Gözümü kamaştırıyor harcanmış hayatım

Oysa ne çok emindim ruhumu bir sis gibi saran mutsuzluklarımdan…

Sabah perdelerimi açtım. Dışarda ilkyaz vardı. Öyle güzel bir maviydi ki gökyüzü, güneş öylesine aydınlıktı ki, orada, pencerenin önünde ne yapacağımı bilemez halde, şaşkın kalakaldım.

Kalbimin o doludizgin heyecanı dinsin diye beklerken kendimi anlamaya çalışıyordum bir taraftan. Rakibimdi sanki penceremden içeri teklifsizce giren ilkyaz aydınlığı.

Mavi bir coşkuyla gülümseyen gökyüzü küçümsüyordu sanki o kırılgan, o içe dönük ve kıskanç özlemlerimi…

 Bir an öylece kasılı kaldım. Ne kadar acıkmışım hayata, anladım ve içim ürperdi.

Yalnızlığımı nasıl da gizlemişim kalın bir örtüye, anladım… Benim dışımdaki herkes nasıl da benimsemiş görünüyordu onu…

Penceremden giren ilkyaz ölümsüzdü sanki ve işte hazırlıksız yakalamıştı sisler içindeki ruhumu…

Dünya aslında ne kadar güzelmiş, ben kendi kışımda derin bir unutkanlıkla yaşarken.

Kendi kendime fısıldıyordum, öylece, penceremin kenarında: Hazır değilim daha bu aydınlığa. Biraz daha zaman tanıyın bana.

Oysa güneş, bütün o eski ve bilge metinler gibi git, diyordu, git, herşeyi bırak ve git… Arın sisler içindeki ruhundan, kurtul o kırılgan, içe dönük ve kıskanç özlemlerinden…

Ölümsüz ilkyaz eğer herşeyi bırakıp gitmeyeceksem beni ışıklarla zonklayan boy aynasının önüne çağırıyordu: Kötü yaşanmış hayatımı görüyordum ilkyazın aynasında…

Korkuları, ertelenmiş düşlerimi, beni bahtiyar kılması gerekirken lanetleyen kitap sayfalarını, anlamsız acıları, harcanmış sevinçleri, ruhumdaki morlukları görüyordum…

Kötü bir hayat… Bütün bunları hazırlıksız yakalandığım ilkyaz gösteriyordu bana… O acımasız boy aynasında…

Oysa ne çok emindim ruhumu bir sis gibi saran mutsuzluklarımdan…

Bir köstebek gibi yaşardım evimde. Üzüntülerim beni erkenden uyandırdı. Yatağımın içinde kendimle savaşırdım, kış ortasında soğuk terler içinde… Sevmediğim kendime bu dünyada çok özel, çok farklı bir yer arardım… Bir köstebek gibi yaşarken gökyüzüne kafa tutar, gökyüzünden hesap sorardım…

Derdim kendimleydi, ama ben tarihle uğraşırdım. İnsanları bir yerden alıp bir başka yere koyardım…

Beğenmezdim kendimi, dağlara küserdim. Uzun bir kıştı ömrüm ve bu küskünlük iyi gelirdi bana…

Yanımda kimseler yokmuş gibi; beni gerçekten kim seviyor, kim biliyor? Derdim durmadan…

Tamam, penceremden odama giren ilkyaz acılarımı, korkularımı küçümsesin… Sorgulasın uzun kış olan ömrümü. Işıklı aynasında ruhumun morluklarını teşhir etsin coşkuyla ve kayıtsızca gülümseyen gökyüzü…

Ama o soru yine de çıkmazdı hiç aklımdan: Peki, kime aşık olacağım bu ilkyaz, kim bana aşık olacak?..

Sonra yüzün gelirdi aklıma, yüzün… En çok imkansız aşklara yakışan yüzün… Sonra yalnız kavruk adamlar, zamansız isyanlar; acemi, tedirgin hayatlar gelirdi…

O bir türlü aşmak istediğimiz dünya üzüntüsü gelirdi…

Çünkü bu üzüntü sevdirmişti seni bana… Bu ayrılıklar, bu yalnız, bu kimsesiz otel odalarında konuştukça kanayan telefonlaşmalarımız.

Ben uzun bir kış gibi olan ömrümü nasıl sevmişsem seni de öyle sevmiştim…

Nasıl eminsem ruhumu bir sis gibi saran mutsuzluklarımdan, senden de o kadar emindim…

Seni de kışıma ortak ettim. O uzun ömrüme.

Çünkü aşk sende hastalıklı bir sahiplenme duygusu uyandırırdı…

Sonunu hiç düşünmeden bütün enerjini, bütün bildiklerini, bütün özlemlerini ve varlığını aşkına yatırırdın…

Ve menekşe kokardı kazağın. Ve hiçbir ilkyaz seni küçümseyemezdi, beni küçümsediği gibi…

Bana ruhumdaki morlukları ve kötü hayatımı gösteren ilkyaz, seni kutsardı ışıklarıyla…

Hayat kaçkınlarını bozguna uğratmak için güzelliğini kışkırtır, çiçekleriyle süsler, seni mağrur ve ulaşılmaz kızı yapardı ilkyaz…

Oysa şimdi beni seviyorsun. Benim uzun bir kışta geçen ömrümü…

Menekşe kokan kazağın ne zamandır hüzün, gözyaşı ve anason kokuyor…

İlkyazların, doğanın, gençliğin sana duyduğu hayranlıktan hep daha büyüktü aşkın… Ölümse ölüm, yıkımsa yıkım, ayrılıksa ayrılık… Aşksa gelen, açıktı yaraların.

Adı aşksa gözü kapalı severdin sen, iyileşmeyen hastalıkları bile…

Bense küskünlüğüme, ruhumu bir sis gibi saran mutsuzluklarıma bağlıydım. O köstebek hayatıma.

Benim derdim kendimleydi. Senin derdin benimle…

Sen hep benim yanımdaydın. Oysa ben hep başka hayatları özlerdim. Beni o uzaktaki başkalarının hatırlamasını isterdim…

Bana aşık olan oldun ve ben seni o uzun kışıma ortak ettim.

Sana çevremi anlattım sonra. Ne tuhaftı çevrem. Oradaki insanlar. Dünyayı değiştirmek isterlerdi, ama yine de ezip küçümseyecekleri siyahlar ararlardı kendilerine… Ve ezip küçümseyecekleri siyahlar bulduklarında başkalarının ötekileri olmayı seve seve kabullenirdi…

Denizin dibinde yaşardık. Acımasız doğanın içinde. Boğuşurduk birbirimizle kan ve öfke içinde. Bazen yukarı çıkar, hiçbir şey olmamış gibi yanyana fotoğraf çektirirdik. Sonra tekrar inerdik o kanlı denizin dibine… Boğuşmaya…

O kadar insafsız değildim sana karşı. Saklamadım kendimi senden. Gözünün önünde inmiştim kaç defa o karanlık, o kanlı denizin dibine…

Bir anlam veremiyordun bütün bunlara. Aşk vardı sana göre. Gerek var mıydı artık o kanlı denizin dibine inmeye… Gerek var mıydı aşağılanmaya, aşağılamaya… Yeni siyahlar bulmaya…

Aşağıda, kendi adıma savaşırken seni düşünürdüm sık sık. Seni düşündüğümü… Sana belli etmeden senin için üzüldüğümü… Bir gün seni de bırakıp gideceğimi, senin buna ne kadar üzüleceğini düşünür üzülürdüm…

Bir başka hayatta ne kadar iyi bir insan olabileceğimi düşünür, ona üzülürdüm…

Çocukları çok sevdiğin aklıma gelince, doğmamış çocuğumuzu özler, onun saçlarını koklar, bu kokuda bir başka hayatı özlerdim… Seni ortak ettiğim o uzun kışımda bırakıp giderdim sonra… Şarkılarıyla gemicilerin kafalarını karıştırıp, kalplerini bulandıran o deniz kızlarına benzeyen kadınlara giderdim.

Onlarla bencil ve küçük ölümler yaşardım. Kirli aşk oyunları… Öyle severdin ki beni, gitmeme izin verirdin kalbinden…

Bilirdin çünkü özlediğim nereye gitsem, hangi arzuma kavuşsam sonunda o uzun bir kış olan ömrüme geri döneceğimi…

Bilirdin içimdeki boşluklardan kaçamayacağımı… Bilirdin içimdeki yaranın kavuştuğum her özlemi, kazandığım her başarıyı bir süre sonra anlamsız kılacağını…

 Belki de en çok bu yanıma aşık olmuştun sen. Kazandıkça kaybedişime, kavuştukça yitirişime… Kendimi hep umutsuzca özleyişime.

Bu yüzden bu denli bencil, ama bir o kadar da duyarlı oluşuma şaşırmazdım…

İlkyaz ömrümün kısalığını hatırlatıyor şimdi bana…

Bir ateş düşüyor içimdeki derinliklere…

Gözümü kamaştırıyor güneş, gözümü kamaştırıyor harcanmış hayatım…

Yine de savunuyorum o uzun bir kış gibi geçen ömrümü ilkyaza karşı… Soymuyorum ruhumu o yalancı sözlerden…

Ve neysem ona benzetiyorum ilkyazı da… Denizin dibindeki kanlı boğuşmaya… Şarkılarıyla gemicilerin kalplerini bulandıran deniz kızlarına benzeyen o kadınlara…

Sen o uzun bir kış olan ömrümü anlamak isterken, ben kalbimde kaderimin bir izi gibi duran sevginden kurtulmaya çalışıyorum…

Seni seyrediyorum, öylece…

Sense hiç telaşlanmadan, elinde kalemin, önünde beyaz sayfalar, sana yazdığım şiirleri temize çekiyorsun…

Seni seyrediyorum, ensende mutluluğun o küçük, sarı ayva tüyleri…

Neysem ona benzetiyorum bu ilkyazı da…

Ve ilkyazı nasıl kıskanmışsam, öyle kıskanıyorum, beni benden daha çok sevmeni…

İlkyaz penceremden içeri giriyor…

Sen hep bana benden daha yakındın.

Ama kendime benzettiğim kışkırtıcı ilkyaza soruyorum yine de:

Kime aşık olacağım bu ilkyaz, kim bana aşık olacak?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi