Kâbil!!!

Türkiye’de modernleşme, 150 yıl içinde yarı yarıya başarılı olurken, neden Afganistan’da başarısızlığa uğramış ve ülke bugün yeniden aşırı dinci bir grubun iktidarı altına girmiştir?

Taliban güçleri, 15 Ağustos 2021, Pazar günü, Mao’nun "kırlardan şehirlerin kuşatılması" stratejisine uygun olarak, Afganistan’ın başkenti Kâbil’e girdi. 

Bu yılın Mart ayında kaybettiğim, ağabeyim Can Zileli Kâbil’de, 1942 yılının Kasım’ında doğmuştu. Nüfus kâğıdında da yazardı bu. Babam, süvari subayı Necati Zileli, Afganistan Şahı Emanullah Han’la Atatürk arasındaki bir "askerî işbirliği" anlaşmasının sonucu, Afganistan Harbokulu’nda eğitmen olarak bulunduğu sırada doğmuş ağabeyim.

Can, ellerini yıkamayı ve genel olarak yıkanmayı pek sevmezdi. Annem Nihal Zileli, onun bu huyunu Afganistan’da doğmasına bağlardı. Annemin anlattığına göre, Afganlılar çatal bıçak kullanmaz ve pilavı elleriyle yedikten sonra omuzlarındaki peşkirlere silerlermiş. Ben ve benim gibi birkaç velet, Can’ı, "Kâbilli, Kâbilli" diye kızdırmaya bayılırdık. Eğer Can, diyelim ki Paris’te doğmuş olsaydı, ne biz onunla "Parisli, Parisli" diye alay ederdik ne de Can bize bu yüzden kızardı. Uluslar hiyerarşisi çocukların beynine daha küçükten kazınır. 

BİR MODERNLEŞME ÇABALARI, KANLI İKTİDAR KAVGALARI VE İŞGALLER TARİHİ

Afganistan’da neler olduğunu anlamak için, bu ülkenin yaklaşık üç yüz yıllık tarihine kısaca, çok kabataslak bir göz atmakta fayda var. 

Tacikler, Özbekler, Hazaralar, Aymaklar, Türkmenler ve Beluçlardan oluşan bu ülkenin 1748 yılında Ahmet Şah Dürrani tarafından kurulduğu belirtiliyor. Ülke, 1800 yılından itibaren İngiliz sömürgecilerine karşı direniyor. 20. yüzyılın başında İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı veriliyor ve siyasi bağımsızlığını kazanan Afganistan’da monarşi kuruluyor.

1919-29 yılları arasında Emanullah Han hüküm sürüyor. Emanullah Han iktidardan düşürüldükten sonra 1929’da iktidara gelen Muhammed Nadir Şah 1933’te bir suikastta öldürülüyor. 1933’te onun yerine geçen Muhammed Zahir Şah 1973’e kadar kırk yıl hüküm sürüyor. 1973’te Muhammed Davut Han bir darbe yaparak monarşiyi yıkıyor ve cumhuriyet ilan ediyor. 

Bu dört monark da kendilerine Atatürk’ü model almış ve Afganistan’ı merkezi hükümetin reformlarıyla modernleştirmeye çalışmış, fakat başarısız olmuşlardır. 

Muhammed Davud Han, 1973’ten 1978’e kadar Afganistan devlet başkanlığında bulunuyor. O da modernleştirme çabalarını yoğunlaştırıyor. Muhammed Davud Han’ın Batı yanlısı bir siyaset izlemeye başlaması üzerine Babrak Karmal, Nur Muhammed Taraki ve Hafızullah Amin’in oluşturduğu Sovyetler Birliği yanlısı bir grup darbe yaparak Davud Han’ı ve ailesini öldürüyor. 

Bu tarihten itibaren ülkede Sovyetler Birliği yanlısı "solcu" bir iktidar kuruluyor. Devletin adı Afganistan Demokratik Cumhuriyeti oluyor. Taraki, devlet başkanlığının yanı sıra başbakanlık, Devrim Konseyi başkanlığı ve Afganistan Demokratik Halk Partisi (Perçem ve Halk hiziplerinden oluşan bu parti ülkede komünist parti rolünü oynuyor) genel sekreterliği görevlerini üstleniyor. Parti’nin Perçem Cephesi adlı bileşeninden Babrak Karmal onun yardımcısı ve başbakan yardımcısı, Hafızullah Amin de devlet başkanı ikinci yardımcısı ve dışişleri bakanlığı görevini alıyor.

Fakat bu üç "solcu" lider kısa sürede birbirine düşüyor ve ADHP’nin Halk ve Perçem hizipleri kapışıyor. Taraki, Perçem hizbinin yöneticilerini sürgüne gönderiyor. 1979’da, Halk hizbinden Hafızullah Amin devlet başkanı oluyor. İktidarın Sovyetler Birliği’ne benzer bir sistem kurma ve modernleşme çabaları kırsal bölgelerde halk ayaklanmasına yol açıyor. Taraki’nin Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği anlaşması imzalamasından rahatsız olan Hafızullah Amin, Taraki’yi tasfiye ve ardından da idam ediyor. Amin, Sovyetler Birliği’ne bağlılığını bildirmesine rağmen Sovyet birlikleri 1979 Aralık ayında Afganistan’ı işgal ediyor, Amin iktidardan devrilip öldürülüyor. Yerine, Amin’in sürgüne gönderdiği Babrak Karmal iktidara getiriliyor. Bundan sonra Sovyet işgaline karşı direniş başlıyor. Bu direniş ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti ve Pakistan tarafından destekleniyor. 

Babrak Karmal, 1986 yılında partinin genel sekreterliğinden uzaklaştırılıyor. Sonunda Afganistan’ı terk edip Moskova’ya gidiyor. Sovyetler Birliği ise, Gorbaçov döneminde, ülkedeki direnişe daha fazla dayanamayarak 1989 yılında Afganistan’ın işgaline son veriyor. 

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekildiği 1989 yılı ile ABD’nin bu ülkeyi işgal ettiği 2001 yılı arasında 12 yıl boyunca çeşitli dinci gruplar arasında merkezî iktidarı elde etmek amacıyla şiddetli bir iç savaş hüküm sürüyor. İkiz Kuleler olayından sonra bu sefer bu ülkeyi ABD işgal ediyor ve bu işgal günümüze kadar yirmi yıl sürüyor. Katı İslamcı ilkelere sahip olan Taliban, ABD işgaline karşı mücadele içinde adım adım güçleniyor ve sonunda, ABD güçlerinin bu ülkeden çekilmesinden de yararlanarak ülkenin başkenti Kâbil’i ele geçirip iktidarı alıyor.  

AFGANİSTAN: YUKARIDAN MODERNLEŞMENİN BAŞARISIZLIĞI

Çok ilginçtir ki, adı ister monarşi, ister cumhuriyet, isterse de halk cumhuriyeti olsun, Afganistan’daki bütün merkezî iktidarlar ülkeyi devlet eliyle modernleştirme çabasına girişmiş ve her seferinde, İslami ideolojinin egemenliği altındaki halk duvarına çarparak paramparça olmuşlardır. Örneğin Türkiye’de modernleşme, yüz elli yıl içinde az çok ya da yarı yarıya başarılı olurken, neden Afganistan’da böylesine başarısızlığa uğramış ve ülke bugün yeniden aşırı dinci bir grubun iktidarı altına girmiştir? Türkiye ile Afganistan’ı karşılaştırma yoluyla bunun nedenleri üzerinde kısaca durmak istiyorum. 

Türkiye, bir doğu imparatorluğu olan Osmanlı’nın en batı ucunda yer alır ve yarı yarıya bir batı ülkesidir. Örneğin İzmir, bir batı kentinden ayırt edilemeyecek kadar modern kültüre sahip bir şehirdir. Türkiye, I. Dünya savaşı öncesi Girit’ten, Selanik’ten ve Balkanlardan önemli bir göç almıştır ve bu nüfus esasen batı kültürüne açıktır. Bu nüfus göçüyle birlikte Türkiye’ye modernizmle birlikte sosyalist, komünist, hatta anarşist fikirler bile taşınmıştır. 

İkincisi, Osmanlı topraklarında önemli bir Yahudi, Ermeni, Süryani ve Rum nüfusu barınmaktaydı (etnik temizlik politikaları sonucu bu nüfus günümüzde önemli ölçüde azalsa da) ve bu nüfus modernleşme için önemli bir barınak olmuştur. 

Üçüncüsü, Türkiye, İstanbul gibi modern ve kozmopolit bir metropolü barındırıyordu ki, salt bu şehir bile modernizme öncülükte (İzmir’le birlikte) başı çekmiştir. 

Dördüncüsü, Türkiye, modernizme açık önemli bir Alevi nüfus da barındırmaktadır. Öte yandan, doğudaki Kürt nüfus her ne kadar bir yanıyla İslam-sünni inancın etkisi altında ise de, diğer yanıyla Kürt ulusal yönelimi nedeniyle sekülarizme de açıktır. 

Beşincisi, Osmanlı imparatorluğu daha 19. yüzyılda batıya açılan bir modernleşme içine girmiş ve Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Atatürk, modernleşmeyi sürdürmek için hazır bir zemin bulmuştur. Dolayısıyla Atatürk reformları ne kadar merkeziyetçi ve yukardan bir niteliğe sahip olursa olsun, yarı yarıya da istimini aşağıdan, doğal bir modernleşmeden almıştır. Türkiye’nin batı tipi zoraki Cumhuriyet balolarıyla modernleştiğini sananlar yanılırlar. Bu tür şeyler, modernizmin değil, daha çok elitizm ve snopizmin ürünüdür.  

Altıncısı, Türkiye modernist entelijansiyası daha Osmanlı zamanında oluşmaya başlamış ve bu tabaka, batı dillerine ve edebiyatına açılmıyla batı kültürünün ülkeye taşınmasında tayin edici bir rol oynamıştır. Kadın hareketi, kadın dergileri ve feminist fikirler, daha Osmanlı zamanında Türkiye’de boy vermeye başlamıştı. 

Yedincisi, Türkiye’de, İran’daki ve Afganistan’daki gibi bir molla sınıfı oluşmamıştır. Din görevlileri, daha Osmanlı zamanından, devlet bürokrasisinin baskı ve denetimine tabi olmuş, yani devlet kapıkulluğundan sıyrılıp halka kendi inançlarını ve akidelerini aşılayacak bağımsız bir güç oluşturamamıştır. 

Sekizinci ve son olarak coğrafyanın önemine de değineyim. Üç tarafı denizlerle kaplı, geniş ovalara, verimli topraklara ve büyük ticari şehirlere sahip Türkiye’nin coğrafyası, modernleşme için hazır bir zemin sunar. Oysa, yüksek, sarp dağlarla çevrili, çetin bir iklime sahip, toprakları tarıma bile pek elverişli olmayan Afganistan’da modernizm halkın hayatında kendine kolay kolay yer bulamamaktadır. 

Kısacası, Türkiye ile Afganistan’ın tarihi koşulları tamamen farklı oluşmuştur. 

MERKEZİ DAYATMA VE MODERNLEŞME

Türkiye’de de modernleşme yönünde (özellikle Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinde) merkezi dayatmalar olduğunu biliyoruz. Evet ama bu, Türkiye’deki modernleşmenin başarılı değil, başarısız yönünü oluşturur. Türkiye’nin gerçekleştirdiği modernleşme, dayatmalarla değil, kendiliğinden ve yukarıda sözünü ettiğim koşullarla gerçekleşmiştir. Halkın tepkisini çeken yukarıdan zorlamalar Türkiye modernleşmesinin başarısız yönünü oluşturur. 

Afganistan’da ise, modernleşmenin kendiliğinden, Türkiye’de olduğu gibi nüfus hareketleriyle gelişmesi mümkün olmamıştır. Bu böyle olunca da, monarşist, cumhuriyetçi ya da sol merkezî yönetimler, modernleşmeyi halka merkezden dayatmış ve bence sırf bu nedenle başarısız olmuşlardır. 
Şimdi Afganistan’da yeniden, anti-seküler, anti-modernleşmeci bir İslami yönetim kuruluyor. Bırakın, merkezî İslamcı iktidarla halk karşı karşıya gelsin bu sefer (bu şans hiç olmamıştı bugüne kadar). Belki o zaman despotik bir dinci iktidara karşı aşağıdan halk hareketi kendi sekülerizmini ve modernizmini yaratabilecektir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi