Kültürle direnmek

Pandemi uygarlığı askıya aldı. Tamamen kontrolden çıkması, uygarlığın sonunu bile getirebilir. Orman kanununun geçerli olacağı bir kaosa belki de sadece sayılı haftalar ya da aylar kaldı…

Salgın nedeniyle herkesin -daha doğrusu sağlık personelinin, üretimde ve dağıtımda çalışmaya devam etmek zorunda bırakılan emekçilerin dışında herkesin- evlere kapandığı bu dönemde, sanal dünya ve sosyal medya tecridi kırarak insanlar arası teması sürdürmede hayati bir işlev görüyor.

Tüm dünyada sosyal medyada paylaşılanların ezici çoğunluğunu doğal olarak bilgilenme gereksinimini yansıtan, hastalığın daha da yayılmasını önleme ve sağaltma konusundaki haberler ve yorumlar oluşturuyor… Eğrisiyle doğrusuyla elbette.

Dikkat çeken ikinci grup, tehdit karşısında çeşitli ve yer yer çelişkili duyguların dışavurumunu oluşturan paylaşımlar. Bunların arasında mizah içerikli olanlarla, siyasi iktidarlara duyulan tepkiyi dile getiren öfkeli paylaşımlar öne çıkıyor. Rahatlama, gerginliği boşaltma ihtiyacı…

Bir üçüncü grup, daha kapsamlı siyasi/toplumsal analizler, felsefi yorumlar, salgın sonrasına yönelik öngörüler, başka bir deyişle yaşanılan benzersiz, sıra dışı ve denetlenemeyen durumun yarattığı karmaşayı ve endişeyi rasyonelleştirme çabası.

Bir dördüncü grubu ise kültürel, sanatsal içerikli paylaşımlar oluşturuyor. Bu grup içinde hem çeşitli kültür kurumlarının aldığı inisiyatifler hem de bireysel katkılar, projeler, paylaşımlar yer alıyor.

Gerçekten de tüm dünyada müzeler, operalar, tiyatrolar ve diğer kültür kurumları, etkinliklerine ara vermek zorunda oldukları bu dönemde hâlâ var olduklarını gösterebilmek ve evlerine kapanan izleyicilerine ulaşabilmek için çok çeşitli yöntemler icat ediyorlar.

Örneğin Münih, Stockholm ya da Viyana operaları, internet siteleri aracılığıyla programlarını ücretsiz olarak yayınlıyorlar. Moskova’nın ünlü Bolşoy Tiyatrosu, youtube üzerinden günde 24 saat bale ve opera yayınlıyor. Berlin Filarmoni orkestrası ise hem konserlerini hem de sanatçılarla söyleşi ya da belgeseller yayınlıyor.

Madrid Prado müzesinden Paris Louvre ya da Londra British Museum’a, New York Metropolitan Museum’dan ya da Amsterdam Van Gogh müzesinden Roma Galleria degli Uffizi’ye kadar çeşitli müzeler sergilerini ve daimi koleksiyonlarını sanal olarak gezdiriyor.

France Culture kanalında yer alan bir habere göre, Çin’in en büyük açık hava müzik festivali olan Strawberry Music Festivali Şubat ayında dört gün boyunca bir "Strawberry #Evdekal Festivali" düzenledi. Çin’in sanal video paylaşım alanı Bilibili de konser ve performans videoları yayınladı.

Sırp Ulusal Tiyatrosu sanatçıları, 20 Mart’ta "birlikte ama uzaktan çal" etkinliği düzenlediler. Zor durumdaki İtalyanlarla dayanışmalarını ifade etmek için Bella Ciao’yu da çaldılar.

Londralı film müziği bestecisi Ben Morales Frost, bir "#Evdekal Orkestrası" örgütledi ve Lockdown Orchestra adını verdiği bir girişimle 13 ülkeden 150 müzisyeni "uzaktan bir araya getirerek" ilk sanal orkestrayı kurdu, son bestesi Flight Fantastic’i seslendirdi.

Çok sayıda bireysel girişimi ekleyip listeyi uzatmak mümkün: Örneğin Rus-Alman piyanist Igor Levit, her akşam evinden yirmi dakikalık bir sanal konser veriyor.

Panama’da yaşayan Uruguaylı çellist Karina Nuñez, her akşam saat 17’de evinin balkonuna yerleşip konser veriyor, bunu aynı zamanda sosyal medyada yayınlıyor.

Benzer şekilde İsrailli saksafoncu Yarden Klayman ise Tel Aviv’de iptal edilen konserini bir evin çatısına çıkarak yine de izleyicilere sundu.

Türkiye’de de İKSV, İBB, İstanbul Bienali, İstanbul Modern, Yapı Kredi Kültür Sanat, İşKültür, Arkas Sanat gibi büyük kuruluşların düzenledikleri sanal etkinliklerden Bilecik ya da Sincan Belediyelerinin sanal kültür turlarına kadar, birçok benzer girişim var.

STK’lar ya da bireyler bu yazının kapsamını fazlasıyla aşacak sayıda girişimle bu çabaya ortak oluyorlar. Doğrudan kültür-sanat etkinliklerinin yanı sıra, yine sanal ortamda çeşitli konularda bir dizi konferans ya da ücretsiz ders veriliyor, tartışmalar-toplantılar düzenleniyor, dayanışma ağları oluşuyor.

Kurumsal ve bireysel düzeyde toplumun böyle bir refleks göstermesi, yani sanal ortamda da olsa kültürel etkinliğini ve dayanışmayı sürdürmesi, salt evde kalanları oyalama, canlarının sıkılmasını engelleme güdüsünden kaynaklanmıyor kuşkusuz.

Sonuçta, insanları diğer canlılardan ayrıştıran en önemli özelliklerin başında sanırım -en geniş anlamıyla- kültür ve sonraki kuşaklara aktarılabilen kültür ürünleri yaratma becerisi gelir.

İnsandan kültürü çekin, geriye bir primat kalır.

Soykırım güdüsüyle hareket edenlerin, yok etmek istedikleri toplumun sadece bireylerini öldürmekle yetinmeyip kültürünün, dilinin, sanatının tüm izlerini silmeye çalışmalarının nedeni bu olsa gerek.

Bir insan topluluğunu önemsiz bir biyolojik niceliğe indirgemek, ancak kültürünü yok etmek kaydıyla mümkündür: O zaman onu sizi bir şekilde "tehdit ettiği" için kaçınılmaz olarak bertaraf etmek zorunda olduğunuz basit bir niceliğe dönüştürmüş olursunuz. Bu durumda düşmanınızı yok etmek de mutfağınızı istila ederek hastalık bulaştıran haşaratı ortadan kaldırmak kadar basit bir işlem gibi gösterilebilir.

İnsanlık şu an biyolojik varlığını tehdit eden ve daha şimdiden tüm alışılagelmiş yaşam tarzını, toplumsal yapısını, iletişimini askıya almış görünmez bir tehditle boğuşmakta: Tıpkı uygar yerleşik düzen öncesi tüm tarihi boyunca -yani yüz binlerce yıl- olduğu gibi, salt bir biyolojik organizma olarak var olma koşullarına geri dönme tehdidi altında: Tüm diğer canlılar gibi, "bugün -şu an- yaşıyorsun ama yarın var olmayabilirsin."

Oysa daha düne kadar insan ömrünün sonsuza dek uzatılma olasılığı dillendirilmekteydi, en azından çok uzun vadeli projeler yapılabilmekteydi: Örneğin 15-20 yıl vadeli kredilerle evler alınmaktaydı, emeklilik hayalleri kurulmaktaydı, torunlarının çocuklarını bile görmek çok ulaşılmaz bir hedef değildi. Uygarlık ise sonsuza kadar sürecek gibiydi.

Gerçi, bir türlü sonu gelmeyen ekonomik krizler, savaşlar, terörizm, rejim bunalımları ve son olarak kitlesel göç ve "mülteciler sorunu" son yıllarda bu ideal tabloyu epey karartmaya başlamıştı, ancak bu pandemiye kadar her şeyin en azından daha zengin ve görece istikrarlı ülkelerde önünde sonunda "normale" döneceği umudu hâlâ canlıydı.

Pandemi uygarlığı askıya aldı.

Salgının kontrolden tamamen çıkması nedeniyle sağlık sisteminin ve akabinde toplumsal dayanışmanın temelini oluşturan tüm kurumların tamamen çökmesi, askıdaki bu uygarlığın sonunu bile getirebilir.

Kim bilir, orman kanunun geçerli olacağı, yani sadece güçlü olanın sağ kalabileceği bir kaosa belki de sadece sayılı haftalar ya da aylar kaldı…

İşte böyle bir ortamda, tüm dünyadan çok sayıda insanın, insanı insan yapan özelliklerine, yani kültüre ve sanata sahip çıkmaları, ona tutunmaya çalışmaları, bu tecrit ve tehdit ortamında bile kültürü yaşatma ve yayma çabasını sürdürmeleri, salgına karşı verilebilecek en belirleyici mücadelelerden biri olarak görülebilir.

Çünkü salgına karşı mücadelede bir cephe biyolojik varlığımızı sürdürme çabasıysa, yani hekimler ve hemşirelerle, sağlık personeliyle birlikte salgına karşı tıbbi bilim silahıyla savaşmak ise diğer cephe insanlığın uygarlık mirasına sahip çıkma alanındaki kültür mücadelesidir.

İnsanlık bu her iki mücadeleden eşzamanlı olarak başarıyla çıkamazsa, en iyi ihtimalle pandemiyi sadece biyolojik bir varlık olarak, yani sadece türler arasında bir biyolojik tür olarak atlatabilir. İnsanı doğada -üstün değilse bile en azından- benzersiz kılan özelliğiyle, yani kültür ve sonraki kuşaklara aktarılabilen kültür ürünleri yaratma becerisiyle ayakta kalmayı beceremez.

Aslına bakılırsa, bu iki cephenin birbirine çok bağlı, hatta bağımlı olduğunu dahi söyleyebiliriz: Doğru kamu politikalarıyla desteklenmezse, tıbbın verdiği mücadelenin yenilgiye uğrama riski azımsanmayacak kadar yüksektir.

Oysa kültürünü ve dayanışmasını yitirmiş bir toplum, yani kârdan başka derdi olamayan kapitalizme, çeşitli toplumsal bağnazlıklara, ırkçılıklara, dini yobazlıklara ve bu zeminde yeşeren diktatörlüklere teslim olmuş bir toplum, asla "doğru kamu politikalarını" geliştiremez, uygulayamaz.

Eğer insanlık kültürünü yitirirse, biyolojik varlığını sürdürmekte bile zorlanabilir.

Not: Bu çabalara minik bir katkı sunmak üzere ArtıTV’de çok yakında başlayacak bir program tasarladık: "Yiğit Bener’le Beş Dakika Ara." Her gün bu beş dakikada ne mi yapacağız? Gündeme mola verip birlikte başka dünyalara açılmaya çalışacağız. Mümkünse tabii… Becerebilirsek… Becerebilir miyiz dersiniz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi