Hep Suçlusun... Suçlusun

Kim yüce gönüllü, bilinmez, onlar cellatlarıyla anlaşırlar, sen dışarıda kalırsın. Dinleri var onların, ahlakları.  Onların, çiğnemeye her an hazır oldukları değerleri var

Biliyorum, sen, o değilsin Unutursan …

Hani, sen, diye birini anlatıyorsun ya, o, sen değilsin… Çünkü geldiğin bu yer sana ait değil… Burası çok

başka… Başka bir dilde konuşuyor burada insanlar… Mutluluk, çok kolay… Ölüm ve aşk, çok kolay… Nefret

ve sevgi, iki ayrılmaz kardeş… Yaşamak öyle kolay ki, hiçbir şeyin cevabı yok burada… Hiçbir şeyin sorusu…

On yaşındaki çocuk bile, binlerce yıldır yaşıyor gibi… Yoksullara üzüldüğünü yazma boşuna… Kaybolduğun

hiçbir yerde onları tanımıyorsun aslında… Çünkü onlar gerçekten yaşıyor… En uzun, en kalıcı rol, onlarınki…

Duvarın ardını merak etmiyor hiçbiri… Duvardan gelen o acı sıcaklık yetiyor onlara… Bilmezlikten gelseler

de duvarı durmadan ısıtan, o bir türlü sevemedikleri kardeşleri aslında… Koşulsuz ölen, kim olduğunu ve

niye yaşadığını bir kez olsun düşünmeyen her yoksul, durmadan ısıtıyor o duvarı… Bu yüzden, birbirlerini

nefretle seviyorlar… Çünkü birbirlerinden başka kimseleri yok… Çünkü bu dünyadan başka dünyaları yok

onların… Çünkü birbirlerini yok ettikçe var olabiliyorlar ancak… Sakın bunlardan bahsetme, duvarsız kalırlar

sonra, üşümeye başlarlar. Onların gideceği başka bir yer yok… En büyük maceraları, öldürdükleri

kardeşlerinin ateşinde biraz olsun ısınmak…

Sakın özgürlükten bahsetme onlara; çok üşürler, üşüdükçe ebediyen kapanırlar, o tek ve korkunç olan

dünyalarına… Senin kaybolduğun bu yerde onlar rollerini bile merak etmiyorlar… En sıradan mutluluklar

bile avutuyor onları… Saçlarının kısacık okşanması belki de… Yorum yapma istersen, anlayamazsın… Kim

yüce gönüllü, bilinmez, onlar cellatlarıyla anlaşırlar, sen dışarıda kalırsın.

Dinleri var onların, ahlakları… Onların, çiğnemeye her an hazır oldukları değerleri var… Çünkü onlar için, din

de ahlak da değer de ekmek kapısıdır… Her şeye dokunmak ister onlar… Tanrı’ya da ekmeğe de… Sevişirken

bile Tanrı’ya bakarlar… Tuvaletlerini yaparken bile… Arkadaşlarını üç kuruş için satarken bile Tanrı’ya

bakarlar… Geldiğin yerde nasıldı bilmiyorum ama burada her şey, senin gibileri utandıracak kadar kaba ve

gerçektir…

Onlar bu dünyanın insanı, sen değilsin… Sen kaybolduğun bu yerde, onlardan iyi bilemezsin dünyayı…

Öylesine kayıpsındır ki bu dünyanın en yoksulu bile bunu hemen anlar ve sana, küçümseyerek acır…

Küçümsenerek acınmak… İşte bu hayatta belki de en iyi öğrendiğin şey bu… Çünkü onlar yaşar, sen

seyredersin… Oysa içine girmek istesen bile, seni almaz ki bu hayat…

Ama yine de sevdiklerin, seni sevenler, buraya çağırır seni… Hayatın içine, yaşanacak yere… Binlerce yoksul

cesedin ısıttığı bu büyük duvarın dibine… Nasıl bir şey, hâlâ anlamış değilim, insanın kaybolduğu yerde

insanlığı oynaması… Sevilmek istemesi… Yola çıkması… Sevmesi… Öfkelenmesi… Hırslanması… Birileriyle

yarışması… Üzülmesi… Umutlanması… Gelecek günler adına ileri geri konuşması…

Haksızlık etme duygularına, bu kaybolduğun yeri sevdin sen!.. Geldiğin yer kadar olamasa bile, itiraf et, çok

sevdin burayı!.. Yoksa bu kadar kaptırmazdın kendini… Çünkü geldiğin yere, sadece buradan geri

dönebilirdin… Geldiğin yere, en çok burası benziyordu.

Ve seni buraya en çok bağlayan şey, seni sevenlerin, belki de senden çok, o geldiğin yeri merak edip

özlemesiydi… Ama bunu bir tek sen bilirdin… Bu yüzden, çekiciydin onların gözünde… Bu yüzden,

vazgeçilmezdin… Bu yüzden, imkânsızdın… Bunu bir türlü anlamak istemezlerdi… Seni durmadan bu hayata,

bu dünyaya çekerlerdi… Kayboluşunu unutturmak, buradan başka gidilecek hiçbir yerin olmadığını sana

durmadan kanıtlamak isterlerdi… Seni niye bu denli yoğun bir acıyla sevdiklerini bile görmezlikten gelir, bu

acının bir an önce bitmesini; ardından yukarı, yüzeye, dünyaya çıkmayı ister, bu dünyaya alışman, onlar gibi

biri olman için, o yoksul ağızlarıyla sana bu hayatın soluğunu üflerlerdi… Seni en çok sevdiğini iddia eden

yapardı bunu… "Sana hayatımı adadım," derdi… "Senin için göze almadığım risk kalmadı," derdi…

Söyledikleri, tepeden tırnağa doğruydu. Gerçekten söylediğini yapmıştı. Sana hayatını adamıştı… Senin için

her şeyini riske etmişti… Ama hem sana hem kendine, unutturmak istediği bir şey vardı… O, bu dünyanın

insanıydı, sense kaybolmuş biriydin. Sen ne buraya aittin ne de geldiğin yere dönecek kadar cesur; o ise

seni bu dünyaya ikna edebilse, herkesten daha çok mutlu olduğuna inandıracaktı kendisini… Arada kalmış

biriydi o… Ne bu dünyaya ait ne senin geldiğin yere… Sen ona, o eski ağrısını hatırlatıyordun; seninle

bunları, bu hayatın diline tercüme ediyordu… O bilmeden, belki de bilmek istemeden senin o yabancılığınla,

o tutunamayışınla seviyordu bu hayatı… İstediği gibi biri olmuyordun bir türlü… O ise senin için, "İşte tam

istediğim gibi biri," diyordu ama tam da o anda elinden sıyrılıyor, kendini hissetmek adına bilinmez bir yere

gidiyordun. Gittiğin yerde, o eski ağrın vardı… Geriye dönüşün sancıyan izleri… Yanan ve seni kimseye yâr

etmeyen belleğin vardı… Gittiğin yerde hiçbir yere ait olmayışın vardı; gittiğin yerde, o büyük kopuşun

şefkatli yankısı vardı… O kopuş, o acı boşluk, imkânsız ve ulaşılmaz bir anne gibi açmıştı ağzını… Gittiğin her

yerde, durmadan bu boşluğa atılışın vardı… Hem geldiğin yeri hem de bu dünyayı sevdiğin için, sadece

kendini bu dünyada seyretme ödülü verilmişti sana; o, en büyük ceza…

Kimi sevsen, kim seni sevse, yine de kendinden kurtulamıyordun… Bir yabancı olduğun için, ne kendini

unutabiliyor ne de kendini bir şeye adayabiliyordun… Yaşadığına inandığın her sevgi, kazandığını sandığın

her başarı, sana oradan, o büyük boşluğun ağzından, haksız, kirli ve zavallı görünüyordu…

Ölümden korkuyor, zamanı en iyi, en verimli şekilde değerlendirmek istiyor, yaptığın her şeyin belli bir

amacı ve yararı olması için çaba harcıyordun… Ölümden korkan, zamanı en iyi, en verimli şekilde

değerlendiren, hep belli bir amaç ve yarar peşinde koşan insanların gözüne girmek ve onlar gibi olmak

istiyordun ama…

Ama ne yapsan, yine de bir türlü zaman geçmek bilmiyordu… Ne burada var olabiliyordun ne de geldiğin

yere dönebiliyordun… Ne yapsan, bir türlü zaman geçmek bilmiyordu… İşte bunu anladığın an, en büyük

düşmanın, zaman oluyordu… Seni senden kopartan, seni geldiğin yerden kopartmak isteyen biri oluyordu,

zaman… Sen aradığında değil, kendinden umut kestiğin anda, sana deliler gibi âşık olan biri çıkıyordu

karşına… İçin bomboş, o büyük kopuşu yaşarken, seni senden daha iyi tanıdığını söyleyen biri mutlaka

çıkıyordu… Sana, seni anlatıyor ve sonunda, senin mutlu olman ve bu hayata inanman gerektiğini

söylüyordu… Ve bunu der demez, gerçekten sana her şeyini adamaya başlıyordu… Seni her gün defalarca

arıyor, istediğin her şeyi yapıyor, bütün kaprislerini çekiyordu… Ve bir şey demene fırsat bırakmadan,

durmadan bu hayatta mutluluk denen şeylere boğuyordu seni… Sen ona, "Bak, ben anlattığın değilim,"

desen bile, o bunu duymazlıktan geliyor, kendince sende gördüğü yaraları sarmaya, seni normalleştirmeye

çalışıyordu… Seni çok sevdiği için, dünyaya alıştırmaya çalışıyordu…

Ne kadar yabancı olursan ol, seni seven, sana geldiğin yeri unutturmak istiyordu… Seni seven, verdiğin

bütün kararları askıya almak istiyor, seni kedersiz ve kimsesiz bırakıyordu… Geldiğin yeri, verdiğin savaşı

unutturuyordu sana… Seni seven, sen istemesen de seni mutluluğa boğuyordu… Öylesine emek veriyordu

ki sana, yaralı kalbin, ona "Seni gerçekten sevemem," diyorken o, kendisini, ancak geldiğin yeri unutursan

sevebileceğine inanıyordu…

Çırpınırdın, ortalığı kırıp geçirirdin… Dünyanın en lanet insanı kimse, onun gibi olmaya çalışırdın… Hiçbirini

umursamazdı… Seni bildiği topraklara çekmek için ant içmişti sanki… Küskünlüğü birkaç saniye sürerdi…

Sonra yine seni, ait olmadığın toprakların mutluluğunda, sevgisinde boğmaya çalışırdı…

Nerede olursa olsun sevgiye sonsuz saygı duyduğun için, o en mahcup ve kırılgan sesinle, "Ben o anlattığın

kişi değilim," desen de o, bunları duymazlıktan gelir ve seni yine bildiği gibi birkaç cümlede özetleyiverirdi…

Ona göre, öyle bir dünya, öyle bir yer yoktu… Ona göre, sen sahip olduklarınla yetinmeyen ve hep daha çok

şey isteyen biriydin sadece…

Bazen öyle susuz, öyle umutsuz kalırdın ki, geldiğin yerde koca bir hiçlik olurdu yüreğini acıtan; burada, bu

dünyada neye tutunsan, derin bir boşluk olurdu… Bütün sığınaklar kapılmıştı… İşte o zaman, inanmak adına,

yüreğine birkaç saniye bile olsun dokunmak adına, "Peki, tamam," derdin. "Seninle olmasa bile, gözlerinle,"

derdin. "Gözlerinle olmasa bile o derisi kuruyan parmaklarınla," derdin… Bir şey demesen bile olurdu

bazen… Öylesine ayırmış, öylesine koparmıştın ki dünyadan kendini, öylesine yalnız bırakmıştın ki kime

baksan, aşkı uyanan, kime baksan, umutsuz ve yarım kalan bir yolculuktu… Bir şey yapmana gerek yoktu;

kime baksan, veremli işçilerin, camını ciğerlerindeki kanla birlikte üfledikleri o eski ama paha biçilmez

lambalar gibiydin… Kime baksan, affedilmesi gereken bütün özürler sende toplanırdı…

Durup beklerdin öylece… Ne olacaksa olsun, der gibi beklerdin… Üzerinde bembeyaz bir kazak, güneşli bir

kış bahçesinde, korkuluklara dayanarak beklerdin… Geldiğin yere karşı suçlu, bu dünyaya borçlu beklerdin…

Konuşmadan beklerdin, bilirdin ki söylediğin her kelime, seni biraz daha kirletecek… Biraz daha aşağıya

çekecek… Geldiğin yer adına, özlediğin ve hatırladığın her şey adına öylece susup kalırdın… Kanayan bir

sessizlik gibi…

Hem seni gören, hiçbir şey yapmıyorsun sanırdı… Öyle durup boşluğa bakıyorsun sanırdı… Kimse içindeki

sonsuz paniği göremezdi… İçindeki o dinmek bilmeyen uğultuları, o acı fırtınasını herkes görmezden

gelirdi… Sen, öyle hiçbir şey yapmadan bakarken, içinden hiçbir dünyaya ait olmayan insanlar geçerdi, en

acımasız sesleri, tanıdık ve en uzak yüzleriyle…

Sen, dünyaya kıpırtısızca bakarken, yorulduğuna ama çok yorulduğuna kimse inanmazdı… O derin, o çok

hisli, o çok sevgi dolu insanların aslında çok yüzeysel, çok basit olduklarını; aslında sevginin ne olduğunu

bilmediklerini söylesen, sana kimse inanmazdı… Kendi bildiğin dilde, bildiğin susuzlukta birini sevmeye

ölesiye muhtaç olduğunu söyleyen yüreğine kimse inanmazdı…

Buraya ait değil sevgin, buraya ait değil ayrılığın, buraya ait değil çıldırışın… Ama sen umutsuzca sev yine de

onları… Bir gün elbet anlarlar seni… Varsın seni yanlış tanısınlar… Varsın sende bıraktıkları izler yüzünden,

geldiğin yere döneme… O, kendini hep özlediğin yere…

Ama o yeri hiç unutma…

Unutursan, hep suçlusun… Suçlusun…

Unutmazsan… Onlar seni yanlış tanıdıkça, sen kendini daha çok özlersin

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi