Gazeteci Sweeney: Kimyasal silah kullanımını kitle hareketiyle durdurabiliriz

Gazeteci Sweeney: Kimyasal silah kullanımını kitle hareketiyle durdurabiliriz
Federe Kürdistan’da kimyasal silah kullanımını ilk duyuran gazeteci Sweeney, İngiltere başta olmak üzere Amerika, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerin savaşı desteklediğini söyledi.

Federe Kürdistan’da kimyasal silah kullanımını ilk duyuran gazeteci Steve Sweeney, "Türkiye karadan savaşta yeniliyordu. Kazanamayacakları bir savaşa girmişlerdi. Kimyasal silah kullanımı da zaten bu noktada başlamışa benziyordu" diyerek, buna karşı "Bir kitle hareketi inşa etmemiz gerekiyor" dedi.

Türkiye’nin Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik başlattığı askeri operasyonlar 6’ncı ayını geride bırakırken, bölgede kimyasal silah kullanıldığına dair kanıtlar çoğaldı. Birçok örgüt, kuruluş, aydın, yazar, akademisyen ve politikacı, kimyasal silah kullanıldığı belirtilen alanlarda incelemeler yapılması için ilgili uluslararası kurumlara çağrı yaptı. Avrupa’da bulunan 51 örgüt ve parti, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’ne (OPCW) mektup gönderdi.

Sahayı yerinden izleyen İngiltere'de yayınlanan Morning Star Gazetesi dış haber editörü Steve Sweeney, söz konusu kimyasal silah kullanımını ilk duyuranlardan. İzlenimlerini paylaşan Sweeney, İngiltere başta olmak üzere Amerika, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerin bu savaşı desteklediğine dikkati çekti. Kimyasal silah konusu yayıldıktan sonra İngiltere ve Türkiye’nin bu konuyu araştırmakla görevli OPCW'e yüklü miktarlarda bağışlarda bulunduğunu kaydenen Sweeney, Mezopotamya Ajansı’ndan Gözde Çağrı Özköse’nin sürece dair sorularını yanıtladı.

Türkiye'nin Federe Kürdistan'da kimyasal silah kullanımına dair haberleri Avrupa gündemine taşıyan gazeteciler arasındasın. Bize öncelikle haberin çıkış öyküsünü anlatır mısın?

Geçen sene Eylül ayından beridir Irak Kürdistanı'ndayım. Ben oradayken savaş tamtamlarının yüksek sesle çalmaya başladığının farkındaydık. Bölgede Mesut Barzani'nin partisi Kürdistan Demokratik Partisi'ne (KDP) karşı ciddi bir muhalefet vardı. KDP, Türkiye'nin emir eri gibi çalışıyor ve bölgede eksiksiz her parti, sivil toplum örgütü, grup ve kolektif eylemler gerçekleştiriyor, Kürtler arası bir savaşa karşı olduklarını dile getiriyordu. Elbette bölgede yaşayan her bir birey PKK, YNK ve KDP arasındaki bu çatışmada 30-80 bin kişinin öldüğünü, savaşın getirdiği yıkıcı kayıpları hatırlıyordu. Yani bir süredir bunun geleceğini ve KDP'nin de Türkiye'nin vekili görevini sürdüreceğini biliyorduk. Bunun yanı sıra biliyorsunuz bir de Garé'de Türkiye'nin kendi askerlerinden 13'ünü öldürmeyi başardığı bir rezalet yaşanmıştı. Bu durum elbette Türkiye hükümetini rezil etmiş ve Türkiye parlamentosu gündeminde de ciddi bir yer bulmuştu kendine. Tüm muhalefet milletvekilleri sorular soruyordu. Dolayısıyla 23 Nisan'da operasyonun başlaması kimse için sürpriz olmadı. Bu tarihin ayrıca bir buçuk milyon erkek, kadın ve çocuğun Osmanlı İmparatorluğu tarafından, Türk birlikleri tarafından sistematik olarak yok edildiği, tarihin en iyi belgelenmiş soykırımlarından olan Ermeni Soykırımı'na denk gelmesi de dikkat çekiciydi. Türkiye elbette bu soykırımın gerçekleştiğini reddetmeyi sürdürüyor. Her neyse, bir operasyonun başlamak üzere olduğunu biliyorduk ve o tarihten itibaren de ciddi bir şekilde kara harekatı ve hava saldırılarının başladığını gördük. Erdoğan'ın tahmin edemediği şey Kürt güçlerinin tarihi direnişi olmuştu.

Türkiye'nin operasyon başlattığı alanda bulundun. Orada neler gördün?

Pençe-Yıldırım Harekatı hem Türkiye basınında hem dünya basınında PKK'ye yönelik bir operasyon olarak gösteriliyordu. Fakat gerçekler öyle değildi. Bu operasyon tüm Kürt halkına yönelik bir soykırım operasyonuydu. Ben operasyona yönelik haber takip ederken kaynaklarımdan gelen bir video sonucu kimyasal saldırı olasılığından haberdar oldum. Kürt savaşçıların bedenlerinin görünür hiçbir yara olmaksızın bir tünelden çıkarıldığına ait görüntülerdi bunlar. Bir gazeteci olarak, araştırmamı yaparken gözümle gördüklerimi temel alırım. Videoda görülen ve tünel civarında çekilen gaz fişeklerinin fotoğraflarından anlaşılan da bu savaşçıların kimyasal gazla öldürülmüş olabileceğine işaret ediyordu. Saldırı altındaki bölgeye doğru yola çıktım. Tam olarak olay yerine ulaşmak mümkün değildi ama oldukça yakınına kadar gitmeyi başardım. Burada pek çok kişiyle konuşma fırsatım oldu. Her ne kadar söz konusu bölge savaş bölgesi olarak lanse edilse de benim konuştuğum insanlar o bölgede yaşayan köylülerdi. Orada yaşayan sivil bir halkın olduğu basında nedense yer almıyor bir türlü. Burada yaşayan insanlar, yaşadıkları semptomları bana anlattılar. Ciltte yanma, nefes almakta sıkıntı, gözlerde kızarıklık, görme bozukluğu ve sulanma gibi beyaz fosfora maruz kalmış bir insanın yaşaması muhtemel semptomlar yaşadıklarını anlattılar. Tüm bu semptomlar Türkiye'nin füze saldırısı sonrası başlamıştı. Bombardıman sonrası gördükleri beyaz bir dumandan bahsettiler. Bu saldırı Kürt güçlerine, PKK'ye ya da PKK destekçilerine karşı gerçekleştirilmemişti. Bölgede yaşayan tarım işçilerine karşı gerçekleştirilmişti. Bu köylüler bu saldırıların sonrasında evlerini bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Bölgede çalışan insan hakları örgütü Hristiyan Arabulucular Takımı'nın (CPT) verilerine göre bu saldırılar sonucunda bin 500 Kürt köyü boşaltılmak zorunda kalmıştı.

Boşaltılan köylerdeki insanlarla konuşma fırsatın oldu mu. Neler anlattılar?

Evet, köylerini terketmek zorunda kalan bu insanları bulup onlarla konuşmaya başladım. Bu köylülerden birisi bana Türk askeri üniforması giymiş ama Arapça konuşan askerler gördüğünü söyledi. Türkiye'nin Libya ve Suriye'den getirdiği cihatçıları kullandığına dair söylentiler duymuştum elbette. Dağlık Karabağ olayında da aynı söylentiler yayılmıştı. Daha fazla detay öğrenmeye çalışmaya başladım. Konuştuğum herkes bu askerlerin kendi aralarında Arapça konuştuğunu söylüyordu. Tüm kanıtlar bu askerlerin Türk olmadığını ama Türk askeri gibi giyindiğini gösteriyordu. Yine tahmini olarak, 2000 kadar asker karadan savaşmak için gönderilmişti çünkü Türkiye karadan savaşta yeniliyordu. Kimyasal silah kullanımı da zaten bu noktada başlamışa benziyordu. Türkiye karadan savaşta yeniliyor olduğu için kimyasal silah kullanımı gibi son derece sıra dışı ve illegal bir yönteme başvurmuştu. Kimyasal silah kullanımı uluslararası anlaşmalarca yasaklanmıştı. Bir savaş suçuydu ve buna göre muamele edilmesi gerekiyordu. Türkiye altı aydır aynı bölgede karadan bir santim bile ilerleyememişti. Kazanamayacakları bir savaşa girmişlerdi. Bu noktada da sadece PKK'den değil bölgede yaşayan köylülerden ve CPT gibi bölgede çalışan bağımsız insan hakları örgütlerinden kimyasal silah kullanımı haberleri gelmeye başlamıştı ve her geçen gün iddialar çoğalıyordu. Türkiye'nin işlediği savaş suçları kimyasal silah kullanımıyla sınırlı da değildi. Türkiye Mahmur Mülteci Kampı'na da kimyasal silahla saldırmıştı. Mezopotamya Ajansı okurları Mahmur'un neresi olduğunu gayet iyi biliyordur ama bilmeyenler için açıklayayım, Mahmur, Birleşmiş Milletler (BM) korumasında olan, yaklaşık 12 bin kadın, erkek ve çocuğun yaşadığı bir mülteci kampı. Mahmur'a saldırı haberini aldıktan sonra kampa gittim. İki hafta kadar kampta, kamp sakinleriyle birlikte yaşadım.

 Mahmur Mülteci Kampı’ndaki saldırı sonucunda nasıl bir zarar oluşmuştu?

Kampa saldırı sonucunda çok büyük bir tesadüf sonucu yaralanan ya da ölen olmamıştı. Ama orada kaldığım süre içerisinde kamptaki hayatı tecrübe etme şansına eriştim. Kamptaki demokratik konfederalizm çizgisinde işleyen demokratik sistemi ve Abdullah Öcalan'ın fikirlerinin nasıl hayata geçirildiğini gördüm. Bu durum elbette Tayyip Erdoğan tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu. Yanılmıyorsam bu sene Temmuz ayında, Erdoğan'ın son derece soğukkanlı bir şekilde BM’ye adeta emir verircesine, 'Kampı boşaltın yoksa ben boşaltacağım' dediğine hep beraber şahit olduk. Erdoğan bunu Türkiye Cumhurbaşkanı olarak söylemiyordu. 'Bir BM üyesi devlet olarak kampı ben boşaltacağım' diyordu.

Bu noktada BM ya da ilgili kuruluşlardan ciddi bir tepki gelmedi…

BM’den en azından bir kınama, bir karşılık bekledim am BM çıtını dahi çıkarmadı. Yanılmıyorsam düşük rütbeli bir BM büyükelçisi 'biraz endişeli' olduğunu ifade etti. Başka herhangi bir tepki gelmedi. Emperyalizm tarafından tepeden tırnağa silahlandırılmış bir NATO ülkesi, son derece zor şartlar altında yaşamın idame ettirildiği, iki senedir Federe Kürdistan hükümeti tarafından ambargo altına alınmış bir mülteci kampına BM adına saldıracağını söyledi ve uluslararası tek bir tepki gelmedi. NATO, BM, ABD, İngiltere ve Fransa, Türkiye'nin işlediği savaş suçlarına açıkça ortak oluyordu. Bu konuda bu kurum ve ülkelerden konuya dair açıklama almak için yaptığım tüm girişimler sessizlikle karşılandı. Tek bir yorum alamadım. Bu anlamda, Türkiye'nin bu operasyonları kendi başına gerçekleştirdiğini düşünmek büyük bir hata olur. Suriye, Irak ve Başur'a müdahale kesinlikle tesadüfi değil. Bu bölgeler emperyalist güçlerin kendi çıkarlarının olduğu, rejim değişikliği istedikleri ya da kendi güçlerini dayatmak istedikleri bölgeler. Cumhurbaşkanı Erdoğan Kürtlere karşı bir soykırım uygulamak istiyor. Ki öyle de yapıyor. Uluslararası diğer güçlerin bundan bihaber olduğunu söylemek naiflik olur. Her şeyi gayet iyi biliyorlar. Türkiye'nin orda ne yaptığını ve işlediği savaş suçlarını biliyorlar. Bu savaş Kürt halkına karşı emperyalist bir savaştır.

Konuyu sahada takip eden bir gazeteci olarak, iddiaya ilişkin kanıtlarla karşılaştın mı? Kimyasal saldırısına maruz kalmış kişilerle görüştün mü? Elinde fotoğraf, video, hastane raporu gibi materyal kanıtlar var mı?

Evet, konuştuğum kişiler genel olarak boğazda yanma, nefes alma güçlüğü ve görme bozukluğu gibi kimyasal saldırıya maruz kalan bir insanın göstermesi muhtemel semptomlardan bahsettiler. Hepsi tüm bu semptomların Türkiye'nin bombardımanından sonra başladığını ifade etti. Ben kimyasal silah uzmanı değilim, gazeteciyim ama tünellerdeki kimyasal saldırısını çok detaylı bir şekilde anlatan gerillalarla da konuştum. Yoldaşlarını ağızlarında köpüklerle bulduklarını, bunun dışında başka bir yaralanma durumlarının olmadığını ve onları bulduklarında kendilerinin de bazı semptomlar gösterdiklerini anlattılar. Gazın kokusunu ve tadını oldukça detaylı bir şekilde tarif ettiler. Bana gönderilen bazı videolar var. Bu videoları İngiltere'ye dönünce buradaki bazı uzmanlara gösterdim. Bana bu videolarda gördükleri şeyin beyaz fosfor etkileriyle tutarlı olduğunu söylediler. 1997'de imzalanan Kimyasal Silahlar Sözleşmesi'ne imza atmış olan Türkiye ısrarla kendilerinde kimyasal stok olmadığını iddia ediyor. Bu durumu teyit etmesi gereken kurum Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü OPCW'dir. Burada şöyle bir sorun var. Beyaz fosfor aslında yasaklanmış bir kimyasal değil. Başka askeri kullanım alanları var. Gece aydınlatma için veya askerlerin kendilerini kamufle etmeleri için kullanılabiliyor.

Yani beyaz fosfor sorgusuz sualsiz bulunabilen ve kullanılabilen bir kimyasal mı?

Hayır, beyaz fosforu sivillere saldırmak için kullanmak yasa dışıdır ve Türkiye'nin bu konuda son derece kirli bir geçmişi var. Örneğin 2019'da Serekaniye'deki saldırıyı hatırlarsınız. Bir oğlan çocuğunun görüntüleri basına yansımıştı. Çocuğun bedeninde kimyasal yanıkları vardı ve bu çocuk sonuç olarak Fransa'da tedavi altına alınmıştı. Burada şunu not düşmenin faydası var; bu olaydan sonra OPCW'ya yine olayı incelemeleri çağrısı yapılmış ve OPCW da inceleme başlatacaklarını duyurmuştu. Olayı incelemeye başlayan kimyasal uzmanı kullanılanın beyaz fosfor olduğunu doğrulamıştı fakat sonrasında OPCW caymış, beyaz fosfor yasaklı bir kimyasal olmadığı için olayı incelemekten vazgeçtiğini duyurmuştu. Tesadüf bu ya, OPCW'nin bu kararından sadece birkaç gün önce, Türkiye OPCW'ya 30 bin Euro bağışta bulunmuştu. Bu olayın ardından hem Türkiye hem OPCW, bu iki olayın birbiriyle alakası olmadığını, tamamen tesadüf olduğunu iddia etmişti. Öte yandan tabii ki bu iki olay arasındaki bağlantıyı görmek için dahi olmaya gerek yok. Şu anda da aynı şekilde, OPCW, onlarca sivil toplum örgütü, binlerce kişi tarafından kendilerine yapılan çağrıyı görmezden geliyor. Herhalde bu da tesadüf. OPCW'ya yapılan bu çağrıların ayyuka çıktığı bu dönemde, emperyalist güçlerin OPCW'ya yaptığı bağışların miktarı bir anda 'tesadüfi bir şekilde' daha da arttı. Geçen hafta İngiltere OPCW'ya 750 bin pound bağışta bulundu. Bu takdir edersiniz ki gönüllü bir bağış için çok uçuk bir miktar.

Ne anlama geliyor bu bağış?

Rahatlıkla söyleyebilirim ki bu politik bir bağıştır. İngiltere, verdiği bu 750 bin Pound bağışın 100 bin Pound'unu Suriye'deki kimyasal saldırısını araştırması için verdi. Hatırlarsınız Suriye hükümeti kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmakla suçlanmıştı fakat bunu destekleyen kanıtlar çok zayıftı. OPCW bu anlamda, emperyalist ülkelerin yönlendirmesiyle taraflı davranıyor, ve hali hazırda olmakta olan, kimyasal silah saldırısı olma ihtimaline dair güçlü kanıtlar bulunan Kürdistan'ı araştırmak yerine, Suriye'de neredeyse hiç kanıt olmayan bir saldırıyı araştırıyor. Bu anlamda OPCW'nin emperyalizmin bir maşası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

CPT ekibi araştırmaları sonucunda hastanede tedavi gören insanların semptomlarının beyaz fosfora maruz kalan bir insanın semptomlarını gösterdiğini ifade etmişti. İngiltere'nin ise Türkiye'ye beyaz fosfor sattığı iddiaları vardı. İngiltere, Türkiye'ye beyaz fosfor satıyor mu?

Bu iddia değil bir gerçek. Şu anda üzerinde çalıştığım haber bu konuda ve bu iddiayla ilgili tüm ayrıntıları ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Şu anda araştırma sürecindeyim ve şu ana kadar bulduğum her şey bu iddiaları doğrular nitelikte. Bunu saklamak gibi bir çabaları da yok zira satılan fosfor lisanslı. İngiltere Türkiye'ye beyaz fosfor satışı için 70 ihracat lisansı vermiş. Bundan eminiz çünkü İngiltere'de ihracat lisans sistemi en azından kısmen şeffaf olmak zorunda. Ki bu rakam 2019'un rakamı. Şu an 70'den fazla olduğunu tahmin ediyor ve araştırıyorum. Bu anlamda, tekrar ediyorum, İngiltere, Türkiye'nin Kürtlere karşı kimyasal silah saldırılarında suç ortağıdır. Zaten bu konuda araştırma yapılması anlamında OPCW'nin bu kadar ayak diremesinin de nedenlerinden birisi bu. Çünkü o araştırma sonuç olarak İngiltere'ye, ABD'ye ve Türkiye'nin Kürtlere saldırması için kimyasal silah sağlayan diğer emperyalist ülkelere çıkacak. Çünkü şunu anlamak zorundayız, bu sadece Türkiye'nin savaşı değil. Bu NATO'nun savaşı. Bu Birleşmiş Milletlerin savaşı. Bu İngiltere'nin savaşı. Amerika’nın ve Fransa'nın savaşı. Tüm bu ülkeler Kürt halkına yönelik soykırımda işbirliği yapıyorlar. İşte bu kimyasal saldırıların arkasında yatan da bu. Bu ülkeler kimyasal silah kullanımına karşı falan da değiller. Hepimiz biliyoruz ki ABD Suriye'de çok yakın zamanda kimyasal silah kullandı. Felluce'de kullandı. Irak'ta kullandı. Benim selefim, Morning Star gazetesinin önceki uluslararası editörü Alan Winnington ABD'nin Kore Savaşı'nda biyolojik silah kullandığını ortaya çıkaran gazetecilerden birisiydi. Aynı şekilde Avustralyalı gazeteci Wilfred Burchett'de bu gazetecilerden biriydi. İkisi de ABD'nin biyolojik silah kullanımını ifşa ettikleri için sürgün edildi ve ülkelerine dönemediler. İkisi de vatan haini ilan edildi kendi ülkeleri tarafından. Pasaportları iptal edildi. Fakat sonra ne oldu? Yıllar sonra ikisi de iddialarında haklı çıktı ve ABD'nin biyolojik silah kullandığı ortaya çıktı. Bu durumda da aynısı olacak. Şu anda Irak Kürdistan'ında kimyasal silah kullanıldığını biliyoruz. Bunun araştırılması için yeterinden fazla kanıt da var. Bunu yalnızca biz de bilmiyoruz üstelik. Emperyalist güçler de biliyor. Önemli olan bunu durdurmak için ne yapmamız gerektiği?

Ne yapılması gerekiyor sence?

Toplumun gücüne ihtiyacımız var. Tarih bize defalarca gösterdi ki, hükümetler ancak ve ancak toplum kitlesel bir şekilde tepkisini gösterdiği zaman harekete geçer. Savaşları durdurmak toplumun kitlesel itirazına bağlıdır. Hükümetler savaşları ancak ve ancak, savaşı durdurmaktan başka çareleri kalmayana kadar ifşa olduklarında durdururlar. Küresel bir kitle hareketine ihtiyacımız var. Hükümetlerin savaş suçlarını parlamentolarda zayıf itirazlarla, önergelerle, açıklama ve kınamalarla durduramayız. Örneğin bugün İngiltere parlamentosunda Türkiye'de Kürtlerin siyasi temsiliyeti ile ilgili bir tartışmayı takip ediyordum. Oraya bu konuyu tartışmaya açmak için gelen birkaç milletvekili, açık söylemek gerekirse harika bir dosya hazırlamışlardı. Beklentimin üzerindeydi. HDP'li milletvekillerinin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadın cinayetleri, pek çok konuyu kapsıyordu dosya. Hatta Mezopotamya Ajansı'nın helikopter haberi ve gazetecilere uygulanan amansız baskı da vardı dosyada. Bunlar zaten bildiğimiz şeylerdi. PKK'nin terör listesinden çıkarılması da talep edildi. Gerekli tüm kanıtlar dosyada mevcuttu. Sunulan rapor mükemmeldi. Peki hükümet bu sunuma nasıl yanıt verdi? 'Evet bu söylediğiniz şeylerin bazıları hakkında endişeliyiz ama PKK’yi listeden çıkarmayacağız. Türkiye'ye karşı bir yaptırım da uygulamayacağız.’ Yani bu oturumun bana anlattığı şey tartışmakla bir yere varamayacağımız. Bunu haklı gerekçelerimizi sıralayıp tartışarak kazanamayacağız. Zira, haklılığımızı ispat edecek tüm kanıtlara sahibiz. Tarih bizim yanımızda. Kanıtlar bizim lehimize. Ama politik bir soruna hukuki bir çözüm bulamayız. Bunu Selahattin Demirtaş dosyasında da görüyoruz. Ne yaptılar? Omuz silkip kararın uygulanmamasını görmezden geldiler. Bizlerin gazeteciler olarak görevi farkındalık yaratmak. Gerçek bilgiyi halklara ulaştırmak. Bunun için de bağımsız bir medyaya ihtiyacımız var. Şimdi Morning Star Gazetesi haricindeki İngiliz basınına bakıyorum. Türkiye'nin kimyasal saldırıları yok, geri kalan şeyler de yok. HDP milletvekillerinin, gazetecilerin, siyasetçilerin tutuklu olması basında yer almıyor. Hiçbir yayın organı Türkiye'nin Kürtlere açtığı topyekun savaştan bahsetmiyor. Altı aydır süren yasadışı bir savaş var ortada, yasadışı bir işgal hareketi var. Bu savaş sırasında savaş suçları da işlendi. Hastane bombalandı. Sağlık çalışanları dahil olmak üzere 8 kişi hayatını kaybetti. İki kez mülteci kampı bombalandı. Irak Başbakanıyla görüşmeye giden Ezidi bir komutan infaz edildi. Bunların başka bir ülkeye karşı yapıldığını düşün, neler olurdu? Verilecek karşılığı hayal edebiliyor musun? Yaptırımlar havalarda uçuşurdu. Bombalar bile havalarda uçuşabilirdi. Biliyorsun, bayılırlar bir yerleri bombalamaya. Bu suçları işleyen ülkenin Cumhurbaşkanı anında yerinden indirilirdi. Ama ne yaptılar? Erdoğan'ın önüne kırmızı halılar serdiler. Ona normal bir ülkenin normal bir Cumhurbaşkanı muamelesi yaptılar. Tayyip Erdoğan bir teröristtir ve derhal Lahey'de mahkeme karşısına çıkarılıp savaş suçlusu olarak yargılanmalıdır. Erdoğan hiçbir ülkede elini kolunu sallayarak gezememeli. Türkiye'ye her türlü silah satışı derhal durdurulmalı. Bu uluslararası güçlere çağrım da bu şekildedir. Türkiye'ye normal bir devlet muamelesi yapmayı bırakın. Tanrı aşkına, Türkiye'ye silah göndermeyi bırakın! Sadece Kürt halkını değil, Türkiye'nin tüm halklarını ezmek için kullandığı bu silahları artık Türkiye'ye göndermeyin! Şu anda yaşanan bu felaket Erdoğan'a verilen siyasi ve askeri desteğin bir sonucu. Ticari anlaşmaların derhal durdurulması gerekiyor. Bunlar kanlı anlaşmalardır. Utanç vesikasıdır. Savaş ve baskıya dayalı değil, dayanışma ve işbirliğine dayalı bir dış politikaya sahip bir kitle hareketi inşa etmemiz gerekiyor.

Haberlerden sonra Türkiye’de sadece HDP konuyu Meclis’e taşıdı. Yine Peace in Kurdistan İnsiyatifi – Kürdistan’da Barış İnisiyatifi Avrupa'da bu durumu bazı parlamentoların gündemine sokmayı başardı. Sence haber yetirince karşılık buldu mu?

Bu anlamda yapılan çalışmaların her biri çok kıymetlidir. Almanya, İtalya, İngiltere gibi ülkelerin parlamentolarında bu konuya ilişkin soru önergeleri verildi. Bu çok önemli elbette. En azından toplumun bilgilendirilmesi açısından. Ama elbette ki her ne kadar bu konu meclise kadar gitmiş de olsa, hükümetlerin bu soru önergelerini görmezden geleceği bir gerçek. Almanya'nın Türkiye ile çok büyük alışverişleri var. Özellikle silah konusunda. Türkiye'nin en önemli silah sağlayıcısı Almanya. Hemen arkasından İngiltere geliyor. İtalya'nın da Türkiye ile ilişkileri son derece sıkı fıkı. Kendi çetelerinin bir üyesi olarak görüyorlar Türkiye'yi. Aynı şekilde, bu konu Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi'nde de gündeme getirildi. Onlar ne dedi? Yeterli kanıt yok! Zira konuya dair tüm kanıtlar Kürt basını tarafından yayınlanıyor. Bunun nedeni de basının geri kalanının bu durumu zerre kadar umursamaması. Hatta üstünü örtmek istemesi. Zaten alanda araştırma yapan kimsenin olmaması da durumu son derece zorlaştırıyor.

Alanda araştırma yapan kimse olmamasından bahsetmişken, geçtiğimiz günlerde İngiltere'de 'Kürdistan'da Kimyasal Silah Kullanımına Karşı Koalisyon' adında yeni bir inisiyatif kurulmak üzere olduğundan bahsetmiştin. Ne yapacak bu koalisyon, biraz bahsedebilir misin?

Evet, içinde bir kaç farklı inisiyatifin bulunduğu bir koalisyon kurduk. Bu koalisyon kuruluşunu dün ilan etti. İlk etapta, zaten ilişki içinde olduğumuz, dünyanın dört bir tarafından dost kurumlar, sendikalar, örgütler ve kişilerden oluşan bir heyet ile Kürdistan'a gideceğiz. Bu ay bitmeden gitmiş olmayı hedefliyoruz. Elbette hiçbirimiz kimyasal silah uzmanı değiliz. Şahsen benim kimyasal saldırısına maruz kalmış bir alanda nasıl araştırma yapılacağına dair hiçbir fikrim yok örneğin. Bu saldırıların yapıldığı alanları gördüm, saldırıya maruz kalan insanları gördüm, ama nasıl araştırma yapacağımı bilmiyorum. Amacımız bulabildiğimiz kadar çok insanın bu saldırıyı yerinde görmesini sağlamak ve bunun sonucunda da bir baskı oluşturabilmek. Çünkü bu araştırmayı yapacak teknik donanım ve bilgiye sahip olan kurum OPCW. Görevlerini yapıp araştırma başlatmadıklarına göre, biz bir şekilde onların görevlerini yapmalarını sağlamak zorundayız. OPCW alana gelip örnekleri laboratuvarda inceledikten sonra zaten çorap söküğü gibi gelecek her şey. Çünkü bu örnekler, beyaz fosforun hangi ülkeye ait olduğunu net bir şekilde gösterecek. Çünkü her ülkenin satın aldığı beyaz fosfor türü kayıt altında. Kürdistan'dan alınacak örneğin Türkiye'ye bağlanacağından hiç şüphem yok. Bu çözülemeyecek bir mesele değil. İstedikleri an çözebilirler. Türkiye'nin açtığı bu savaşı da durdurabilirler. Ama durdurmamayı tercih ediyorlar. Diyorlar ki Türkiye'nin terör saldırılarına karşı kendini koruma hakkı var. Türkiye kendisini terör saldırısından başka ülkenin topraklarını bombalayarak mı koruyor? Hangi terör saldırısıymış bu? Türkiye'nin sayısız saldırısına karşı, karşı taraftan gelen tek bir saldırı haberi gösterin bana. Yok. Türkiye tarım işçilerine kimyasal silahla saldırırarak mı kendisini terör saldırısından koruyor? Nasıl bir terör saldırısında bulunmuş Kürt çiftçiler ve köylüler Türkiye'ye? Gazetecileri ve siyasetçileri senelerce hapislerde çürüterek mi terörden korunuyor bu ülke? Yasal partileri kapatarak mı terörden korunuyor yoksa Kürt toplumunu terörize ederek mi? Tekrar altını çiziyorum. Uluslararası anlamda, Türkiye'ye normal bir devlet muamelesi yapılmaması gerekiyor artık. Değil çünkü. Sonuç olarak heyet olarak amacımız alanda gözlem yapmak ve ilgili kurumları harekete geçmeye zorlamak. KDP ve YNK ile, oradaki İngiliz Büyükelçiyle de görüşeceğiz. Kendisi 6 aydır süren savaşa rağmen, binlerce kez kendisine ulaşmaya çalışmış olmama rağmen, henüz tek kelime etmedi. Ama PKK, Peşmerge'ye saldırdı diye bir haber görse, en hızlı kınama metnini yayınlamakta çok mahirdir. Görüldüğü gibi burada çok net bir cephe var. Ve bu cephe tüm kurumlarıyla Türkiye'nin operasyonlarını destekliyor. Bizim bu kurumları işlerini yapmaya zorlamamız gerekiyor. Koalisyon da bu amaçla kuruldu.

Kimyasal silah kullanımı resmi olarak kanıtlandığı taktirde ne gibi sonuçlar ortaya çıkar, Türkiye nasıl yaptırımlarla karşı karşıya kalabilir veya yaptırımların uygulanabilineceğini düşünüyor musun?

İdeal bir dünyada yaptırımlar uygulanmalı derdim elbette ama sadece tarihe, hatta yakın zamanda yaşananlara baktığımız zaman görüyoruz ki Türkiye'ye onlarca yıldır cezasızlık politikası uygulanıyor. Çeşitli hükümetlerin yönetimleri sırasında gerçekleşen Kürt soykırımında katledilen Kürtlerin sayılarına bak. Tek bir kişi sorumlu tutulmadı bu katliamlardan. Kuzey Suriye'de işlenen savaş suçlarını gördük. Türkiye'nin Rojava'da yaptıklarını gördük. Hevrin Khalef'in yargısız infazını gördük. Kimyasal silahlarla tarım işçilerine saldırıldığını gördük, cihatçılara tırlar dolusu silahlar gönderildiğini gördük, Suriye Milli Ordusu adı altında toplanan sayısız cihatçı ve İslamcı çetelere silah sevk edildiğini gördük. Bu çetelerin Kürt ve Ezidi kadınları kaçırdığını, köle pazarlarında sattığını gördük. Bu kadınların binlercesi Türkiye üzerinden dünyanın dört bir yanına köle olarak götürüldü. Tek bir şey yapılmadı. Kobané'de üç kadının SİHA'larla nasıl katledildiğini gördük. Hiç bir şey yapılmadı. Sadece Türkiye'nin kendisi sınırları içinde olan bitene bakmak bile yeterlidir. Demokratik olarak seçilen milletvekilleri ve belediye başkanlarının, siyasetçilerin nasıl tutuklanarak esir alındığını gördük. Demirtaş ve Kavala hakkında ihlal kararı verildi. Erdoğan, hem de yüksek perdeden, bu karar beni bağlamaz dedi. Ne oldu? Hiç bir şey. Bütün bu cezasızlık Erdoğan'ı gittikçe daha da pervasızlaştırıyor ve cesaretlendiriyor. İstediğini öldürüp aklına gelebileni yapabileceğini düşünüyor ve yapıyor da. Yani OPCW bölgeye gider ve araştırma yapar ve sonucunda da bu saldırının faili Türkiye çıkarsa, normal şartlar altında Erdoğan'ın savaş suçlusu olarak yargılanması gerekir. Ama zaten bu kimyasal saldırısına gelene kadar bin tane savaş suçu işledi. Hepsinde yargılanması gerekirdi. Yargılanmadı. Erdoğan'a giydirilen bu cezasızlık zırhı tüm dünyanın utancı olmalıdır.

Sözü bir mesajla bitirecek olursan, kime ne söylemek istersin? 

Eninde sonunda Kürtler ve Türkiye halkları adalete kavuşacak. Erdoğan tarihe bir savaş suçlusu olarak geçecek ve Kürtler direnmeye devam ediyor olacak. Ben de kendi adıma elimden geldiği kadar bu direnişin bir parçası olabildiysem ne mutlu bana. Erdoğan'a da Türkiye'ye girişi yasaklı bir gazeteci olarak bir mesajım var; Lahey'de görüşürüz.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar