Mızraklı: Bu gidişle kendi Kürtleri başta olmak üzere tüm halklar seçimli sisteme olan güvenini kaybedecek

Mızraklı: Bu gidişle kendi Kürtleri başta olmak üzere tüm halklar seçimli sisteme olan güvenini kaybedecek
16 aydır cezaevinde olan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Dr. Adnan Selçuk Mızraklı, Türkiye’nin önünde iki seçim olduğunu belirtiyor.

Türkiye, dünyada en fazla siyasetçi, gazeteci, yazar, hak savunucularını yargılayan, hapse atan ülkelerden birisi. Yargı bağımsız olmayınca hükümeti eleştiren herkes yargı tehdidiyle karşı karşıya kalabiliyor. Siyasetçiler parti faaliyetleri, milletvekilleri yaptıkları açıklamalar, gazeteciler yazdıkları yazı ve haberler, insan hakları savunucuları çalışmaları nedeniyle cezaevine atılıyor. İfade özgürlüğünün neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldığı Türkiye’de, demokrasi ancak direnenlerin mücadelesinde hayat buluyor.

Cezaevine girseler de demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyen isimlerle bu mücadelelerini konuştuk. Tutuklu bulunan siyasetçiler, gazeteciler ve insan hakları savunucularının Türkiye gündemine dair görüşlerini, cezaevlerine dair sözlerini "İçeriden Söyleşiler" başlıklı dosyamızda aktaracağız. Pandemi nedeniyle avukat görüşlerinin sınırlı olduğu, mektupların geç ulaştığı koşullarda, yanıtların bize ulaşması da epey zaman alıyor. Bu nedenle söyleşileri elimize ulaştıkça yayımlayacağız.


Derya OKATAN


ARTI GERÇEK-Görevden alınarak yerine kayyım atanan ve 23 Ağustos 2019’da tutuklanan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı, "İçeriden Söyleşiler" dizimiz kapsamında, söyleşimizin ikinci bölümünde, kayyım atamaları ve Kürt sorununa dair değerlendirmelerde bulundu.

3 ay önce gönderdiğimiz soruları iki bölüme ayıran Mızraklı, söyleşinin 11 Kasım’da yayımlanan ilk bölümünde, cezaevi koşulları ve bir hekim olarak pandemiye dair sorularımızı yanıtlamış, siyasi gündeme dair sorulara yanıtlarını ise daha sonra göndereceğini belirtmişti.

Bu sözünü yerine getiren Mızraklı, avukatları aracılığıyla gönderdiği yanıtlarda, kayyım atamalarını son 4-5 yıllık süreçle birlikte değerlendiriyor.

7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananları anlatırken, "O günün koşullarında, sürecin çatışmalı bir sürece dönüştüğü, bunun 90’lı yılları da aşan yönlerinin bulunabileceği öngörülür olmasına karşın HDP dışındaki hiçbir siyasal aktör bunun önüne geçmek için çaba göstermedi" diyen Mızraklı, 7 Haziran seçimi sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yapılan bir görüşmeyi de açıklıyor:

"Seçimin hemen ertesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a giden hatırını saydığı bir kişi aracılığıyla çözüm sürecinin akamete uğratılmaması, çatışmalı sürece yol verilmemesi başta olmak üzere demokratik değerleri önceleyecek olursa AKP’nin kuracağı bir hükümete dışarıdan destek verileceği iletildi ve reddedildi."

Kayseri Bünyan Cezaevi’nde tutuklu bulunan Adnan Selçuk Mızraklı’nın Artı Gerçek’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Eş başkanı olduğunuz Diyarbakır’la birlikte 47 HDP’li belediyeye kayyım atandı. Tutuklanan 18 belediye eş başkanından birisisiniz. Toplum kayyım atamalara artık ‘alıştı mı?’ İktidarın hukuksuz uygulamaları bu kadar rahat sürdürebilmesini neye bağlıyorsunuz? Kayyım atamalarının yanı sıra sürekli gözaltı ve tutuklama operasyonlarına da maruz kalan HDP ve Kürt halkı yalnız mı bırakılıyor?

Kayyım atamaları öncesindeki 4-5 yıllık süreci açık etmeden, kayyım gibi özü itibarı ile gerçekliğinden koparılmış siyasal irade gaspı, halk iradesinin gaspı, demokratik siyasetin darbelenmesi gibi bir durumu kayyım ifadesi ile yumuşatmamak ve öncesine bakmak gerekir.

Türkiye’nin siyasal tarihi, Kürt meselesini dünden bugüne anlama, çözümleme ve çözümler geliştirme açısından büyük derslerle dolu. Yüzyıllık cumhuriyet tarihinin büyük bir bölümü bölgede olağanüstü rejimlerle ve halk iradesinin temsil edilmemesi biçiminde yaşandı. Örneğin 1950’ye kadar Diyarbakır’dan meclise güya seçilmiş olan, gerçekte atanmış olan hemen hiçbiri yerelden değildir. Birçoğu Rumeli kökenli veya İstanbul kökenlidir. Yine aynı dönemde uygulamada olan Şark Islahat Planı, Mecburi İskân Kanunu, Takriri Sükûn Yasası, bölge müfettişliklerinin ihdası, Dersim kanunları bugün hukukçuların önüne konulsa, hepsi insanlığa karşı suçlar ve insan haysiyeti ile bağdaşmayan içerikler ile doludur. Yine bölgedeki kamu otoritesini temsil edenlerin iş ve eylemlerine bakıldığı zaman Kürt yurttaşlara karşı cezasızlık zırhının verdiği pervasızlıkla gerçekleştirilmiş birçok fiil vardır. Aynı zamanda Koçgiri’den Dersim’e kadar yaşanılan olaylar zinciri birçok insanlık suçu ile doludur.

‘İNSANLARIN YAŞAMLARI İKİ SATIR’

Bütün bunların bir ülkenin bugüne kadar sirayet eden devlet anlayışında sık sık boy veren yanları var. Bölgede 85 yaşındaki nineden, 4 yaşındaki çocuğa kadar ve herkesin bildiği kameralar önünde işlenen Tahir Elçi cinayetine kadar hemen hepsinde, etkili olmayan soruşturmalar ve cezasızlıkla karşılaşırız. Bodrumlarda 60 kişinin toplu öldürülme olayı Anadolu Ajansının basın bültenlerine iki satırla yansır. Bu tür davalar AİHM’e gittiği zaman oradaki uzlaşma metinlerini iki satırda okuruz. Ne kadar garip bir durum! İnsanların yaşamları iki satır! Varlık-bilinç ekseninde bakıldığı zaman bir toplumun kendi yarınına ilişkin söz ve karar hakkının elinden alınmasının nasıl bir meşruiyeti olabilir?

Buradan yakın tarihe gelecek olursak; özellikle 2014 yerel seçimlerinden itibaren "esas devlet" katında seçim sonuçlarının ne şekilde değerlendirildiğini basına yansıyan birkaç mülakattan öğrendik. Birtakım hazırlıkların yapıldığı çok belirgin olmasına rağmen HDP’nin demokratik siyasette ısrarı birçok olumsuzluğun önüne geçmiştir. Özellikle hükümetin Rojava politikası ileride neler yapabileceğine ilişkin birçok veri sunmaktadır. Kobane’ye dönük kuşatma ve saldırı sürecinde hükümetin ve cumhurbaşkanının söylemleri neyden yana, kimden yana olduklarını çok açık göstermektedir. 7 Haziran’a giden süreçte özellikle 5 Haziran Diyarbakır mitinginde bombaların patlaması manidardır. Bingöl merkezli yaşanan olaylar anlamlıdır.

Bütün bu atmosferde girilen seçimlerden yüksek bir oranla çıkılmış olmasına rağmen gerek o dönem CHP’nin zayıf tutumu, gerekse iktidarın yeni programa hazırlığı nedeniyle etkili olmadı.

‘7 HAZİRAN SONRASI ERDOĞAN’A GİDEN HATIRINI SAYDIĞI BİR KİŞİ…’

Bir gerçeği ifade edeyim: O günün koşullarında, sürecin çatışmalı bir sürece dönüştüğü, bunun 90’lı yılları da aşan yönlerinin bulunabileceği öngörülür olmasına karşın HDP dışındaki hiçbir siyasal aktör bunun önüne geçmek için çaba göstermedi. Seçimin hemen ertesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a giden hatırını saydığı bir kişi aracılığıyla çözüm sürecinin akamete uğratılmaması, çatışmalı sürece yol verilmemesi başta olmak üzere demokratik değerleri önceleyecek olursa AKP’nin kuracağı bir hükümete dışarıdan destek verileceği iletildi ve reddedildi.

Hakeza hatırlanacaktır, Davutoğlu’nun kurduğu geçici hükümete de bakan verildi. Bütün bu iyi niyet adımlarına karşılık, gerek 20 Temmuz’da Suruç’ta patlatılan bomba, gerekse Ceylanpınar’da faili meçhule giden 2 polis birçok şeyin vesilesi yapıldı.

‘ÇÖZÜM SÜRECİNİ BİTİREN İKTİDARIN SALDIRILARIDIR’

Örneğin IŞİD tarafından iki askerin yakılması Türkiye kamuoyundan adeta saklandı, kaçırıldı. 24 Temmuz’da cumhuriyet tarihinin en büyük hava operasyonu ile Kuzey Irak’taki birçok alana yapılan saldırılar aslında çözüm sürecinin bitirilmesi için yapılmıştı. Yani çözüm sürecini bitiren iktidarın yaptığı saldırılardı.

‘1 KASIM SEÇİMLERİ TEK ADAM SİSTEMİ İÇİN İKTİDAR TARAFINDAN HAZIRLANAN BİR SEÇİMDİR’

1 Kasım seçim sürecine giderken ise; Rojava’daki gelişmeler, 6-8 Ekim Türkiye genelinde pogrom girişimleri, Parti Genel Merkezimizin yakılmaya çalışılması olayları yaşandı. Sonrasında 10 Ekim Katliamı, Antep Katliamı gibi açık bir terör sürecine adeta yeşil ışık yakan anlayışlar toplumun sersemletilme sürecinin başlamasıdır. 1 Kasım seçimleri, sonuçları itibarı ile çözüm değil, AKP’nin kendi içinde yeniden tanzim edilmesi ve tek adam sisteminin fiili olarak işlerlik kazanması için iktidar tarafından hazırlanan bir seçimdir, diyebiliriz. İktidar, diktatör bir rejime giden yolun taşlarını şiddet olaylarını geliştirerek, mağdur edebiyatının arkasına saklanarak döşedi.

‘15 TEMMUZ ÖNGÖRÜLEBİLİR BİR DURUMDU’

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, özellikle 15 Temmuz’un geleceği devletçe öngörülebilir bir durumdu. Müdahale edilmedi, çapı minimalize edildi. Sonraki süreçler de zaten bunu ortaya koydu. 15 Temmuz’un lütuf olduğu ve bunun adeta birinci derece sorumluları olanların Allah’ın bağışlayıcılığına sığınmaları… Türkiye bunları yaşarken, bizim coğrafyamızda "taş üstünde taş, omuz üzerinde baş bırakmamaktan" bahseden, Moğol barbarlığını hatırlatan tam bir hukuksuzluk yaşandı. Moğol istilasında bile Mezopotamya ve Anadolu bu kadar büyük bir yıkım yaşamamıştı. Bu dönem sadece fiziki bir yıkım gerçekleşmedi, aynı zamanda kültürel, ekonomik ve ekolojik bir yıkım da gerçekleştirildi ve Türkiye’de yeni bir dönem ve yeni bir siyaset anlayışı geliştirildi. Buna 2. Cumhuriyet dönemi de diyebiliriz. Aslında Cumhuriyetsiz bir dönem demek daha doğrudur.

‘TÜRKİYE 2. CUMHURİYET SÜRECİNİ YAŞIYOR’

Artık Türkiye 2. Cumhuriyet sürecini yaşıyor. Kurumları, kuralları ve işleyişi itibarı ile bir anlamda 5 yüzyıl öncesinin padişah otoritesi ile davranan, devletin inançlara karşı nötrlüğünün devre dışı kaldığı, bir bütün olarak yaşama askeri, faşizan, milliyetçi söylemlerin hâkim kılınması, bir yandan siyasal İslamcı bir yapı... Türkiye, tüm bunların karışımı bir iktidar ve siyaset modelini yaşıyor.

‘KANUNLARA UYMA DEĞİL DE KANUNLARI ÇIKARLARINA GÖRE UYARLAMA SÜRECİ GELİŞTİRİLDİ’

Bu dönemde Anayasa artık sadece yazılı bir belgedir. Çıkan yasaların Anayasa’ya uygunluğu tartışılmaksızın meclisten geçirilmesi, meclisin adeta araçsallaştırılması, kararnamelerin noterliğe dönüştürülmesi olağan bir hale gelmiştir. Kanunlara uyma değil de kanunları kendi çıkarlarına göre uyarlama süreci geliştirildi. İslami argümanlar siyasetin temelini oluşturdu. Yalan ve algı operasyonları ile bütün kavramları araçsallaştırdılar. Kurumlar araçsallaştı. Siyaset araçsallaştırıldı. Tüm bunlar ise tek adam rejiminin hizmetine sokuldu.

Şimdi bütün bu koşullarda HDP’nin seçimlerde bütün kuşatma ve engellemelere karşın halkla beraber ortaya koymuş olduğu başarıyı görmek ve küçümsememek lazım. Tüm bu kuşatılmışlığın ardından elde edilen kazanımlar büyük bir başarıdır. Kürt sosyolojisinin politik, psikolojik ferasetinin ve sabrının güçlü karakteri bu başarının elde edilmesindeki tamamlayıcı unsurlardır. Bütün yoksullaştırma, muhtaçlaştırma, işsizlik, polis-devlet uygulamaları, hukuk dışılıklar karşısında teslim olmayan Kürt toplumsallığı asla kayyım atamalarına evet demedi. Alışmadı. Kabul etmedi. Tüm bu hukuksuzluğa rağmen yine de seçime, demokratik sisteme olan inancından vazgeçmeyerek seçime gitti.

HDP ve bu gelenek, kurt ile babaannesini karıştıran "kırmızı başlıklı kız" değildir. Evrensel demokrasi değerleri çerçevesinde, ilkeli beraberlikler söz konusu olduğunda yerini alır. İktidarın belirlediği "ortaoyunu bozması" meclis kürsüsü, sokakta dert dinleme tarzı, "ortaya karışık belagat" bizim tarz ve siyasetimiz değildir. HDP, kendi siyasal tabanının ve bir bütün olarak halkın yüreği, beyni, bileği ve öncüsü olan dinamik demokratik siyaset ve demokratik toplumsal yapılarla ortaklaştırılmış siyasetin partisidir. Dürüst, samimi ve Türkiye gerçekliğine temas eden, emekten, kadından, doğadan ve barış içinde ortak gelecekten yana politikalara rehberlik ederiz. Demokratik siyasetten ödün vermeyerek tüm bu engellemelere rağmen ısrarını korudu.

Annemin bir söylemi vardı: "Çocuklarımın hastalanmasından değil huy değiştirmesinden korkarım" derdi. Yaşadığımız 2. Cumhuriyet süreci adeta bir huy değiştirme, kılık değiştirme ve içerik değiştirme sürecine dönüştü. Buradan çıkış da pek sancısız olacağa benzemiyor. Türkiye ya demokrasiye evrilecek, jeopolitik bir denklemde ve barış içinde yaşamayı tercih edecek ya da bu gidişle kendi Kürtleri başta olmak üzere tüm halklar, seçimli sisteme olan güvenini kaybedecek.

‘KÜRTLER YA YENİ BİR YOL BULACAK YA YENİ BİR YOL YAPACAK’

Haziran ayında 2’si HDP’li olmak üzere 3 vekilin de milletvekilliği düşürüldü. Kayyım atamalarıyla birlikte düşündüğümüz zaman tüm bunlar tercihleri, iradesi yok sayılan Kürt halkını nasıl etkiliyor?

Böyle giderse Kürtler Kartacalı Komutan Hannibal’ın deyimiyle "ya yeni bir yol bulacaklar ya da yeni bir yol yapacaklar." Hiç kimsenin bu halka esaret bozması sığıntı yaşamı dayatmaya gücü yetmez. Yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde de daha öncesi Osmanlının son dönemlerinde de yapılan saldırılar, katliamlar, baskılar Kürtlere diz çöktürmedi, aman diletmedi. Her defasında bu katliamlardan daha güçlü bir şekilde çıkarak mücadelesine kaldığı yerden devam etmiştir. Bu döneme baktığımızda ise daha örgütlü bir Kürt halkı görmekteyiz. Asla mücadele azmini kaybetmeyen ve diz çökmeyecek bir Kürt halkını görmekteyiz. Kürtlerin bozguna uğrayacağını bekleyenler yanılgıya uğrayacaklar. Asıl bozguna uğrayacaklar onlardır. Bizler bu defa kaybetmeyeceğiz. Bu dönemin kazananı biz olacağız.

Şimdi en başa dönersek; 31 Mart seçimlerinin hemen ertesi günü 1 Nisan’da Diyarbakır Valiliği hemen İçişleri Bakanlığına resmi yazı yazarak kayyım atanmasını talep etti. Bu yazı başlı başına bir hukuksuzluğun resme dönüşmüş halidir. Diyarbakır Valisi sabah kalkıp bu yazıyı yazmadı. Öncesinden iktidarca yapılmış hazırlık ve anayasa amir hükümleri başta olmak üzere madde 6, 38/2, 137 ve 138 (yargılanma sürecine ilişkin) ihlal edilerek verilmiş emirlerin yerine getirilmesi idi. Valilik bu sürecin bir ayağı iken diğer ayaklarının hangileri olduğu yargılanma sürecinde açığa çıkmış oldu. Benim tutuklu olduğum başlıktan bugün tutuklu olan HİÇ KİMSE yoktur! Zaten dava dosyası incelendiğinde absürt iftiralar ve yalanlar ortaya çıkacaktır. Alenen ortada olan bu iftira ve yalanlara rağmen, siyasi iktidardan emir alan ve saraya bağlı olan yargı, gelen talimatlar doğrultusunda beni tutuklamıştır.

‘TEDBİRLERİ ALMAKTA ZAYIF KALDIK’

1. kayyım dalgasında ve 31 Mart seçimlerinin ardından birçok arkadaşımıza KHK’lar bahane gösterilerek mazbataların verilmemesi durumunu parti olarak yeterince algılamak ve tedbirlerini almak noktasında zayıf kaldığımızı düşünüyorum. O günlerde sistemin bu programını öngörüp başa çıkılabilecek bazı adımlar atılabilirdi. Ardından 24 Haziran İstanbul Seçimlerinin sonuçlarının beklendiği ve iktidarın bunun sonucuna göre adım attığı herkesin bildiği bir durum. Ve tüm bu gelişmeler sonrasında ise hızlıca başlatılan ve neredeyse tüm belediyelerimize atanan kayyımları görmekteyiz. Yaşananlar ortada. Hukuksuzluk almış başını gidiyor. HDP dışında tüm partiler buna karşı susmayı tercih ediyor. Yine de güçlü bir umut var. Ve bizler bu umudu açığa çıkararak zaferi elde edeceğiz. Halkları boğmaya çalışan bu sistemi bizler mücadele ederek demokratik siyasete dönüştüreceğiz. Mücadeleci geçmişimizden alacağımız güç ile bizler mutlaka başaracağız.

‘TTB’NİN ŞAHSINDA ÇOK SERT BİR KAYAYA ÇARPTILAR’

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Türk Tabipleri Birliği’ni hedef alan açıklamalar yaptı. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu aralar herkesin bütün totaliter rejimler tarihine (Nazi, Baas, Franko, 12 Eylül) bir geri dönüp bakması gerekiyor. Bu tür totaliter rejim politikalarının yaratmış oldukları toplumsal atmosfer ciddi bir propaganda makinesine ve bunu çalıştıran bazen siyasi, bazen toplumsal faktörlere ihtiyaç duyuyor. Örneğin Naziler bütün sivil toplum örgütlerini ve yerel yönetimleri Nazi ideolojisi çerçevesinde şekillendirmeye çalışmışlar ve yapamadıklarını kapatmışlar. Sadece kendi örgütlenmeleri ve yandaş örgütlenmeler serbest bırakılmış, yerel yönetimler, sendikalar, basın veya sivil denilebilecek hiçbir yapıya yaşam şansı vermemişlerdir. 12 Eylül’ün bu konudaki yaklaşımı da çok aşikârdır.

Söz konusu olan TTB gibi geleneği, değerleri ve ilkeleri konusunda taviz vermeyen bir kurumla doğal olarak kavgalı olacaklardır. "Kral Çıplak" diyebilen, demokratik değerleri sahiplenen sendika ve örgütlenmeleri de sürekli gözetim altında tutmaktadırlar. Siyasal muhalefetten bile bazen daha mahir ve yol gösteren tutumlar alabilen bu yapılar, iktidarın nazarında tesis edilmek istenen nizamı bozuyorlar. Her şeyi tekleştiren iktidar söylemi bu alanda da "tek ses" istiyor. Ama TTB’nin şahsında çok sert bir kayaya çarptıklarını bilsinler. TTB yalnız değildir, ayrıca cüssesinden çok daha büyük etkileri olan köklü bir kurumdur. İktidarın tekelliğine karşılık bizlerin bu saldırıları topyekûn cevaplama zamanıdır.

TTB’ye yönelik bir operasyon olabilir mi?

Her zaman vardı. İktidarın hep yakın markajında idi. Halen bir önceki merkez konseyi üyeleri yargılanıyorlar. Konjonktürel çerçevede her an her şeyin olabileceği bir süreç yaşıyoruz. Muhalif kesimlere her zaman gözdağı vermek, sindirmek ve kendi çerçeveleri içerisinde hapsetmek istediklerinden dolayı sürekli saldırılarda bulunuyorlar. Pandemi sürecinde, iktidarın yalanlarını ortaya çıkaran TTB, iktidarın ve iktidarı yönlendiren ortağının hedefi haline gelmiştir. Gerçekleri söyleyenlere bedel ödettirmek istiyorlar. Çünkü bugüne kadar hep yalanları ile iktidarda kalmışlardır. TTB, iktidarlarını sarsan bir güç, karşılarını dikildi. Bu kadar yönelmeleri de bundandır.

 

 

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar