Güzel ölüm

Sevgiyi, iyiliği, dostluğu, adaleti savunmak için bile savaşmak gerekiyor. Savaşanlar gibi olmak…

Ne zamandır bakmamışım ellerime… Ellerimdeki yara izlerine. Ne zamandır bakmamışım o yorgun ayaklarıma… Sizden başka kimim kaldı deyip, sarılıyorum… Sanki yıllardır ihmal ettiğim dostlarıma sarılır gibi sarılıyorum onlara… Yolumuz daha uzun, diyorum. Dayanın ne olur… Ama en çok kalbime, kalbime yalvarıyorum, ne olur yorulma, tükenme diye. Beni taşı, beni istediğim yere götür, diye fısıldıyorum ona…

Artık her yerde savaş var ve ben istemedim böyle olmasını… İstese de istemese de artık savaşmak zorunda insan. Yok etmek, parçalamak, ezip geçmek zorunda…

Savaş her yere yayılıyor. En güzel, en savunmasız ve artık giderek azalan duyguların içine kadar giriyor hoyratça…

Sevgiyi, iyiliği, dostluğu, adaleti savunmak için bile savaşmak gerekiyor. Savaşanlar gibi olmak… İyiliği, sevgiyi, güzelliği savunmak için bile kötü olmak gerekiyor, olabildiğince kötü ve hırslı… İyiliği, sevgiyi ve güzelliği savunan başkalarını ezip geçmek için onlardan daha acımasız olmak gerekiyor…

Kimi ezip geçtiğimi bile bilmiyorum ben. Kimi yok ettiğimi… Gözlerimi kapayıp sokağa çıkıyorum her sabah… Kimin çığlığı bu kulağımdaki, kimin kanı bu ellerimdeki, bilmiyorum… Sevgi için, iyilik için çıkıyorum sokağa her sabah; ama akşamları eve kendimi güç bela kurtarmış olarak dönüyorum. Kendimi savunmaktan iyilik yapmaya neden zaman kalmıyor, bir türlü anlamıyorum… İyilik tasarlanabilir mi, insan bir başına kaldığı anda: Ben yarın sokağa çıktığımda şu ve şu iyilikleri yapacağım diye kendisine tembihleyebilir mi… İnsan ürperip ürpermediğini anlamak için ikide bir kollarındaki o zavallı tüylere mi bakar… Ürpermek öğrenilebilir mi… Deliliğin kitabı var mıdır…

İnsan nasıl ezberler kendini… İnsan bilmediği kendisini böylesine korku ve nefretle salar mı başkalarının üzerine…

Kötülük yapmadan evine döndüğü için neden kutlar kendisini… Kimseyi öldüremediği için neden şımartır insan kalbini…

Bana bugün uçurumdan aşağıya kaç kişi yuvarlandı ve onların çığlığı kalbinde nasıl yaralar açtı, diye sormuyorlar… Bugün kaç inceliği görmezlikten geldin, kaç güzel hatayı, kaç güzel yenilgiyi bilinmez bir zamana erteledin, diye sormuyorlar…

Sordukları hep şu: Hazır mısın yarına… Piyasaya uygun malın var mı… Ve çevrendekilerle rekabet edecek güçte misin… Bugün geçti, peki yarın bugünden daha güçlü olacak mısın, seni talep edenler bugünden yarına artacak mı… Hazır mısın bir gün öncekinden daha çok kıyasıya savaşmaya… Küçümsemeye, tiksinmeye… Hazır mısın birileri uçurumdan aşağıya düşerken bir gün öncekinden daha az üzülmeye… Hazır mısın duyduğun çığlıkları hemen o an unutmaya… Durdurun kentleri, durdurun dünyayı, durdurun kendine rağmen yaşayan herkesi, diye sayıklıyorum bazen uykumda… Zaten çoktan karıştı geceyle gündüz, iyilikle kötülük, gerçekle sahte, çoktan karıştı yaşayan benle, hayal ettiğim ben…

Bazen soluksuz kalıyorum, çok soluksuz… Işıklar tümden sönmüş gibi geliyor. Onca arayan var beni, ama kimse aramıyor gibi sanki… Onca imkân var, hiç imkân yok gibi. Onca vaat var, ama her yer ıssız gibi… Çok, ama çok ıssız… Onca sevgi sözü var, onca aşk hikâyesi var ve bütün bunları herkes hissetmiş, sanki yalnızca ben hissetmemişim gibi…

Sanki herkes iyi, ama dünyanın bütün kötülükleri benim yüzümdenmiş gibi… O an, işte o an, ben bilmiyorum, ama içimde biri, belki de o hayal ettiğim, içimde her şeye rağmen yaşayan biri beni benden kopartıyor, tutuyor elimden, sürüklüyor. Karşı koyamıyorum ona, karşı koymak istemiyorum, hoşuma gidiyor gizliden gizliye. İçimde uyanan benden daha cesur, daha kararlı birinin beni bilmediğim yerlere sürüklemesine, beni benden kurtarmasına…

Önüme gelen, rasgele bir otobüse biniyorum. Nereye gittiğini sormadan, öğrenmek istemeden, yollardaki şehir isimlerine bile bakmadan… Binip gidiyorum. Bu sürükleniş iyi geliyor bana. Ben istemeden içimdeki o yaşayan birisi belleğimi silmiş oluyor. Yanıbaşımızdan şehirler, yanıbaşımızdan insanlar geçiyor. Yüzler geçiyor hayal meyal hatırladığım…

Yol boyu hiç zorlanmadan kendimi okşuyorum, okşuyorum güzel hatalarımı, güzel kusurlarımı, mükemmel yenilgilerimi, o masum ve lekesiz yoldan sapmışlığımı içtenlikle okşuyorum… Otobüs duruyor, bilmediğim bir yerde indiriyor beni. Güzel, şefkatli bir karanlıkta indiriyor…

Usul usul yağmur yağıyor. Uzak bir gökyüzünden dost çığlıklar geliyor. Ağaçlar sevgi dolu bir anne sıcaklığında başımı örtüyor, bütün eksik çılgınlıklarımı bağışlıyor gecenin kokusu. Gözlerim dünyanın bütün unutulmuş ve işe yaramaz sızılarıyla yanıyor…

Yürüyorum, bilmediğim, ama yine de çok sevdiğimi hissettiğim sokaklarda… Sokağın sonunda bir meyhane, ülkem gibi bir meyhane görüyorum… Kapısında çocukluğumun o dalgın ve şefkatli ışığı… Islanmış bir kedi, mahcup ve yorgun bir sandalye, hepsi yağmur altında… Dost sesleri geliyor pencerelerden… Sanki içerisi yıllardır bir türlü anlayamadığım ülkem ve sanki ben çok uzaklardan gelmiş gibiyim oraya, sanki bütün sevdiklerim toplanmış o meyhanede… Ülkemdeyim, ama yıllardır uzak kalmış gibiyim ülkeme…

Gördüğüm ilk masaya oturuyorum ve oradaki herkesle kucaklaşıyorum. Garsonu çağırıyorum: Donat masayı, bütün içkiler benden, diyorum. İçkiler geliyor, kadehler kalkıyor. Ne konuşulduğunu pek anlamıyorum, ama güzel şeyler konuşuluyor sanki, güzel hatalar, eşsiz kusurlar, sevgi dolu yanılgılar…

Nasıl oluyorsa beni bağırlarına basıyor oradakiler… Öyle hissediyorum, bakışlarından, çıkardıkları seslerden… O an hiç düşünmeden, sizi çok seviyorum, diye bağırıyorum. Cebimden bütün paraları tiksinerek çıkarıp, saymadan garsonun eline bırakıyorum. Garsona, bunlar benim kardeşlerim, madem sen de buradasın, sen de kardeşimsin, diyorum… Garson, yine de temkinli; ama iyi de ayakkabılarınız yok, böyle mi geldiniz buraya kadar diyor…

Sonra, günler sonra biri geliyor, belki kardeşim, belki bir arkadaşım… Beni o şehirden alıp geri getiriyor… Yol boyu beni bana anlatıyor. Merak ettik, insan bir haber vermez mi, diyor, kendine gel, kötü bir düş gördün, uyan artık… Beni bana uyandırıyor… Neden oralara gittiğimi sormuyor, neden belleğimi yitirdiğimi, neden hiç bilmediğim bir kentte, ilk defa gördüğüm insanlara sarıldığımı anlamıyor… Sadece geçti diyor, geçti: Evine geri dönüyorsun…

Oysa beni getiren de biliyor, evimde artık aşk yok… Evimde ben yine ellerimle, ayaklarımla, yorgun kalbimle konuşacağım. Evimde artık beni derinden kıran ve hep çıkar duygularıyla yaralayan yakınlarım, dostlarım için bile derinden üzülmeyeceğim artık… O bunu belki biliyor, belki de bilmezlikten geliyor…

Evimden dışarı çıkar çıkmaz piyasa için bir ürün olacağım yine. Verimli ve kârlı olması gereken, pazarın kurallarına uyması gereken bir ürün… O yaralı ellerim, o delik deşik ayaklarım, o yorgun kalbim de bir ürün olacak…

Oysa ben bilmediğim kentlere giderken, hep kalbimdeki yitik aşkları özlerdim… Var olmanın ve o eksik, o yanlış hayatımın verdiği derin acı yüzünden yitirdiğim belleğimi sık sık… Kimse bilmezdi bunu… Bana bu hayattaki tek gerçek iyiliğini yapan, beni benden kopartan o eski aşkları ve yitik sevgilinin yaşadığı, soluk alıp verdiği yerin hemen yakınında var olan kalbimi özlediğimi… Hep iyi ve yüce olan o eski kalbimi… Tıpkı senin o yitik aşklarını ve hep iyi olan o eski kalbini özlediğini kimselerin bilmediği gibi…

O eski ve iyi kalbini özleyenler için hayat ne denli zordur, kaç kişi bilebilir ki bunu… Bu özlemlerle artık dışarıda yaşayamazdık biz… Dışarda acımasız bir kar fırtınası vardı… Dışardan aç kurtların ulumaları geliyordu: Tıpkı o unutulmuş öyküdeki kutup kaşifi gibi, seninle buzdan bir kulübe yapıp içine sığınmıştık… İkimizde, o iyi ve eski kalplerimizi özlüyorduk, o yitik aşklarımızı…

Dışarıdaki sokaklardan kan kokusu geliyordu. Masumlarla masum olmayanların kanı birbirine karışıyordu. Biz seninle o buzdan kulübenin içinde boynumuzdaki dudak izlerini, ağzımızdaki ağızları, saçlarımızdaki kutsal nefesleri, ellerimizdeki ışıklı dokunuşları hayal ediyorduk…

Öyle acımasız, öyle hoyrattı ki dışardaki zaman, soruyorduk kendimize, biz bir zamanlar gerçekten sevildik mi, gerçekten sevdik mi… Öyle bir zaman oldu mu gerçekten… Soruyorduk kendimize… Dışarda kar fırtınası, dışarda kan kokusu, dışarda aç kurtların ürperten ulumaları vardı; dışarda masumların kanı, masum olmayanlarınkine karışıyordu…

Seninle bir buzdan kulübenin içine sığınıp, o yitik aşklarımız ve hep hüzünle özlediğimiz o eski ve iyi kalplerimizin hatırası için yaşamaya çalışıyorduk…

Aldığımız her soluk buzdan kulübenin duvarlarına yapışıyordu. Aldığımız her soluk kulübenin duvarlarını biraz daha kalınlaştırıyor, her solukta biraz daha daralıyordu sığındığımız buzdan kulübemiz… Yan yanaydık, ama o yitik aşklarda, o özlediğimiz eski ve iyi olan kalplerimizde arıyorduk birbirimizi… Aldığımız her soluk bizi ölüme götürüyordu…

Ve artık sadece bu güzel ölüm bağlıyordu bizi birbirimize…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi