Kolektif ruhun teslimiyeti

Toplumsal sözleşmelerin bir bir ortadan kaldırıldığı virajlardan ayarsız ilerliyoruz.

Bazen öyle şeyler oluyor ki ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın anlam ifade etmiyor. Her şeyin peş peşe gelmesi, tesadüften çok toplumsal bilincimizdeki büyük kaymalardan kaynaklı. Gittikçe sessizleşiyor ve sıradanlaşıyoruz. Suçu, suçluya değil mağdurun hikayesine yükleyerek anlamlandırıyoruz olan biteni. ‘Yapmasaydı, çıkmasaydı, orada ne işi vardı’ yargılarıyla toplumsal bir ahlak kurmaya çalışıyoruz. Aynı soru suçluya da sorulabilir o halde. Ancak bizler üçüncü sayfa haberleri mantığıyla hafıza merkezimizdeki soruların üstüne çizgi koyarak sessizliğimizi büyütmeye devam ediyoruz. 

Kadın cinayetlerindeki tavır son yıllarda hep böyle. Suçluyu neredeyse muzaffer ilan eder hale geldi toplumun büyük bir kesimi. Dolambaçlı bir kaçış geliştirdi ve düşüncesi de öyle oldu. Gerçi sadece kadın cinayetlerinde değil, bütün toplumsal olaylarda ki refleksi de bu şekilde. Artık sorgulamıyor, irdelemiyor ve kaçıyor. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanını yaşıyor adeta. Herkesin bildiği cinayeti, öldürülenin en son duyması halini yaşıyor. Oysa katiller aramızda ve cinayetlerini bağıra bağıra anlatmaya devam ediyorlar.

Kadınlara kıyıyorlar. Hayvanlara, çocuklara, renklere, vicdana, sese kıyıyorlar. En çok da sevgiye… Kültürü, sanatı, edebiyatı bir kenara bıraktım şimdilik. Olan bitene ortaçağ karanlığı da demiyorum. Yakınçağa demir atmış kolektif ruhun karanlığa teslim olması mevcut durumun adı. Çoğu yerinde keskin virajların olduğu dolambaçlı bir yoldayız artık.

Eskiden toplumun balans ayarları bozuldu denilirdi. Hiç değilse günlük müdahalelerle de olsa, ayarlar bir şekilde düzeltilirdi. Artık ayar da yapılamıyor. Toplumsal sözleşmelerin bir bir ortadan kaldırıldığı virajlardan ayarsız ilerliyoruz. 

Yaşananlar sadece bunlarla sınırlı değil. Artı TV Ankara Temsilcisi ve Artı Gerçek yazarı Sibel Hürtaş’ın Al Monitor’da yayınlanan bir yazısı vardı. Eğer o yazıyı okuyanın ve gerçeği öğrenenin kanı donmuyorsa, söylenecek her şey hükümsüzdür . Van’da suya gömülen teknede, kaptan yardımcısı hariç hepsi de boğulan göçmenleri ve İran sınırından Türkiye’ye girmeye çalışan diğer göçmenlerin hikayesini anlatıyordu Hürtaş. Avukat Mahmut Kaçan’ın verdiği bilgilerle sınırın bu tarafındaki korkunç manzarayı da öğrenmiş olduk o yazıdan. Dramın başladığı yer dağlar ve çoğu hikayenin bittiği yer de orası ne yazık ki. 

Savaşların yoksullaştırdığı, umutsuzlaştırdığı, yeni bir gelecek adına insan kaçakçılarına varlarını yoklarını teslim eden ve Van’da kimsesizler mezarlığında son bulan insanların trajik hikayelerini anlatıyor Sibel Hürtaş. İnsanların kötülüklerinin yaşattığı korkunç acıların parayla yapılması ise başka bir dram. Çocuklar ve kadınlar da bu hikayeye dahil. İçlerinde kalan son umut parçasına yıllarca biriktirdikleri paraları ekleyerek kötülerin avuçlarına teslim etmeleri ile başlıyor hikaye. Kar, kış, kıyamet günlerinde soğuğa direnmeyenler var. Yakalananlar var. Sınırdan geçerken öldürülenler var. Parçalanan aileler, tespit edilemeyen kimlikler... Kim bilir kimler var o kimsesizler mezarlığında?

Bu yazıyı yazarken Zülfü Livaneli’nin Engereğin Gözündeki Kamaşma romanından bir anlatımı anımsadım. Livaneli orada Harut ile Marut’un hikayesinden söz eder. Babil ülkesinde azgınlaşan insanların günahlarından şikayetçi olan melekler Allah’ın huzuruna çıkarak onlara ceza verilmesini isterler. Allah, insanlardaki hırs ve nefsin meleklerde olmadığın söyler ve bu özelliklerin onlarda olması halinde, onların da insanlara benzeyeceğini söyler. Buna şiddetle itiraz edince de, aralarından iki melek seçmelerini ister. Harut ve Marut isminde iki melek seçerler ve bu melekler Babil ülkesine gönderilir. Melekler gündüz işlerini görüp gece de ism-i azam duası ile gökyüzüne çıkarlarmış. Ta ki karşılarına Zühre isimli kadın çıkana kadar. Zühre güzeller güzeli bir kadın. Amacı ism-i azam duasını öğrenip gökyüzüne çıkmak. Melekler onun isteklerine direnirler bir süre. Ancak Zühre o kadar güzeldir ki bir zaman sonra ona teslim olur ve istedikleri bilgiyi verirler. Zühre ism-i azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkınca ulu tanrı onu bir yıldız yapıp gökyüzüne asıverir. İşte geceleri gökyüzünde parlayan zühre yıldızı, melekleri aldatan o güzel kadındır. Meleklerden de bu sırrı verdikleri için dünya veya âhiret azabından birini seçmeleri istenir ve dünya azabını seçerler.

Bu hikaye de yine ‘kadının kötülüğü’ üstüne kuruludur. Kadın olan yoldan çıkarandır. Kadın olan günahkardır. Nedense melekler erkektir hikayede. Anlatı böyle olunca hüküm de buna göre verilmektedir. Bana göre politik olan tek şey kötülüktür. Eğer yapmak istediklerinizin ana omurgası kötülükten ilham alıyorsa, yeryüzü her zaman Babil ülkesidir ve anlatılar asla bitmeyecektir. Yasaları, demokrasiyi, paylaşmayı, umudu, insanlık değerleri adına iyi olanla, güzellikle besleyip büyütmedikçe etrafımız kötülükten beslenen zararlı otlarla dolup taşmaya devam edecektir. İşte o zaman ne şiirin büyüsü, ne doğanın ezgisi bizi koruyacaktır. Her zamankinden daha çok sarılmaya ve birlikte düşünmeye ihtiyacımız var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi