Kuzey Kıbrıslı Sonya’yı Londra’da kim öldürdü?

Bir bakımevinde çalışan Sonya’nın hikayesi, koronavirüsün neden en çok kimsesiz yaşlıları hedef aldığını da ortaya koyuyor.

Sonya’yı da, 3 yaşındaki kızı Ayşe ve onunla aynı adı taşıyan annesi Ayşe’yi de ilk kez TV ekranlarından tanıdım.

Torunu Ayşe kucağında, gözyaşlarıyla kızı Sonya’nın hikayesini anlatıyordu Ayşe Mehmet. "Amazon’dan sipariş ettiği maskesi geldiğinde Sonya çoktan hastaneye yatmıştı" diyordu.

Kuzey Kıbrıs kökenli 26 yaşındaki Sonya Kaygan da annesi Ayşe Mehmet gibi bir yaşlı bakımevinde çalışıyordu.

Sonya, kendisini hasta hissettiği için 20 Mart’tan sonra işe gitmemişti. Yani İngiltere’de koronavirüs önlemlerinin açıklandığı 23 Mart tarihinden önce Sonya, hastalığı çoktan kapmıştı bile. Konuyu araştıran Reuters’ın haberine göre, 27 Mart tarihinde Sonya’nın çalıştığı bakım evi Elizabeth Lodge’da hasta sayısı 48’di. İki kişi de yaşamını yitirmişti. Ancak o aşamadan sonra bakım evi tüm ziyaretçilere kapatıldı.

Sonya Kaygan, 31 Mart’ta solunum güçlüğü nedeniyle ambulansla hastaneye kaldırıldı. 2 Nisan’da entübe edildi. 17 Nisan’da da yaşamını yitirdi.

Elizabeth Lodge adlı bu bakımevi, Türkçe konuşan toplumun yoğun olarak yaşadığı Londra’nın kuzey ilçelerinden Enfield’da hizmet veriyor.

Bir çok bakım evi gibi Margaret Thatcher döneminin özelleştirme furyası sırasında kurulan ve giderek büyüyen bakımevleri zincirlerinden birinin bir parçası. Bu zincirlerin çoğunluğu da günümüzde çok uluslu sermaye şirketlerinin birer unsuru haline geldiler. Sonya’nın çalıştığı Elizabeth Lodge, içinde banyosu ve tuvaleti olan 87 odalı bir bakımevi. 1 aylık ücreti yaklaşık 4 bin 500 - 6 bin Sterlin aralığında.

Bu bakımevinin bağlı olduğu zincirin 2015 yılındaki cirosunun 728 milyon Sterlin olması, sektörün büyüklüğü konusunda bir fikir vermesi açısından önemli.

İstatistiklere göre, bakımevi ücretlerinin yüzde 44’ü buralarda kalanlar tarafından karşılanıyor. Yüzde 56’sını ise devlet karşılıyor. Devlet, kişinin durumuna göre bu ücretlerin bazen tamamını, bazen bir bölümünü öderken bazen de kişiler tamamını kendileri ödüyorlar.

Yaşlılar, öğrenme güçlüğü çekenler, sakatlar, bazı hastalar, kısacası bakıma ihtiyaç duyanlar bu tip bakımevlerine kabul ediliyorlar.

İngiltere’de yaklaşık 15 bin 500 bakımevinde 410 bin bakıma muhtaç kişi yaşıyor. Buna ek olarak bir de evlerinde tuvalet, ilaç ya da temizlik gibi ihtiyaçları için bakım alanlar var. Onların sayısı da 540 bin dolayında. Yani toplamda yaklaşık 1 milyon kişilik bir bakıma ihtiyaç duyan nüfustan söz ediyoruz.

Konuyla ilgili bir nokta daha. Bugün yürürlükte olan sağlık yasası, 2010 yılında Muhafazakar David Cameron’ın Liberallerle kurduğu koalisyon hükümetinin Sağlık Bakanı olan Andrew Lasley tarafından hazırlandı. Ulusal sağlık sisteminde özelleştirmeyi hızlandıran yasanın bakım evleri ile ilgili bölümlerinin de şirketlerin talebi doğrultusunda hazırlandığı iddiaları bugün bile hala tartışılıyor. Andrew Lasley’nin seçim kampanyasına, Elizabeth Lodge’un de bağlı bulunduğu Care UK zincirinin yaptığı 21 milyon Sterlinlik bağış da bu tartışmanın bir parçası.

Biraz da Koronanın bakımevlerinde ortaya koyduğu korkunç manzaraya bakalım: Birleşik Krallığın Ulusal İstatistik Ofisi’nin rakamlarına göre, İngiltere ve Galler’de, 2 Mart 1 Mayıs tarihleri arasında yaşlı bakım evlerinde toplam ölüm sayısı 45 bin 899 idi. Bunlardan 12 bin 526’sı Covid 19’dan öldü. Yani dörtte birinden fazlası.

Yaşlı bakım evlerinde ölenlerin 9 bin 39’u yani yüzde 72’si hastaneye bile kaldırılmadı. Bugüne dek hastanede ölenlerin yüzde 14.6’sı yaşlılar evinin sakinleriydi.

Başka bir çarpıcı rakam daha. 28 Aralık 1 Mayıs tarihleri aralığında bakım evlerinde 73 bin 180 kişi öldü. Bu, geçtiğimiz yılın aynı döneminden 23 bin 136 kişi daha fazla.

Bu kadar rakamdan sonra biraz da nedenleri konuşmak gerekiyor.

"Brexit meselesini halledelim" Boris Johnson’ın 12 Aralık 2019 seçimlerindeki tek sloganıydı. Seçimden zaferle çıktı. İşte o günlerde Çin’de korona salgınının ilk işaretleri de gelmeye başlamıştı. Ama Johnson, seçim kampanyasında söz verdiği gibi, Britanya’yı AB’den çıkarmak derdindeydi. Bugünlerde ortaya çıkıyor ki, salgınla ilgili olarak yapılan en kritik toplantılara bile katılmamıştı. Sürü bağışıklığı modeli diye ortaya atılan şey de aslında "bizim şimdi bunlarla uğraşacak halimiz yok, ölen ölür biz şu Avrupa’dan bir an önce ayrılalım da sonrasına bakarız" ruh hali olsa gerek.

Çünkü Dünya Sağlık Örgütü’nün Koronavirüsü pandemi ilan ettiği tarih olan 12 Martta Birleşik Krallık, sanki salgın yokmuş gibi davranıyordu. Ancak 23 Mart’ta Başbakan "Evde kal" ve "Ulusal Sağlık Servisi"ni koru kampanyası başlattı.

Hastanelerin salgın karşısında eli kolu bağlı kalacağı endişesi nedeniyle yatakların çoğu boşaltıldı. Ancak taburcu edilenlere test yapılmadı. Çünkü o günlerde ülkede test, neredeyse hiç yoktu. Yani hastalığı kapmış olanlardan bazıları evlerine bazıları da bakımevlerine yollandı.

Hastanelerde bile bulunması en zor şey haline gelen ve bugüne dek çözülemeyen sağlık personeline özel kişisel koruma ekipmanına ulaşmak bakımevi çalışanları için neredeyse imkansızdı. Salgının ilk günlerindeki yağma nedeniyle sabun bile bulamazken maske bulmak en zor şeylerden birisiydi.

Kendisini güvende hissetmeyen personelin çalışmayı reddettiği örnekler yaşandı. Muhteşem reklam kampanyalarıyla mutlu yaşlılığın adresi bakımevleri ölüm evleri haline dönüştü.

Rakamlardan anlaşılıyor ki, bakımevlerinde koronavirüs kapanlar kendi hallerine terkedilmişler ya da hastaneler buralardan gelen taleplere yanıt bile vermemiş. Öyle olmasa bu evlerde kalanlardan koronavirüse yakalananların yüzde 72’sinin hastaneye bile gitmediği gerçeği nasıl açıklanabilir?

İngiltere örneği, bütün Avrupa ya da genel olarak Batı diye adlandırılan ülkelerdeki bakımevlerinin durumunu ortaya koyması açısından çarpıcı. İspanya, İtalya, Belçika’da da rakamlar neredeyse aynı gerçeği işaret ediyor.

Bu insanları virüs kadar kimsesizlik, terkedilmişlik öldürmüş aslında.

Bu derin yalnızlıkla ben ilk Londra’da kez bir markette karşılaşmıştım. Küçük bir alışveriş yapıp arkasında uzayan kuyruğa aldırmadan kasiyerle uzun uzun sohbet eden yaşlı kadına kimse tepki göstermemişti. "Oh Dear" (Özellikle yaşlıların kullanmayı pek sevdiği ‘ah canım’ anlamındaki söz) diye başlayan havadan sudan bu sohbetlerin sadece Londra’nın değil Avrupa’nın neredeyse bütün büyük kentlerinin gündelik yaşamının bir parçası olduğunu sonra içim acıyarak öğrendim.

Evinden günler sonra ilk kez, hiç olmazsa bir kasiyerle konuşurum umuduyla çıkan bu yaşlılarda herkes kendi geleceğini görür aslında. Şimdi bakımevleri ölümlerinde gördüğü gibi.

Son söz Sonya için. Kıbrıs’ın kuzeyinde başlayan yaşamı, henüz 26 yaşındayken, Londra’nın kuzeyinde bir hastanede son buldu. Yaşadığı ülkenin yaşlılarına hizmet verirken, İngiltere gibi yüksek teknolojinin konuşulduğu bir ülkede maske bulamadığı için yaşamını yitirdi Sonya. Göçmen nefretini ülkenin birinci meselesi haline getiren ırkçılar utansın. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi