Hrant’ın ayakkabısından, Barış’ın kalbine 'bir nefretin kronolojisi'

Hrant’ın ayakkabısından, Barış’ın kalbine 'bir nefretin kronolojisi'
O ayakkabını altından bir yol aldı başını yürüdü. Yürüdü de yürüdü. Tahir Elçi’lere uğradı, Barış Çakan’lara, Mehmet Tunç’lara.. Sanata değdi, demokrasiyi isabet etti, insanlığa saplandı.

Mehmet ELMA


12 yaşındaydım Hrant katledildiğinde. Erzurum’da çok uzun uzadıya kışlar sürerdi. Newroz ile birlikte erirdi karlar. 2007 ’nin karları hiçbir zaman erimedi. Dedem bize Ararat dağından bahsederdi, uzaklara dalarken. Gözleri iyi görmezdi rahmetli dedemin, takvim yapraklarını bize okuturdu. Her gece okuduğumuz takvim yaprakların sobaya atardık. Karların artık hiçbir zaman erimeyeceği o yılın 19 Ocak tarihli takvim yaprağını dedem sobaya hiç atmadı. 6 yıl sonra dedem hayatını kaybettiğinde o takvim yaprağını yatağının başucunda bulunan tütün tabakasının içinde bulmuştum.

 

19 Ocak 2007 tarihine geri gitmeye çalıştığımda artık üniversite öğrencisiydim. Hrant gibi niceleri katledilmiş ve hâlen daha ‘demokratik bir ülkede’’(!) çok vahşice katledilmekteydi. Bir zafer, bir başarı olarak görülen bu hadise, Hrant’ın katiliyle fotoğraf çekinen kolluk kuvvetlerinin bakışı bu coğrafyada ekilen nefret tohumlarının anatomisiydi bir nevi. ‘’Biz de geleceğiz sevgilim. Biz de geleceğiz o eşsiz cennete. Oraya yalnız ve yalnız sevgi girer’’ demişti sevgili Rakel. Sözün büyüsünden midir, samimiyetinden midir bilinmez, bu sözden sonra fazlaca göç ettik Hrant’lara. Bir nefretin kronolojisi üzerine kalem oynatmak, bu coğrafyada asla bitirilmeyecek bir yazı demektir. Katili bilebilir miydi ki, Hrant’a sıkılan kurşunun bizlere ‘’Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’’ sloganını attıracağını. O gün Hrant’a sıkılan kurşun yıllar sonra sessizliğimizden kaynaklı değerli hocam, Tahir Elçi’nin sol kaşına isabet etmişti. Çok zaman sonra Tahir hocanın vurulduğu yere gittim. Öncesinden çokça giderdim dört ayaklı minareye. Bana hep o köklü tarihi hatırlatırdı. Dört ayaklı minare artık tarihi değil, Tahir’i anımsatır bana. Bir pandemi kronolojisini çıkarabilirsiniz, bir kültürün kronolojisini yazabilirsiniz, bunlar kolay olandır, zorlanmazsınız. Bu coğrafya bizlere bodrumlarda yakılanların, aydınların, siyasetçilerin, sanatçıların ve hatta korkunçtur ama bebeklerin, çocukların ölüm kronolojisini çıkarmak zorunda bıraktı. Asla unutulmasın diye. Hrant’ın uçurduğu o beyaz güvercinler olduk, Ankara garında milyonlara konduk. O gün uçurulan güvercinler tıpkı dedemin tütün tabakasında sakladığı takvim yaprağı gibi sonsuza kadar içimizde kaldı. Bir daha uçuramadık o güvercinleri… ‘’Vurmayın ölüyorum’’ diyen Ali’nin çığlığı okyanus ötesinde George Floyd’un ‘’nefes alamıyorum’’ cümlesi oldu. Oysa Hrant’ın yerde yatışı ve Tahir’in yerde kanlar içinde oluşu arasında hiçbir fark yoktu. Floyd’un öldürülmesi ve Barış’ın katledilmesi arasında da hiçbir fark yoktu.

 

Başkentte bir genç öldürüldü, vahşice. Kalbinde defalarca bıçak darbesi ile. Vali, savcı, emniyetten önce sarayın medyası bir açıklama yaptı. Otopsi raporundan önce diyanetin fetvasını duyduk. ‘’Ezan şehidi’’ Ailesinin ne hissettiğinin hiçbir önemi yoktu saray ve satılık medyası için. Baba programlara çıkarıldı, kardeşi provakasyona gelmeyin şeklinde açıklamalar yaptı. Barış’ta en nihayetinde gündemin doluluğuna kurban gitti. Barış’a da yetişemedik. İbrahim’e, Helin’e yetişemediğimiz gibi. Yetişemiyoruz, umudu diri tutup safları sıkılaştırmak yerine, zulmü gördüğümüzde yüzümüzü çevirip kendi kör karanlıklarımıza gömülüyoruz. Hrant’ın ayakkabısının altındaki delik, evrenin bütün sırlarını içinde barındıran kara delik gibiydi. Bütün kuramsal fizikçiler ve astrofizikçiler bir araya gelip yarı çapı 3 kilometre olan bir sırrı çözdü de her gün demokrasi, insan hakları naraları atan bizler bir kurşun çekirdeği büyüklüğünde bir ayakkabı deliğinin bize vermek istediği mesajı çözüp anlatamadık. 

 

O ayakkabını altından bir yol aldı başını yürüdü. Yürüdü de yürüdü. Tahir Elçi’lere uğradı, Barış Çakan’lara, Mehmet Tunç’lara.. Sanata değdi, demokrasiyi isabet etti, insanlığa saplandı.

 

Hasılı; İnsana, doğaya, hayvana… İyiye, güzele, öze, umuda. Bizler için değerli olan bütün her şeye savaş açan bir sistemin böylesi zayıf bir anında hepimizin bir soru sorarak, kör karanlıklardan çıkmamızın tam zamanı.

Sorulacak esas soru şudur;

Hrant’ın ayakkabısının altından, kalbimize uzanan o yol daha ne kadar kanayacak?

Ve biinmesi gerekilen gerçeklik ise; o yol her ne kadar kanarsa, buna karşı dirençte o denli güçlenecektir.

Kendi cümleni kur, yöntemini belirle, varlığını hisettir!

Öne Çıkanlar