ikinci eşi tanrıça Themis’le bir çözüm bulur, dağdaki çoban Paris’i Olympos’a getirip hakem yaparlar ve üç tanrıçadan en güzel olanına elmayı vermesini isterler. Her üç kadın da delikanlıya vaatte bulunur: Hera Asya Krallığını verecektir, Athena sonsuz akıl ve başarı bahşedecektir, Afrodite ise Güzel Helena’nın aşkını.

Efanede "Paris’in Yargısı" diye geçen tercih, aynı zamanda ilahi bir yazgıdır da. Zeus’la Themis’in o kadar insan arasından dağdaki bir çobanı getirmeleri kimi anlatılarda onların, Troya faciasına dek uzanacak yazgıyı birlikte çizdikleri şeklinde verilir.

Bu yazgının açıklamasına göre, Zeus, Helena ile Paris’i kullanarak Asya ile Avrupa’yı birbiriyle savaştıracaktır. Başka anlatılara göre, yeryüzünde artan insan sayısını azaltmak, yarı-tanrı olanların soyunun saygınlığını arttırmak için böyle korkunç bir savaşa karar vermiştir. (Cyprianus, Procius, Apollodorus...) [Demek, savaşlar yoluyla nüfus fazlasını azaltmak fikri, Malthus’tan çok önce de vardı ki, mitolojiye girmiş.]

KADINA MAL GİBİ BAKILMASI

Yeri gelmişken sözünü ettiğimiz Yunan efsanesindeki önemli ve saygın kadın kişiliklerden Kassandra’yı analım. Priamos’la Hakabe’nin kızı (Troya Prensesi) olan Kassandra, bir gün Apollo tapınağında uyurken tanrının tasallutuna uğrar, uyanan genç kız kaçarak tecavüzden kurtulur. Apollo ona bir pazarlık önerir, bekâreti karşılığında prensese insanüstü bir kehanet gücü verecektir. Kassandra teklifi kabul eder, tanrıdan o doğaüstü gücü alır, fakat bekâretini vermez. Çok kızan Apollo "bari Tanrına bir öpücük ver" diyerek kızı kandırır ve öpecek gibi yaparken, dudaklarına tükürür. Böylece, Kassandra olacakları önceden görecektir, haber verecektir, fakat dudaklarından çıkan kehanetlere kimse inanmayacaktır.

KASSANDRA'NIN ÇIĞLIĞI

Kassandra bu yetiyi kazanır kazanmaz, korkunçluklar görmeğe başlar, ölüler, yaralılar, kan gölleri, yanan evler, babasız kalan çocuklar, ağlayan kadınlar,... Savaş felaketinin çeşitli yönlerini gösteren sayısız görüntüler gözlerinin önünden geçip durur.

Genç kız dehşet içinde tapınaktan saraya koşar, sarayda bir tören yapılmaktadır. Dağdan kente gelen çobanın aslında prens Alexandros olduğu, anlaşılmış, onuruna şölen düzenlenmiştir.

Kassandra yabancıyı görür görmez dehşet içinde çığlık atar, eşi görülmemiş bu dehşet çığlığı törenin sessizliğini yırtmış ve herkesin kanını dondurmuştur. Prenses parmağıyla yabancıyı işaret ederek, "Bu yumuşak ve hoş kokulu âşık, dişi bir ayının eniğidir. Bu adam cinayetin soluğudur, yıkımın ve ölümün kızıl ve kızgın yalımıdır. Hepimizin ölümüne yol açacaktır. İş işten geçmeden onu öldürün. Hepimizi korkunç bir cehenneme gönderecek pis bir solucandır o! Onu hemen ezin. Öldürün. Adını daAlexandros diye çağırmayın. Onun adı Paris’tir, korkunç ölümle evli kişidir" (İlyada).

Kassandra’nın sözlerine aldıran çıkmaz, tersine bir kral oğlu olduğunu öğrenen Paris vakit yitirmeden gider, Menalos’un eşi Helena’yı Saparta’dan alır getirir. Kassandra bir kez daha uyarır, Helena’nın derhal gönderilmesini ister. Gene aldıran çıkmaz, hatta çığlıkları düğünü bozuyor diye mahzene kapatılır.[O gün bugündür, "Kassandra’nın çığlığı" deyimi savaşa karşı uyarı ve barış çağrısı olarak kullanılmaktadır.]

Savaş uzayıp giderken, Troya’lılar Helena’yı suçlarlar, ama kayınpederi Kral Priamos Helena’ya, "Suçlu sen değilsin kızım, asıl suçlu tanrılardır, bu kanlı savaşı başıma onlar açtılar" der (İlyada).

Erkeğin savaş ganimeti olarak kadın: Troya efsanesinde Paris ile Agamemnon arasındakinden başka Aekhilleos (Aşil) ile Agamemnon arasında da "kadın meselesi" vardır. (Agamemnon ile kuzeni Aigisthos arasındaki "kadın meselesi" olmuştur.)

Kuşatma uzadıkça, Akha’lılar Ege sahillerindeki başka sitelere talan seferleri düzenlerler. Seferlerden birinde Aekhilleos’un getirdiği ganimetler arasında

iki amca kızı olan Kriseis ile Briseis de bulunmaktadır. Genç kızların babaları iki komşu kentin Apollo tapınağının rahipleriyken, Aekhilleos babasını öldürdüğü Briseis’i kendisine ayırır, Kriseis’i ise başkomutan Agamemnon’a sunar.

Kriseis’in babası getirdiği pahalı hediyelere rağmen, kızını geri alamayınca tanrısından yardım ister. Apollo da Akha ordularına veba gönderir. Salgından kurtulamayacaklarını anlayan komutanlar Agamemnon’a baskı yaparak Kriseis’i geri vermesini isterler. O da kabul etmek zorunda kalır, Kriseis’i bırakır.

Bırakmasına bırakır, ama bu kez de Aekhilleos’un çadırındaki Briseis’e el koyar. Çok sinirlenen Aekhilleos savaşı bırakıp gider. Yani, Mitolojideki "Aşil’in Öfkesi"nin de nedeni kadındır. Aekhilleos tüm ısrarlara rağmen dönmez, ancak yakın arkadaşı Patkroklos’un Hektor tarafından öldürüldüğünü duyuncaya, geri gelerek tekrar savaşa katılır.

Bazı anlatılara göre, Troya’nın diğer prensesi Poliksena kardeşi Troilos’la birlikte atlara su almaya gittiğinde Aekhilleos’la karşılaşırlar. Aekhilleos Poliksena’yı gözüne kestirir, Troilos’u öldürür, ama genç kız kaçar. Aekhilleos’un kızı almak için babası Priamos’la pazarlık yaptığını ve Briseis olayını bahane ederek savaştan çekildiğini söyleyenler de vardır (Frigyalı Dares Frygius, Roma’lı Diktis Cretensis.)

Başkalarına göre, olay daha sonra (Hektor’un ölümünden sonra) geçer. Poliksena babasıyla birlikte Aekhilleos’tan ağabeyi Hektor’un ölüsünü almaya gittiğinde, Aekhilleos ona âşık olur, genç kızı elde etmek için tapınağa, Priamos’la pazarlık yapmaya gittiğinde Paris’le tutuştuğu dövüşte öldürülür. Yani, Aekhilleos’un savaştan çekilmesi daha öncedir, geri gelmesinin Patroklos’un öldürülmesiyle ilgisi yoktur. Euripides "Hakabe" isimli tragedyasında Aekhilleos’un hayaletinin Akha’lılara göründüğünü,Poliksena’nın kendi mezarı üzerinde kurban edilmesini istediğini, bu dileğini oğlunun yerine getirdiğini anlatır. Prensesin kabahati, erkeğe --üstelik de düşman ordularıyla gelip kentini kuşatan düşman kahramanına-- teslim olmamaktır.

Troilos’la Poliksena’nın öyküleri değişik anlatımlarla bir kaç kez işlenmiştir. Frygius, Cretensis ve Euripides’ten başka, Vergilius: "Aeneid", Seneca: "Troades", Benoit de Sainte-Maure: "le Roman de Troie" (Troya’daki Romalı), Guido delle Colonne, Boccacio, Chauser: "Troilus and Crisseyda", Henryson: "The Testament of Cressida", Shakespeare: "Troilus and Cressida", Dreyden: "Troilus and Cressida".

Yani Troya savaşında erkek egemen kadın-erkek ilişkileri Helena’dan ibaret değildir.

Savaşta, Hektor Patrolkus’u, Aekhilleos Hektor’u, Paris Aekhilleos’u, Philoktates Paris’i öldürür. Aekhilleos’un zırhı kendisine verilmeyen Akha kahramanlarından Ajax (Aias) çıldırıp intihar eder.

Bilinen Tahta At hilesiyle kuşatma orduları kente girerler. Kassandra tahta atın iç yüzünü söyleyip, atın içeri alınmasını önlemeye çalışırsa da, dinleyen çıkmaz. Akha orduları Troya’yı yakıp yıkarlar, el koydukları savaş ganimetleriyle birlikte, Helena’yı da alıp memleketlerine dönerler.

Savaşan galip tarafın yağma ve talanı, taşınabilecek kıymetli mallara ganimet olarak el koyması çağlar boyu sürmüştü. Ganimetler arasında insanlar da vardı. Gaspedilip götürülen insanlar köle oluyorlardı. Böylece, insanın mal sayılması erkeğin işgücüne, kadının ise hem işgücüne, hem de cinselliğine el koymak içindi.

Alıkonulan insanlar ya doğrudan doğruya o erkeklerin veya meta olup, esir pazarlarında köle yahut cariye diye satılarak başka erkeklerin işinde, evinde ve yatağında hizmete koşulurlardı.

Argos kralı Menalos’un kardeşi Agememnon, Troya’ya Helena’yı alıp, kocasına getirmek için gitmişti, ama dönerken, düşman tarafının prensesi Kassandra’yı da kendine ganimet aldı.

Agamemnon’un dönüşüyle, Troya savaşı öncesinde başlamış olaylar zincirine bir dizi yeni halka eklenecekti.

KLYTAİMNESTRA

Anlatılan öyküde bir kötü kadını daha karşımıza çıkıyor: Klytaimnestra Aigisthos’la aşk yaşadığı için öykülerin çoğunda kötülenir. (Ama kocası Agamemnon’un savaş çadırında odalık yaptığı savaş ganimeti Briseis ve Kriseis üzerinde durulmaz.)

Bazı tragedyalar Klytaimnestra’yı "iyi" ile "kötü" arasında bocalayan, içinde büyük hesaplaşmalar geçen, fırtınalar esen –ve sonraları Dostoyevski’nin ustalıkla yaratacağı "düal karakterli" (ikili kişilikli) erkeklere benzeyen— bir kadın olarak çizmişlerdir.

"Danimarka Prensi Hamlet"in annesi Gertrude da bir Orta Çağ Klytaimnestra’sı sayılabilir, ama Shakespeare Gertrude’u kötülemez, hatta babasının hayaleti, Hamlet’ten annesine kötü davranmamasını ister.

Yunan mitolojisinde ve onu esas alan tragedyasında Klytaimnestra kocası Agamemnon’u ve onun Troya’dan getirdiği Kassandra’yı öldürür. Efsanenin çoğu versiyonlarında o fiilinin nedeni Aigusthos’la evlenmek niyetidir.

Agamemnon ile Klytaimnestra’nın üç çocuğu vardır: Büyük kızı Elektra, oğlu Orestes ve küçük kızı.İfigenia. Yunan orduları Troya seferi için bütün hazırlıklarını tamamladıkları halde, günlerce rüzgâr esmediği için yelkenler şişmez, gemiler limandan çıkamaz. Sonuçta, rüzgârın çıkmasını Tanrıça Artemis’in engellediği anlaşılır.

Çünkü başkomutan Agamemnon bir gün avlanırken, Artemis’in doğada en sevdiği geyiği öldürmüştür. Tanrıça şimdi öç almaktadır. Artemis, Agamemnon’a, ancak kızı İfigenia’yı kurban etmesi halinde rüzgârın çıkmasına izin verecektir. Agamemnon Mykenai’daki Klytaimnestra’ya haber göndererek kızını Aekhilleos’la nişanlayacağı için İfigenia’yı alıp getirmesini ister, gerçek niyetini gizler. Annesinin getirdiği İfigenia’yı babası Artemis tapınağında kurban verir. [Daha sonraki efsanelerde hikâye değişir: Artemis son anda bıçağın altına bir geyik koyar, genç kızı da uçurarak Tauris (Kırım) yarımadasına götürür. İfigenia oradaki Artemis tapınağında uzun yıllar rahibelik yapar. Öyküsünün devamını birazdan dinleyeceğiz.]

Homeros’un "İlyada"da Krysothemis adıyla andığı İfigenia’nın ölümden kurtulmuş öyküleri daha sonra bazı tragedyalara konu olmuştur: Euripides’in "İfigenia Auilis"te, "İfigenia Tauris"te, Racine’in "İfigenia Aulide"de, Goethe’nin İfigenia Tauris’te ve Glück’ün aynı adlı operası.

Bazı yorumlara göre, Klytaimnestra’nın kocasını öldürmesi, kızının intikamını almak içindi. Kaldı ki, Afrodit, Klytaimnestra’nın babasına kızıp, her üç kızını da kocalarına ihanetle yargılamıştı.

CEZALI SOY

İlahi yazgı bu kadardan ibaret değildi. Agamemnon’un atları tanrılar tarafından cezalandırılmış bin soydan gelmekteydi. Zeus’un en sevdiği ölümlü oğlu Lidya kralı Tantalos tanrılara saygı duymuyordu ve inanmıyordu.

Birgün tanrıları evine ederek, kendi çocuğu Pelops’u kesip, pişirip önlerine koyar, ama ikisi hariç hiç birisi etten yemezler. Kimilerine göre Tantalos, tanrıların insan yiyici (yamyam) olduklarını göstermek için böyle yapmıştı ve suçlarını dünyaya ispatlamak istiyordu.

Öyle de olsa, böyle de olsa Tantalos’un işlediği büyük bir suçtu. Yunan mitolojisi insanın kurban edilmesinden hiç hoşlanmazdı, gerek İfigenia öyküsünün sonradan düzeltilmesi, gerekse Tantalos’un öyküsü veya başkaları, daha önceki devirlerde insanların tapınaklarda kurban edilmesini yadsımak için anlatılmıştır. Ayrıca, babanın kendi çocuğunu ya da yakınlarının çocuğunu öldürmesi en büyük suçlardan birisi olduğu için efsaneler o öldürülecek çocuğu ya dağ başına bıraktırır veya Musa gibi bir sepetin içinde Nil kıyısındaki sazlıklar arasına. Hatta çoğunlukla bu çocuk tekrar saraya girer. Sadece efsaneler değil, çocukluğumuzda dinlediğimiz birçok prens öyküsü de böyledir.

Tanrılar Tantalos’u Hades’in yeraltı ülkesinde bir gölün başına koydular. Susayıp su içmeye eğildiğinde sular çekiliyordu, acıkıp ağaçtan meyve koparmaya uzandığında dal ulaşamayacağı kadar yukarı yükseliyordu. Yani, Tantalos da –Sisifos gibi—sonsuza dek cezalandırılmıştı.

Tantalos’un kızı Kraliçe Niobe babasından daha koyu bir tanrı düşmanıydı ve Olympos’ta oturanlara açık açık meydan okurdu. Halkı tanrılara tapmamaya çağırdığı için Apollo ile Artemis gelip kadının gözleri önünde 14 çocuğunu öldürürler. Niobe de oracıkta gözlerinden yaş gele gele kaskatı kesilir, tanrılar onu gece gündüz ağlayan bir taş parçasına çevirmişlerdir. [Manisa yakınlarında görünüşü kadın yüzüne benzeyen ve içinden su akan bir kaya, öyküsünü Niobe’den alır. Efsane, Anadolu mitolojisinde daha fazla olan anasoylu kalıntılara bir örnek sayılabilir. Öyküyü Aeskhilus "Niobe" adlı tragedyasına konu yapmıştır (ayrıca, Hesiodos, Homeros, Apollodorus.)

Tanrılar Pelops’u hayata geri getirirler, Sonradan Olympos oyunlarına başlattığı söylenen Pelops’un iki oğlu vardır: Arterus ve Tyetes.

Agamemnon’un geldiği soya adını veren Arterus’un karısıkayınbiraderi Tyetes ile ilişki kurar. Arterus, Tyetes’in iki çocuğunu pişirip, ziyafette babalarına yedirerek öcünü alır. Bu kez intikam sırası Tyetes’e gelmiştir. Bir tanrı elçisi, ancak kendi öz kızından çocuğu olursa, bu oğlun Arterus’u öldürebileceğini söyler. O da kızı Pelopya’nın yatağına gizlice girerek, hamile bırakır, doğan çocuğuysa annesiyle birlikte Arterus’a gönderir. Genç kız kimden olduğunu bilmediği bu çocuğu, yolda giderken kırlarda terkeder ve Arterus’un sarayına gidip, bilmeden amcasıyla evlenir. Dağda çobanlar tarafından büyütülen çocuk, daha sonra saraya gelerek Arterus’a evlatlık olur. Arterus onu Tyetes’i öldürmekle görevlendirir. Fakat öldüreceği adamın öz babası olduğunu öğrenince, gidip amcasını öldürür ve babasıyla birlikte Mykenai’yi yönetirler. Derken, Arterus’un oğlu Agamemnon, gelerek onları kovar ve tahta oturur. Ama kendisi Troya seferine çıkınca, kovduğu amcaoğlu çıkagelir ve Klytaimnestra’yla aşk yaşamaya başlar. İşte, yukarıda adı geçen Aigisthos bu kişidir. Klytaimnestra’yla evlenen Aigisthos yedi yıl krallık yaptıktan sonra, Orestes tarafından öldürülür.

Birbirine bağlı öykülerden de görüleceği gibi, Arteus soyu babadan oğla cezalandırılmaktadır. Dedesi Tantalos kendi öz çocuğunu öldürmüştür, cezalandırılmıştır. Babası Arteus iki yeğenini öldürmüştür, üçüncüsü tarafından öldürülmüştür. Kendisi (Agamemnon) öz kızını kurban vermiş, ama eşi ile amcaoğlu tarafından öldürülmüştür. Öcünü ise oğlu Orestes’le kızı Elektra alacaktır.

Zincirin nereye vardığına bakalım: Orestes Tanrılar mahkemesinde yargılanıp beraat ettikten sonra, beraatın diyeti olarak Apollo’nun verdiği görev gereği Tauris’e giderek, tapınaktan Artemis heykelini alıp getirecektir.

Ama arkadaşıyla birlikte orada tutuklanırlar, tanrıçaya kurban edilmek üzere rahibe İfigenia’ya verilirler. Ama iki kardeş birbirlerini tanırlar ve birlikte kaçarlar, gelip Attika’da bir Artemis tapınağı inşa ettirip, heykeli onun içine koyarlar (Yukarıda andığım "İfigenia Tauris"te tragedyalarında ve operasında anlatılan bu öyküdür.)

Bir süre sonra, Orestes artık evlenmek ister. Genç adamı, küçük yaştayken Hermione’yle nişanlamışlardır. Hermione Orestes’in kuzenidir, amcası Menalos’la yengesiHelena’nın kızıdır. [Demek ki, beşik kertmek o zamanlar da varmış!] Fakat Menalos ahdine uymamış, Orestes’in nişanlısını, Aeskhilleos’un oğlu Neoptelemos’la evlendirmiştir. Adı "yeni savaşçı" anlamına gelen Neoptelemos babası savaşta ölünce, savaşa çağrılır, gelir ve tahta at içinde Troya kentine ilk girenler arasına katılır (İlyada.)

Aeskhilleos’un hayaletinin çağrısına oğlunun uyduğunu söylemiştik. O oğul Neaptelemos’tur, Troya Prensesi Poliksena’yı babasının mezarının üzerinde "babasının anısına" kurban diye keser.

Babasının öldürdüğü ve cesedini arabasının arkasına bağlayıp surların etrafında 9 gün dolaştırdığı Hektor’un bebek yaşındaki çocuğunu surlardan aşağı atarak öldürür [görüldüğü gibi "yeni savaşçı" eskilere taş çıkartacak biriymiş!] Neoptelemos, öldürdüğü bebeğin bahtsız annesi Andromakhe’yi savaş ganimeti olarak kendisine ayırıp, Hermione’nin üzerine kuma getirir. Andromakhe de çok çileli kadınlardan birisidir: Thebai kralı olan babası onu Troya prensi Hektor’a armağan etmiştir. Kadının kocasını Aekhilleos, ondan olan bebeğini ise onun oğlu Neoptelemos öldürmüştür, o da yetmezmiş gibi kocasının katilinin oğluna ve çocuğunun katiline üç çocuk doğurmuştur.

Burada aktardığımız son ayrıntılar, Euripides’in "Andromakhe", "Troyalı Kadınlar", Racine’in "Andromacque", Jean Anuilh’un "La Guerre de Troie n’aura pas lieu" (Türkçe’ye "Troya’da Savaş Olmayacak" diye çevrildi) oyunlarında işlenir. Euripides adı geçen iki tragedyasını Atina-Sparta arasındaki Peleponez savaşları sırasında yazmıştır. Özellikle, Troyalı Kadınlar’ın acısını dile getiren aynı adlı oyun, savaşta tarafsız kalan Melos kent-devletini Atinalıların istila edip, yakıp yıkmalarını, talan etmelerini ve sakinlerine büyük acılar çektirmelerini yermek için kalemle alınmış, Melos kenti yerine, mitolojik Troya kullanılmıştır.

Ama Troya efsaneyken, Melos’taki vahşet hakikidir. Bu oyunla ilgili ilginç olan bir husus, savaş bütün şiddetiyle sürerken, Atina yönetiminin, kendisini ağır bir dille eleştiren ve vahşetle suçlayan bu oyunun oynanmasına izin vermesi sonraki çağlarda eleştiri özgürlüğüne tarihten ender bir örnek olarak gösterilmiştir.

Elbette ki, eski çağların demokrasisine bugün öykünmenin anlamı yok, fakat bunca uygarlık, demokrasi, düşünce özgürlüğü, ifade hürriyeti laflarının edildiği günümüzde, öyle kıyasıya savaş içindeki bir ülkede, o ülkenin askerlerinin yaptıklarını teşhir etmek, "düşman" ilan edilenin ülkenin insanlarını savunmak, işgalci ülkenin yönetimine de, ordusuna da öyle ağır eleştiriler getirmek, nerede ne kadar mümkündür, bu soruyu kendimize sormamızda yarar var.

Soydan gelen cinayet zincirinin son halkasını da ekleyelim: Orestes beşik kertmesi nişanlısını geri almak için Neoptelemos’u öldürür, Hermione’yle evlenerek Argos tahtına oturur.

KADININ MAL VE İŞGÜCÜ SAYILMASI, ALINIP SATILMASINA 'EVLİLİK' DENİLMESİ…

Yukarıda anlatılan öykülerin çoğu ile günümüzün kan davaları arasında benzerlikler bulabiliriz. Bizde kan davalarının büyük çoğunluğu ya arazi ihtilaflarından veya su kavgalarından yahut da kız kaçırmalardan başlar.

Diyebiliriz ki, kadın da toprak gibi mal olduğu için böyledir. Kız kaçırma olayının "namus meselesi", onur konusu yapılmasının altındaki dürtü o kızın kaçırılmaması halindeerkeğe parayla satılacağıdır. Kız kaçırıldıktan sonra onun piyasa (pazarlık) değeri düşmektedir. Kızı, kızkardeşi kaçırıldı diye, karşı taraftan birisini öldürerek kan davasını başlatan erkeğin bilincinde ve psikolojisinde ar, namus, şeref, töre gibi öğeler dışa vursa da, kız kaçırma yüzünden adam vurmanın ilk ortaya çıkışına ve sonradan töreleşmesine bakıldığında, a) kadının mal gibi olması (hatta topraktan da daha az değerli mal olması), b) bir işgücü değeri taşıması ve bir erkeğe –daha doğrusu o erkekle birlikte onun ailesine-- para karşılığında satılması yatmaktadır.

İki erkek arasındaki "kadın kavgası" için aynı olgu (sorunun her durumda ekonomik olduğu) söylenemez, ama istediği kadına ulaşamayan, onu başka erkeğe "kaptırdığını" düşünerek zıvanadan çıkan erkeğin kıskançlığı, kudurması, cinayete kadar gitmesinde o kadının illa ki, emek gücünü değil, ama bedenini kendi mülkiyetinde görmenin rolü büyüktür.

O erkeğin bilincinde o kadının tercihi hiç bir önem taşımaz. Kendi tercihi o kadını istemektedir, diyelim ki, onunla evlenmek ısrarındadır veya onunla zaten evliyse –ama eşi ayrılmak istiyorsa— onun gitmesine karşıdır.

Niçin? Çünkü o kadın kendi "mülkiyetindedir" Veya bizzat erkeğin kendisinin ne istediği önemlidir, kadının isteğinin, tercihinin önemi yoktur.

Binlerce yıldır süregelmiş erkek hâkimiyeti toplumu böyle koşullamıştır.

Yukarıda anlatılan efsaneler günümüzden üç bin yıl önceye veya daha da eskiye dayanmaktadır. Fakat hiç birisini bugün yadırgamıyorsak, "demek, insanlar eskiden o kadar geriydiler ki, kadın yüzünden birbirlerini öldürüyorlardı"diyerek o olayları tarihsel bilgilerin arkeolojik kazıları gibi görmüyorsak, o zihniyet şu veya bu şekilde halen devam ediyor demektir.

Bu tür koşullanmaları aşmış erkeklerin de egemen zihniyetli olmadıkları ileri sürülemez. Örneğin, onların pek okumuş, pek uygar olanları bile kadını küçümserler veya kadına toplumda belli roller biçmişlerdir. İş yaşamında bir kadının yönetimi altında çalışmayı kolay hazmedemezler.

En gelişmiş toplumlarda bile kadına ev dışında biçilen misyon belli kadın meslekleridir. Hemşirelik, ilkokul ve yuva öğretmenliğinin daha yaygın olduğu öğretmenlik, sekreterlik (şimdilerde asistanlık), hizmet sektöründe memurelik, laborantlık, bilemedeniz eczacılık, kimyagerlik, doktorluk... bunlar öğrenimli kadınlara biçilen belli başlı meslekleridir. (Mühendislik bile kadına fazla yakıştırılmaz, siz Türkiye’ye aldanmayın, Batı’daki kadın mühendis oranı bizdekinden çok daha azdır.)

Öğrenimsizler ise, kadın işi sayılan belli fabrika işçiliklerinin yanında (konfeksiyon, trikotaj, kimya, ecza, elektronik montaj vb.) hizmetçilik, temizlikçilik (gündelikçilik), evlerde bakıcılık gibi işler yaparlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde küçük boy firmalara veya bürolara varıncaya kadar bütün işyerlerinin temizliğini temizlik firmaları üstlenmişlerdir ve mesai saati bitiminde ya da ertesi sabah erkenden yapılan temizliğin çalışanları (cam silicilik hariç) hemen hemen tamamen kadındır.

Evlere giden gündelikçilerin sadece bizde yaygın olduğu sanılmasın, Batı’da da böyledir. Hatta, bizde büyük ve orta boy kentlerde ev temizliğinde gündelikçi kadınlar çalışırlarken, Batı ülkelerinde küçük kasabalarda da bu usul yaygındır ve onlar çoğunlukla göçmendirler ya da siyahidirler.

Konumuz erkek hâkimiyetinin tarihsel kökenini işlemekti. Yukarıdaki uzun değinmeler, erkeğin kadına yukarıdan bakmasının doğa olayı olmadığını, sınıfsız toplumdan çıkma sürecinde toplumsal olarak başladığını, tarihle devam ettiğini göstermek ve kadının çağlar boyu süregelen cins ayrımcılığının altını çizmek içindi. Yoksa erkek ve kadın ayırımı yapmak için değil.

İNSAN ÖNCE İNSANDIR, BİREYDİR

Hemen belirtelim ki, toplumun her katmanındaki erkeklerde olsun, kadınlarda olsun, ister kanaat olarak, ister gevezelik olarak çokça konuşulanlardan birisi erkeklere ve kadınlara birtakım özelliklerin atfedilmesidir.

"Erkek şöyle yapar, kadın böyle yapar, erkek şudur, kadın budur" gibi sözler sıkça tekrarlanır. Hemen herkesin zihninde öyle kanılar, yargılar, ÖNYARGILAR vardır. Atfedilenler, yakıştırılanlar doğrudur veya değildir, haklıdır veya haksızdır,...bu ayrı bir konu. Ama kadın ve erkeği huylarına, alışkanlıklarına, davranışlarına göre bu tasnife tabi tutarak ayırmak da bir koşullanmadır, CİNSİYET AYRIMCILIĞIDIR, çünkü önünde sonunda kadının aleyhine tecelli etmektedir.

Kadın-erkek tasnifi yapmak, insanların kimliklerini, kişiliklerini o tasnife göre açıklamak en iyi niyetli halinde bile bir koşullanmadır ve zihinsel bir sapmadır.

Oysa önce insan vardır. Artılarıyla, eksileriyle, üstünlükleriyle zayıflıklarıyla, yetenekleriyle, yetersizlikleriyle, sevimlilikleriyle sevimsizlikleriyle birey vardır.

ÖNCE, İNSAN VARDIR

Önce kadın-erkek vardır diye bakmak, hem çarpıklıktır, hem de ayrımcı önyargıların temelidir.

Kişiyi cinsiyetine göre ayırmaksızın öncelikle ve özellikle, onu insan olarak, birey olarak görmek, onun özelliklerine, kişiliğine cinsiyetinin ötesinde bakmak, değerlendirmeyi cinsiyetler üstü yapmak şarttır.

Halbuki erkek kültünün baskın olan çarpıklığı, insana önce insan olarak değil, önce kadın ve erkek olarak bakmak şeklinde karşımıza çıkar.

Peşinen böyle yaparsak, o kişiyi hemen tasnife tabi tutmuş olur ve kadın kategorisi için de, erkek kategorisi için detoplumda veya zihnimizde mevcut genellemelerin içine yerleştiririz.

Kim ne derse desin, toplumdaki en köklü, en derin, en eski koşullanma, erkeğin egemenliğine, kadının bağımlılığına dayandığı için, cinsiyete dayalı her tasnif şu veya bu şekilde söylediğimiz koşullanmadan etkilenecektir.

En kötüsü, toplumda erkek kendi önyargılarını derece derece kadına da kabul ettirmiştir, erkek hâkimiyetindeki toplum kadınların hepsini değilse bile çoğunu şartlandırmıştır.

Türkiye’de çekirdek ailede annelerin önemli bir bölümü oğullarına daha fazla önem verir. Kızlarını evde kendine yardımcı, sadece babaya değil, erkek kardeşlerine hizmetçi yapar, ama erkek evlâtlarını ayrıcalıklı tutar.

Kız evlat ailesinde ikincildir, evlenince kocasının yanında böyledir, çalışma yaşamında da böyledir. Kadın ne kadar yetenekli ve dirayetli olursa olsun, çalıştıkları kurumların yönetsel hiyerarşisinde erkek hâkimiyeti vardır.

Bunlar yetmezmiş gibi erkek tarafından rahatsız edilirler, tacize uğrarlar.

Kısaca "kadın kültü" diye bir kavram yoktur. Buna karşılık, erkek kültü vardır, baskın olan ve hâkimiyetin kriterlerinitoplumun her sınıf ve katmanına dayatmış olan erkektir. Ne yazık ki, onun egemenliğinin zihniyeti çok evrenseldir, çok küreseldir. Ezelden beri süregelmektedir, ama ebediyete kadar sürmeyecektir: Latince’deki "köleler topluluğu" çözülene kadar da sürecektir.

Kız çocuğu da, erkek çocuğu da baba otoritesinin altında, kadın ise koca otoritesinde kaldığı, kadının doğurganlığı esas olarak çekirdek aileye bağlı olduğu, çocuk topluma ait olmadığı müddetçe erkek kültünün göçüp gitmesi de yavaş olacaktır.

"CENNET ANALARIN AYAKLARININ ALTINDADIR…"

Önasya ve bütün Kuzey Afrika inanç bakımından İslam coğrafyasıdır. Bu geniş bölgede aynı zamanda kadın ikinci sınıf insan sayılır, hatta insandan sayılmaz.

Türkçedeki "İslam kökten dinciliği" terimi Kur’an’ı ve hadisleri esas almayı (ve alanları) ifade ediyor. Bu sözcük (Batı’dan tercüme olarak) dilimize girmeden önce kısaca"Şeriatçılık" kullanılıyordu.

Şeriat Allah kelamı kabul edilen Kur’an hükümleri ile İslam’da "sünnet" de denilen Peygamberin sözleri kabul edilen (hadisler) ile geçmişteki İslam ilahiyatçıların hadisleri yorumlamaları (ictihad) metinlerinden oluşur. Kısaca "İslami hükümlerin toplamı"dır.

Bütün o metinleri esas alan, değişimleri yadsıyan ve İslam'ın temellerine (Şeriata) dönmek şarttır diyen dinsel yaklaşım "Şeriatçılık"tır.

Gelgelelim, hadisler tartışmalıdır. Değişik "muhaddisler" (hadisçiler) arasında farklılıklar vardır. Buna rağmen, çağlar boyunca en fazla kabul görmüş olan hadislerMuhammed’in görüşleri kabul edilir.

Daha da önemlisi yaygın hadislerin hangisinin gerçekten Peygambere ait olduğu, hangisinin uydurma veya yakıştırma olduğuna bakılmaksızın onlar ulu orta camilerde, vaazlarda, din sohbetlerinde konuşulur ve kullanılır. Kitaplarda basılır. Hatta Diyanet İşleri BaşkanlığıNca yayınlanan kitaplarda yer alır. Böylece, hadisler İslamiyet'te Kur’an’dan sonra, en temel metinler olarak benimsenir.

İslamiyet aynı coğrafyada doğmuş olan Yahudilik veHıristiyanlık gibi ataerkil bir dindir. Kadın aleyhtarlığızaman içinde "kendilerine "İslam âlimi" denilen din ileri gelenleri tarafından şiddetlendirilmiş ve bugüne kadar o haliyle gelmiştir.

İslam’da bugüne değin gelen iki ana inançtan kendilerini "Ehli sünnet" diye adlandıranlar ile inançlarına "Şia" diyen iki ana akım vardır. Gelgelelim devlet dini olan Suudi Arabistan’daki "Sünnet" ile gene devlet dini olan İran (Şia) arasında çeşitli inanç farklılıklarının bulunmasına rağmen Sünnilerle Şiiler arasında kadın düşmanlığında fark yoktur.

Şeriat metinlerinden yapacağımız aktarmalar konumuz hakkında yeterli fikir vereceğinden ve burada onlarla yetineceğiz:

Kadınlarla ilgili sure adı "kadın" anlamına gelen Nisa Suresi'dir.

"Erkekler, kadın üzerine idareci ve hâkimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkâr olanlar ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür."(Ayet 34) (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır meali)

Demek ki, erkeğin kadını dövmesi Kur’an emirleri arasındaymış.

Veya aynı surenin miras payları hakkındaki son ayeti şöyle biter:

"Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır. Şaşırmamanız için Allah size (hükümlerini) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."(176. Ayet)

Hadis kitaplarından:

» "Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır." (Sahihi Müslim, Salat 265; Tirmizi Salat 253/338 Ebu Davud, Salat, 110/720)
» "Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta." (Ebu Davud, Tıb, 24/3922; Müslim, Selam, 34/115 Buhari, Nikah, 17/4805)
» "Dövme yapan ve yaptırana, yüzdeki tüyleri aldıran ve estetik için dişlerini seyrelttiren kadınlara Allah lanet etsin".(Sahihi Buhari)
» "Takma saç takan, taktıran, kaşları incelten, kaşlarını incelttiren, dövme yapan ve dövme yaptıran lanetlenmiştir" (Ebu Davud, Tereccul, 5)
» "Eğer bir kadın peruk takarsa, eğer kol ve yüzüne dövme ya da ben yaparsa, yüzünden ve kaşlarından cımbızla kıl aldırırsa, yüzüne güzellik vermek için şekil değiştirirse lanetlenmiştir." (İmam Şarani – Uhudul Kubra – Sayfa 313, 867, 889)
» "Bir hadise göre Ashabı Kiram karılarının pencere ve kapı aralıklarından dışarıyı seyretmelerini ve erkek görmelerini önlemek üzere evlerinin pencerelerini sıkı sıkıya kapatırlar, dışarıya bakanlara dayak atarlardı." (İmamı Gazali, İhyayı Ulumuddin 2/122)
» "Kadınları zarar vermeyecek miktarda aç, aşırı gitmeyecek kadar da kıyafetsiz bırakınız. Çünkü kadınlar iyice doyar, güzelce giyinirlerse onlar için dışarı çıkıp gezmekten daha sevimli bir şey yoktur. Fakat onlar biraz aç, biraz da çıplak kalırlarsa onlar için evde oturmaktan hayırlı bir şey yoktur." (İbnül Cevzi, Mevzuat, II/282283; Suyuti, Leali, II/154 İbn Arrak, Tenzihü’ş Şeria, II/ 212-213)
» "Kadınlarınıza evlerinin kapısında oturmamaları için yeni elbise yaptırmayın, çünkü elbiseleri güzel ve yeni olursa kalplerine dışarı çıkmak arzusu gelir." (İmamı Gazali, Kimyayı Saadet sayfa:178 İbn Ebi Şeybe, Musannaf, IV/II, 420)
» "Dışarı çıkması mutlaka gerekiyorsa kocasından izin aldıktan sonra dışarı çıkacak ve şu kurallara kesin uyacaktır:"

"Kadın sekiz sıfatlıdır.

» 1) Sıkı sıkıya örtünüp kötü giysilere bürüne,
» 2) Hiç çıkmamış gibi davrana,
» 3) Başını öne eğip kimsenin yüzüne bakmaya,
» 4) Kalabalığa karışmaya,
» 5) Erkeklerin bulunduğu yerlere yanaşmaya,
» 6) Herkesin dolaştığı sokaklardan uzak dura,
» 7) İşini bir an önce bitirip evine döne, "(İmamı Gazali, İhyayı Ulumuddin – 2/290)

» "Hanefilerden bazıları kadının sesinin de avret olduğu görüşündedirler." (Fıkhus Siyre sayfa:400)
» "Bir hadis şöyledir: Ancak ve ancak namahremleriniz olan erkeklerle konuşacaksınız." (İbni Kesir 4/355)
» "Kadınlara danışmayın, onlara muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira kadınlara muhalefet berekettir." (Kadınlara Dîni Bilgiler 44,45 Suyuti, Leali II, 147; İbn Arrak, Tenzihü’ş Şeria II, 210)
» "Kim ki karısına itaat ederse Allah (cc) onu yüzüstü Cehenneme atar." (İbn Arrak II, 215)
» "Resulullah a.s.) buyurdular ki, "Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini emrederdim." (Tirmizi Rada 10/1159; Ebu Davud, Nikâh; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/76; İbn Mace, Nikâh, 4/1852)
» "Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine de kocasının hakkını ödemiş olmaz. (İbni Hacer El Heytemi 2/121, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5 / 239)
» "Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, (Hafız Zehebi, Büyük Günahlar, sayfa 187)
» "Kadınların dinleri ve akılları eksiktir." (Sahihi Buhari)
» Amr bin el- s'dan diyor ki: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: "Bakın! Bir şey görüyor musunuz?" Biz dedik ki: 'Kargaları görüyoruz. İçlerinde, gagası ve ayakları kızıl renkli, alaca bir karga var.' Rasûlullah şöyle buyurdu: "Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah) kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır." (Sahihi Buhari)
» "Başlarına kadın geçiren bir kavim asla iflah olmaz." (Ahmed İbni Hambel, Müsned 5/43; Tırmızi Fiten. 75; Nesai Kudat, 8; Buhari Fiten 18)
» "Ümmü Seleme anlatıyor: "Resulullah (a.v.) buyurdular ki, Hangi kadının kocası kendinden razı olarak vefat ederse, o kadın cennete gider." (Tırmızi, Rada 10)
» "Kişi kadınını yatağa davet eder, kadın kaçar, eşi sinirli şekilde gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet eder. "(Sahihi Buhari, 9/36)
» "Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler" (Buhari, Nikâh 85, Bed’ül Halk 6, Müslim, Nikâh 120-122, Ebu Davud, Nikâh, 41)
» "Ey kadınlar cemaati! Sadaka veriniz ve çok istiğfar ediniz. Çünkü ben Cehennem halkının çoğunun sizler olduğunu gördüm." (Müslim, İman, 34/132; İbn Mace, Fiten 19/4003)
» Ebu Hureyre naklediyor: Ey Resulullah hangi kadın daha hayırlıdır? "Kocası bakınca onu sürura garkeden, emredince itaat eden, nefis ve malında kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadın diye cevap verdi. (Nesâî, Nikâh 14)
» Hz. Ömer naklediyor: Peygamber Efendimiz "Erkeğe zevcesini ne sebeple dövdüğü sorulmaz" buyurmuşlar. (Ebu Davud, Nikâh 43)
» Ebu Hureyre anlatıyor: "Resulullah (sa)'dan ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu soruldu: "Ağız ve ferc!" buyurdular, (Tirmizi, Birr 62) (ferc= kadınlık organı)

Türkçe’de basılmış bir yığın hadis arasından kadına dair olanları taradık ve buraya bir kısmını aktardık seçtiklerimiz"İslam âlimleri" denilen zevat hakkında yeterince fikir veriyor. Günümüz Türkiyesi’nin İslamcıları bu görüşleri İslamiyet’e yakıştıramıyorlar, ama hâlâ yüz milyonlarca Müslüman onları şu veya bu şekilde benimsiyor. İslam adına cihat verenler hepsini en şiddeti biçimde uyguluyor.

Suudi Arabistan, İran, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Bangladeş gibi ülkelerde yukarıda yazılan kadına dair Şeriat uyguluyorlar.

Türkiye’nin İslamcılarına sorarsanız, kadına dair değişmez ve tek retorikleri var: "Cennet anaların ayakları altındadır", diyorlar.

Oysa övüne-gerine tekerledikleri bu laf kadını anneliğe indirgemektir. Annelik ise topluma değil doğaya ait bir olgu. Annenin toplumda saygın olabilmesi ve annenin her şeyden önce kadın olarak erkeğe eşit olması, onun sosyal varlığının dişiliğinin önüne çıkartılması gerekir.

Kadının sosyal varlığı ise annelikten ibaret değildir.

Öbür dünyadaki Cennet sizin olsun, biz bu dünyadan söz ediyoruz…   


BİRİNCİ BÖLÜM: ERKEK KÜLTÜ'NÜN KÖKLERİ (1)

İKİNCİ BÖLÜM: ERKEK KÜLTÜ'NÜN KÖKLERİ (2)

Öne Çıkanlar