Gel birlikte mahvolalım

Çünkü birileri bizi ilk ve gerçek sevgiden yoksun bırakmıştı. Ve bu boşluk, hiçbir aşkla, hiçbir sevgiyle dolacak gibi değildi.

Hiçbir sevgi yetmiyordu bize… Başkalarının kalplerinde yarattığımız, ateşlediğimiz sevgilerle yaşayabiliyorduk ancak…

Çünkü birileri bizi ilk ve gerçek sevgiden yoksun bırakmıştı… Ve bu boşluk, hiçbir aşkla, hiçbir sevgiyle dolacak gibi değildi… Birinden öbürüne, sonra bir başkası daha… İşte bulduk, derken; elimizde soluk, hüzünlü cam kırıkları kalıyordu… Sevgi arsızıydık sanki… Doğumumuzla birlikte verilmemiş olan o ilk ve gerçek sevginin yeri, hiçbir insanın sevgisiyle dolacak gibi değildi…

Dünyayı zihnimizde taşıyor gibiydik… Karşılaştığımız, bizi sevsinler, bize bağlansınlar diye uğraştığımız insanları, ayrı birer varlık olarak tanımaya, anlamaya çalışmıyorduk…

Onlardan istediğimiz, sadece içimizdeki o büyük boşluğu doldurmalarıydı… Bu boşluğu doldurmaları için, bize hayran, sonsuz sevgi dolu
ve itaatkâr insanlar olmaları gerekiyordu…

Bir uzantımız olmaları… Belki bugüne dek gerçek anlamda hiç varolmadığımız için, kendimizden kurtulup başkalarının hayatlarına, kalplerine girmediğimiz, yüreklerimiz hep bizde kaldığı için çekici, parıltılı insanlardık… O yaralı, o hasta varlığımız çekiyordu sanki insanları bize… Hiç,
gerçek anlamda yaşamamışlığımız…

Gerçek anlamda yaşamadığımız için, bize yaklaşan insanı önce hiç olmadığı kadar yüceleştiriyor, kafamızda yarattığımız o sahte idollerden birinin yerine koyuyorduk… Çünkü onu olduğu hâliyle anlayıp sevmek, çaba isterdi… Onu zayıflıklarıyla sevmek, bizi kendimizden kuşkuya düşürürdü… Bir insanı zayıflıklarıyla sevmek, bize o derin boşluğumuzu hatırlatırdı…

Bu karşılaşmada içini açmayan, kendinden vazgeçmeyen, adını hiç unutmayan taraf, biz olmalıydık… Çünkü içimizi açarsak, kendimizden vazgeçersek, adımızı unutursak, içimizdeki o büyük boşluk görünebilirdi… Hiç varolmadığımız… Kendimizi bugüne dek bir başkası için hiç feda edemediğimiz, o hiç yaşamamışlığımız ortaya çıkardı… İçimizdeki o katil ortaya çıkardı… Onunla yaşamaya mecbur olduğumuz…

Mahvolmamak için mahvetmek zorunda olduğumuz… Evet… İçimizdeki katil… Çünkü bizi sevenlerin sevgisini, onları öldürmek için kullanıyorduk… Onların önce, varlıklarını gizleyen perdelerini, kapaklarını, zırhlarını açmalarını sağlıyor, çırılçıplak bırakıyor, sonra en zayıf, en kırılgan yerlerinden zehirli dudaklarımızla öpüyor ve o hâlde bırakıyorduk… Sonra da bir daha hiç aramıyorduk… Onlardan avuçlarımıza dökülen cam kırıklarına bakıp, "Hayır, aradığım bu değildi; o da diğerleri gibiydi, beni istediğim gibi sevmedi," deyip bir başkasına gidiyorduk…

Yüceleştirdiğimiz bir insanın bize koşulsuz bağlandığını hissettiğimiz anda istediğimize kavuşuyor ve onu beklemediği bir anda küçümseyip aşağılıyor, sonra yolumuza devam ediyorduk… "Aradığımız, o değildi," diyorduk. "O uymuyordu," diyorduk, yarattığımız idolümüze; o, içimizdeki boşluğu dolduramazdı… Öyleyse bir başkasını, bir başkasını daha denemeliydik… Ta ki içimizdeki boşluk dolana dek… Ama dolacak gibi değildi… Bize kendisini sunan her sevginin, bir buz kovasına atılmış küçücük bir kor parçası kadar hükmü oluyordu ancak… Ama biz kazanmayı terk etmek sanarken, içimizdeki boşluk daha da büyüyordu…

Bize sevgiyle yaklaşan insanları öylesine çaresiz, öylesine çıplak anlarında terk ediyorduk ki birçoğu, âdeta sevme yeteneğini yitiriyordu… Önce bir süre o zehirli ateşle başkaları için yanıyorlar, ateşleri dinerken bize ışıkla açılan kalplerine kasvetli bir gölge iniyor ve ardından içlerine doğru kırgın bir nefretle dönüyorlardı…

Kimi geceler, boşluğumuza âşık ettiğimiz, sonra da yapayalnız bıraktığımız kurbanlarımızın çığlıklarıyla uyanıyorduk… 

İşte birbirimizle, böylesi gecelerden birinde karşılaştık…

İkimiz de birbirimiz için fazlasıyla çekici ve parıltılıydık. Kafamızda yıllardır gezdirdiğimiz idollerin içine, hemen yerleştirdik birbirimizi… Sanki daha yüz yüze gelmeden önce böyle bir şeyin olacağını sezmiş gibiydik… İkimiz de güçlü, sevecen ve kendimizden emin görünüyorduk… Fark etmiyorduk, daha birbirimizin içindeki o derin boşlukları… Ama birbirimize öyle çekici ve parıltılı görünüyorduk ki içimizdeki boşluklar,
henüz acı vermeye başlamamıştı…

İkimiz de birbirimizi, hiç olmadığı kadar yüceltiyorduk… Henüz, bu aradığım insan değil, bu o değil, aşamasına gelmemiştik. İki karanlık orman birbirini ne kadar severse, o kadar seviyorduk işte… Daha önceleri başkalarına yaptığımız gibi, birbirimizi tanımaya, anlamaya, öğrenmeye çalışmıyor, kendimizi anlatıyorduk… Başkaları için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğumuzu… Ne çok sevildiğimizi ama gerçek anlamda bizim sevgimize kimselerin layık olmadığını… Gerçekte kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne için yaşadığımızı anlamaya çalışmadan, birbirimizin aynasında kendimize hayran olup duruyorduk…

Sonra biz değil, söylediklerimiz değil, hayatın kendisi usulca hissettirmeye başladı, başka dünyaların insanı olduğumuzu, çok başka şeyleri özlediğimizi…

İşte o zaman, birbirimizi kendimiz için değiştirmeye başladık… Kim, kimi kendisi için daha uysal, daha itaatkâr, daha evcil yapacaktı? Herkes kendisini diğerinden daha kusursuz buluyor, bunun için de her şeyi kendisine hak olarak görüyordu… O, beni kıskandığı zaman, bunu sevgi diye gösteriyor; ben, onu kıskandığım zaman, bu onun gözünde hiç de soylu bir davranış olmuyordu… Durmadan birbirimizde
suçluluk duyguları uyandırmaya çalışıyorduk…

Aramızda gizli bir savaş başlamıştı… Birbirimiz için yarattığımız o sahte idoller, çatlamaya başlamıştı bir yerlerinden… Çünkü ne o, benim istediğim gibi oluyordu ne de ben, onun istediği gibi… Kimse kendi düzenini değiştirmiyordu. "Ben böyleyim, beni böyle kabul et, sen bana uy!" diyorduk birbirimize durmadan.

Kimse bir diğerine içini açmıyor, zayıflığını, çaresizliğini, asıl önemlisi o büyük boşluğunu göstermeye yanaşmıyordu… Zayıflıklarımızı birbirimize göstermemek için usta bir taklitçi gibi kılıktan kılığa giriyor, durmadan benlik değiştiriyorduk… Kendimiz için acı çekiyorduk, birbirimiz için değil. Anlamak değil, anlaşılmak istiyorduk. Bu trajik karşılaşma, o deva bulmaz dertlerimiz için değil, kendimiz için ağlıyorduk,
ağladığımız zamanlarda… Birbirimizi özlediğimiz için değil, kendimize duyduğumuz o derin hasretle koşuyorduk buluşma yerlerine…

Yorulmaya, tükenmeye başlamıştık… İkimizin de beklediği o an, yavaş yavaş gelmeye başlamıştı… Kim, kimi en çıplak, en zayıf anında o zehirli dudaklarıyla öpecek ve onu orada bir başına, o en çaresiz anında bırakıp gidecekti? Kim, kazandığı anda öbürünü terk edip gidecek ve bir daha aramayacaktı? Durmadan birbirimizin en kırılgan, en çaresiz anlarını gözlüyorduk. Benliklerimizi zayıflatmak, güçsüz bırakmak için, hiç olmadık
sebepler yaratıp birbirimize ayrılık senaryoları hazırlıyor, bu senaryolarda karşımızdakine terk edilmiş rolü veriyor, onun bu roldeki gücünü sınıyorduk; sonra bunlar hiçbir işe yaramayınca, yeniden bir araya geliyorduk.

Kimse yenik ayrılmak istemiyordu… Kimse bu beraberlikte, katilinden, kazanma hırsından ve adından vazgeçmek istemiyordu. Bu oyunları oynarken, kanlarımızı kimsesiz gecelere akıtırken gizliden gizliye birbirimize bağlandığımızı anlayamıyorduk bile… Çünkü asli rollerimiz vardı bizim… Kazandığımız, anladığımız anda, terk edip gitmekti bu… İçimizdeki o büyük üşümeye, küçücük bir kor parçası daha atıp, yürüyüp gitmek…

Nasılsa, geride bizi her şeyimizle kabullenip ömür boyu koşulsuz sevmeye hazır insanlar vardı. Kolay kolay boşluğa düşmezdik… Kim daha önce davrandı bilmiyorum ama artık bunun ne önemi var ki? Bir gün birbirimizi o en zayıf, o kırılgan yanlarımızdan öptük… O zehirli dudaklarımızla… İste o zaman anladık, birbirimize ne kadar çok benzediğimizi… Zehirli kanlarımız birbirine bulaştı… Hastalıklarımızın birbirine
bulaştığını anlamadan, kazanmış olmanın verdiği o lekeli gururla, bizi koşulsuz sevenlerin yanına koştuk hemen. Birbirimizde açtığımız yaraları sarmaları için… Onlar yaralarımızı sararken, biz birbirimizi en derin mezarlara gömdüğümüzü düşünüyor, bu işten yakamızı sıyırmış ve sanki hiçbir şey olmamış gibi, her şeye yeniden başlamayı umuyorduk. Sonra geceleri, ansızın birbirimizin çığlıklarıyla uyanmaya başladık…

Birbirimizi gördüğümüz yerden yükselen ve bizi geceleri hiç uyutmayan çığlıklarla… Bazen bu çığlıklara, daha önce terk edip gittiğimiz insanların çığlıkları da karışıyordu… Sanki bizim de kendileri gibi zehirlendiğimizi anlamışlar gibi…

Benim boşluğum ona geçmiş, onun boşluğu bana geçmişti… Artık çaresizliklerimiz, zayıflıklarımız bize ait değildi, bizde sır değildi… O kendimize sevdalı, kendimize saplantılı kanlarımız birbirine karışmıştı…

Birbirimizdeki o uzun, o büyük geceyi öpmüştük… Gecelerimiz birbirimize karışmıştı… Senin yüreğin benim olmuştu, benim yüreğim de senin… İsimlerimiz birbirine karışmıştı… Artık kendimi, sen, diye anar olmuştum. Sen, kendini, ben, diye sorar olmuştun… Birbirimizi öperken görmüştük o büyük boşluklarımızı…

Birbirimizi zehirleyip gidecekken, aslında hiçbir yere gidemeyeceğimizi anlamıştık…

Baksana, günler ne çabuk kararıyor artık… Sonra o uzun geceler başlıyor. Asıl dayanılmazı, bu… Hep soruyorum kendime, şimdi benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada, uzaklarda ne yapıyorsun, diye… Asıl dayanılmazı, bu… Geceleri çığlıklarını duyup birden uyanıyorum yatağımda… Çünkü aynı soruları sen de bana soruyorsun, biliyorum… Benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada,
o uzaklarda ne yapıyorsun, diye…

Yüzümün yarısı sende kaldı… Yüzümün yarısı öbür yarısına ağlayıp duruyor şimdi… Benim zamanım sende kaldı, senin zamanın bende… Benim geçmişim senin geleceğinde, benim geleceğim senin geçmişinde kaldı…

Başlangıçlarım sende kaldı, bitişlerin bende… Sığındığımız limanlardaki bizi koşulsuz seven hiçbir sevgili teselli edemezdi artık bizi… İçimizdeki o büyük boşluğu onlar bilemez ki… Doğumumuzla birlikte bize verilmesi gereken o ilk ve gerçek sevginin yokluğunu, onlar ne yapsalar kapatamazlar ki… Geceleri birbirimizi gömdüğümüz mezarlardan yükselen çığlıkları onlar duyamaz ki… Sadece, "Geçecek," derler. "Zaten olmayacak bir ilişkiydi, sürmezdi, sürmeyecekti, bekle, zamanla unutursun," derler… Yüreklerimizin birbirimizde kaldığını bilemezler ki… Kiminle öpüşsem sendeki yüreğimi seyrettiğimi, sen kiminle öpüşsen bendeki yüreğini seyrettiğini onlar hissedemez ki…

Yokluğunu varlığa çevirirsem, biliyorum, o artık ben olmayacağım. Ama sensiz mahvolmaktansa, seninle mahvolurum, daha iyi… Sensiz isimsiz kalacağıma, seninle isimsiz kalırım, daha iyi… Bu hayatta yapmak istediğimiz her şey eksik, her şey yarım kaldı… Artık birbirimizden başka kim tamamlayabilir ki bu eksikliği, bu yarım kalmışlığı… Bu büyük boşluğu… Çok kırdık, çok incittik, çok insanın sevgisinin önünü kestik, onları
yarı yolda bıraktık… Şimdi onları ödüyoruz… Artık hiçbir ev, hiçbir yuva almaz bizi içine… Lanetlendik… Artık nereye gitsek, yokluğumuz karşılayacak bizi… Nereye gitsek, dışarıda kalacağız… Yokluğumu varlığa çevir, gel, artık benimle mahvol!.. Bensiz isimsiz kalmaktansa, benimle isimsiz kal, daha iyi!.. Bak, yüzünün yarısı öbür yarısına ağlıyor!.. Eksik ve yarım kalmasın artık, hayatımızdaki hiçbir şey… Bari bunu tamamlayalım…

Gel, birlikte mahvolalım!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi