Hançerin ardındaki tebessüm

Karalar korkuturdu beni. Evler ruhumu daraltır, kırgın ve gücenik anneler hayallerimi sınırlar, ışıksız odalar içimdeki şiiri öldürürdü…

Alnımı dayadım bir hançere bekliyorum. Alınyazım o hançer benim. Alınyazımı bekliyorum.

Koparıp atmıyorum onu içimden. Silmiyorum… Silemiyorum anılarımı…

Sevip de bilmezlikten gelmiyorum. Çaresizliğimi soylu bir kurban gibi yaşıyorum. Adım, geldiğim yer umurumda değil. Kendi mahşerimi yaşıyorum…

Sevmekten korkanlar sonsuza dek Araf’ta asılı kalırmış. Orada asılı kalanları çoktan anladım. Çoktan anladım, benim bir günüm Araf’ta ki o sonsuzluğa eş değermiş…

Çoktan döndüm okyanuslardan karaya. Daracık evlere, daracık hayatlara, ışıksız odalara, kırgın ve gücenik annelere…

Oysa eskiden dönüp arkama bile bakmazdım. Evler daralmaya, hayatlar basitleşmeye, odalar ışıksız kalmaya başladığında alır başımı giderdim okyanuslara…

Karalar korkuturdu beni. Evler ruhumu daraltır, kırgın ve gücenik anneler hayallerimi sınırlar, ışıksız odalar içimdeki şiiri öldürürdü…

Başkalarına benzemeyi reddettiğim için zulüm görmeye başladığım ve doğrularımı söyleyememe korkusu sarınca benliğimi alır başımı giderdim okyanuslara…

Eskiden yeterdim kendime… Tek meselem acılar, sıkıntılar, güçlükler karşısında direnmek, ayakta kalmaktı. İster iyi, ister kötü bir şey, başıma ne gelirse gelsin ne sevincimi, ne de üzüntümü belli ederdim. Hiç üzülmüyormuş, hiç sevinmiyormuş gibi yapardım.

Çünkü eğer duygularımı belli edersem özgürlüğümü yitireceğimden korkardım…

Kıskanırdım adımı herkesten. Koşulsuz güvenirdim kendime. Birisinin beni eleştirmesine tahammülüm yoktu. Bildiklerimi hiç kimse unutturmazdı bana, bu yüzden aşktan çok özgürlüğüme tapardım. Bağımsızlığıma… O zamanlar eğer özgür olursam aşkı istediğim zaman, istediğim yerde yaşayacağımı düşünürdüm.

Karada yaşayanlar, aşıklar, müritler, inananlar varlıkların ve gerçeğin sadece bir yüzünü görürlerdi, bilirdim…

Bense ölümüne savunduğum özgürlüğümle varlıkların ve gerçeğin bütün anlamlarını, bütün yüzlerini görmek isterdim…

Kendilerinden tiksinen insanların o sıkıcı gölgesi vurunca günlerime artık uzaklara gitme vaktinin geldiğini anlardım…

O sıkıcı gölgeyi çocukluğumdan bilirdim. Çünkü bütün vaatleri anlamsızlaştırmaya başlardı o sıkıcı gölge. Zaten hep aynı olan şeyler daha fazla aynı olmaya başlardı.

Daha da garibanlaşırdı çevremdekiler. Çünkü başlarına ne gelirse hiç karşı çıkmadan katlanmaya başlar, gördükleri eziyet ne kadar artarsa birbirlerine duydukları tiksinti ve nefret de o kadar artardı.

Oysa benim asıl istediğim hayatın bana bahşettiği ışıktan daha fazla ışıktı. Benim asıl istediğim dünyanın bana mümkün kıldığından daha fazla duyguya ve hayale sahip olmaktı…

Öyle sıkar, öyle boğardı ki karadaki insanlar beni, burada kalıp onların insafına kalmaktansa; uzaktaki karanlıkların, uzaktaki ışıkların, buradaki değil, uzaktaki bilinmezlerin insafına bırakmak isterdim kendimi…

Hiçbir şey olmuyordu burada, sadece olmuş gibi yapılıyordu. Çünkü yaşanmıyordu burada, gözler rehin alınmış ufuklarda boşuna geziniyor, sanki yaşanıyormuş gibi yapılıyordu burada…

Burada insanlar birbirlerini bağışlarken yok ediyorlardı…

Burada umut ettikçe batıyordu insanlar, battıkça umut ediyorlardı… Burada geleceği sadece harcanmak için bekliyordu insanlar…

Özgürlük çocuksu ve kirlenmiş öfkeler biriktirmekti biraz da. Oysa burada yasalar ve vaazlar durmadan öfkeleri yumuşatıyor, herkesi birbirine benzetiyordu.

Yalnızlar şehrin en kalabalık meydanlarında toplanırlardı burada ve biraraya geldiklerinde birbirlerinden gizledikleri daha da çoğalırdı…

İçlerinde zaaflı, çirkef, bozulmuş olan ne varsa kibarca saklardı birbirlerinden… Uzaklardan gelen çığlıklarını duymamak için durmadan konuşurlardı burada insanlar…

Yapmayı düşündükleri ama bir türlü yapamadıkları çılgınlıklarını bir çırpıda özetler sonra yine o doğuştan getirdikleri ümitsizliklerine dönerlerdi…

Bütün bilinmezliklerimi askıya aldığını unutup yaşamak ne güzel, dedikten hemen sonra, yaşamak ne beyhude, derlerdi…

Yurtlarında yurtsuz, doluluklarında boş, aşkta unutkan ve bilgisiz, yenildikçe zalimdi insanlar burada…

Her arzuları doğrularını durmadan aşağılar, bir haz titreyişi için binlerce kirli pişmanlık yaşar, kendinde bulamadığını kendisi gibi birinde boş yere aramayı tutku sanırlardı…

Kendi alınyazısı için yola çıkmayı ve dövüşmeyi bir kez bile göze alamadan kalırlardı burada… Yola çıkmak ve korkmadan düşmanlar edinmek isteyenleri o sebepsiz nefretleri ve yine o sebepsiz merhametleriyle durdurmaya çalışırlardı…

Burada kalmaya karar verince bir daha asla kendileriyle karşılaşmazlardı…

Oysa insan burada sevince gittiği hiçbir yere uzak değilmiş… Her uzaklık burasıymış, insan sevince okyanusun ortasına taşırmış, o kaçtığı daracık hayatları, ışıksız odaları, o gücenik ve kırgın anneleri…

Bir daha kendisiyle karşılaşmayacak bile olsa gittiği her yerden geri dönermiş insan…

İşte ben de döndüm gittiğim ve gideceğim her yerden. Bir hançerin ardında duran tebessüme dayadım başımı…

Hayatımda ilk kez bu kadar yakın bana alınyazım ve ilk kez bu kadar uzak…

Hançerin bir yüzünde doğrularım, hayatım, özgürlüğüm var; öbür tarafında hiç büyümemişliğim, hiç yaşamamışlığım, hiç kapanmamış yaralarım duruyor…

Çığlıklarım dört bir yana savrulmuş, her biri başka bir zamana çağırıyor beni… İçlerinden biriyse, geri dön, tut ellerimi, bırakma, diyor.

Doğrularım, gururum, özgürlüğüm; asla dönme geriye, sen uzaklarla, kavganla, yolculuklarınla varsın, onca direndin, onca savaş verdin, alınyazın için, onca düşmanlar edindin, dönersen kazandığın her şeyi kaybedersin, diyor…

Büyümemişliğim, hiç yaşamamışlığım, hiç kapanmamış yaralarımsa; geri dönmelisin, diyor, tutmalısın onun ellerini… Eğer dönmezsen, eğer tutmazsan ellerini, nereye gitsen arkandan gelir o çığlık. Ne yaşarsan eksik kalır. İşte o zaman bir daha asla kendinle karşılaşmazsın. Kime sarılsan orası sonsuz bir yalnızlık olur… Sonsuz bir ıssızlık…

Alınyazım şimdi o hançerin ardındaki tebessüm gibi kanıyor önümde. Sussam ayrı kanıyor, konuşsam ayrı…

Artık küçümsemiyorum kimseyi. Kimi görsem sonsuz bir merakla bakıyorum: Hangisi yaşadı bu acıyı… Hangisi aştı, hangisi yenildi… Neler yitirdiler, yitirirken neler kazandılar…

Bu acıya girdim gireli gördüğüm herkese saygım arttı…

Sevmek öyle uzun bir kelime ki sanki sustukça ona hep geç kalıyorum, sanki sevdikçe bütün bildiklerimi unutuyorum…

Bir yerlerde bir şeyler büyüyor da, ben sanki sustukça küçülüyorum…

Öyle ki yoldan gelip geçenleri durdurup öykümü anlatmak istiyorum: Size de oldu mu… Aramayınca ne yaptınız… Arayınca ne demeli… Zaman bütün acıların ilacı mı… Bir gün bu tükeniş biter mi… ‘’Sizi unutunca ne yaptınız. O acıyı nereye gizlediniz. Hayata yeniden nasıl başladınız… Başkasıyla olduğunu duyduğunuzda ne hissettiniz… Peki size başkasıyla sevişirken sizi düşünüp ağladığını, bu yüzden sevişemediğini anlattı mı, o an siz ne hissettiniz…

Peki, her şeye rağmen yeniden başlanır mı… Tamiri mümkün mü onca yaşananların, onca kırgınlığın, onca ihanetin…

Kimi mümkün, kimisi de mümkün değil, der… Herkes kendince buna benzer binlerce şey yaşamıştır, ama unutmuş, yollarına devam etmişlerdir…

Ama hiçbir yanıt, hiçbir çözüm önerisi işime yaramaz yine de… Sadece susuzluğum artar. Sadece özlemim artar. Ateş benzin emer sadece. Kısa bir sesizlik olur belki de, ama ardından acım benden daha çok konuşmaya başlar… Ne sorsam, ne dinlesem, ne yapsam olan yine bana olur…

Sonra mistik bir merak kaplar içimi. Kimi görsem, kimle konuşsam onu tanıyıp tanımadığını sormak isterim… Onu tanıyorlarsa hakkında benim bilmediğim ne biliyorlardır, eğer onu bir kez olsun görmüşlerse bile, ne düşünmüşlerdir. Hep sormak isterim…

Bazen öyle tuhaflaşırım ki, birini görürüm ve onun belki de birkaç dakika önce onun yanından hiçbir şey olmamış gibi geçtiğini düşünürüm. Yadırgarım o insanı. Nasıl olur da onun yanından böyle kayıtsızca ve hiçbir şey olmamış gibi geçtiğini düşünürüm. Yüzündeki o kayıtsız ifadede onun izlerini okumaya çalışırım… Nasıl olur da derim, benim onca sevdiğim insanın yanından geçip böyle kayıtsız kalabilir, diye hayretle sorarım kendime.

Hiç utanmam onu başkalarına sormaktan… Kendime duyduğum gururu kaybedeceğimi düşündüğümde, aklımdan onun sözleri geçer: Aşkta gurur olur mu… Ne gururu… Ne gururu… Hiç utanmam aşk konusunda, sevgi konusunda böyle cahil, böyle savunmasız gözükmekten… Öyle çaresiz, öyle şaşkınımdır ki, bu konuda herkesin benden daha derin, daha bilgili, daha çile çekmiş olduğunu düşünürüm…

Hiç utanmam kalbimi teşhir etmekten. Acım öyle konuşkandır ki, hiç utanmam çektiklerimi anlatmaktan. Utanırım aslında, ama utancım, acımın yanında komik kalır. Kapanmak ve susmak gerektiğini, hatta daha önceleri nasıl okyanuslara açıldıysam, yine öyle yapmam gerektiğini düşünürüm. Ama hiçbir şey yapamam yine de… Ne kapanırım kendime, ne de susarım. En acısı okyanuslara açılmayı artık hiç göze alamam… Çünkü bilirim ki nereye, hangi açık denize gidersem gideyim, benimle birlikte oraya gelecektir o iki ucu keskin hançer. Bir yanım özgürlüğüm, doğrularım; öbür yanım hiç büyümemiş çocukluğum, hiç kapanmayan yaralarım… Hançerin bir yanına sarılsam asi yalnızlık; öbür yanına sarılsam kaybolmuş özgürlüğüm, bu aşkla açılan yaralarım, bu aşkla ortaya çıkan o hiç büyümemişliğim ve onca yıl kendimden bile sakladığım düşkünlüğüm…

Ve öyle konuşkandır acı ve öyle derin, öyle gizli bir yerden çıkıp gelmiştir ki aşk, burada, karada küçümsediğim ne varsa utanmayıp onlar gibi düşünmeye başlarım.

Daha önceki sevgililerime davrandığım gibi davranamam ona. Bir başka yüzüm açığa çıkmıştır sanki… Artık anlayışlı ve modern olmayı beceremiyorumdur.

Tanıyamam kendimi. Kendime duyduğum o sonsuz güven silinip gitmiştir. Kıskançlığın o yapışkan, öldürücü zehri damarlarımda akmaya başlamıştır… Kimse görmesin isterim onu, kimse dokunmasın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi