Ergun Özbudun: Pasif lâiklik, dindar muhafazakârları da koruyan bir güvencedir

Ergun Özbudun: Pasif lâiklik, dindar muhafazakârları da koruyan bir güvencedir
'Gerçekten lâiklik, farklı tarihsel dönemlerde ve farklı ülkelerde farklı biçimlerde anlaşılmış ve uygulanmıştır.'

Ergun ÖZBUDUN


Türkiye’nin gerek tek-parti döneminde, gerek çok-partili hayatın bazı bölümlerinde dışlayıcı lâiklik uygulamalarına sahne olduğu bir gerçek olmakla beraber, son yirmi yılda pasif lâiklik yolunda önemli bir mesafenin alınmış olduğundan da kuşku duyulamaz. Halen muhalefet partilerinin hiçbiri, dışlayıcı lâiklik anlayışının savunucusu değildir.

Son haftalarda lâiklik tartışmaları, siyaset gündemimizin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın siyasî içerikli davranış ve beyanları, daha yakın zamanlarda da TBMM eski başkanı İsmail Kahraman’ın Anayasada lâikliğe yer verilmemesi yolundaki demeci, bu tartışmayı alevlendirmiştir. Kahraman, 3 Ekim tarihli konferansında anayasaya değişmez maddelerin konmaması gerektiğini, milletin isteği halinde bunların değiştirilebileceğini; 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının "dindar bir Anayasa" olduğunu, lâiklik ilkesinin 195 dünya anayasasından sadece beşinde mevcut olduğunu ifade etmiştir (Sözcü, 4 Ekim 2021).[1] Bu beyan, bütün muhalefet partileri tarafından şiddetle reddedildiği gibi, AKP sözcüsü Ömer Çelik de buna sahip çıkmamış, lâikliğin AKP’nin prensipleri arasında olduğunu belirtmiştir. Kahraman ve Erbaş’ın görüşlerinin AKP seçmeninin bir bölümü tarafından paylaşıldığı kabul edilse bile, bunun Türk seçmeninin büyük çoğunluğu, hatta AKP seçmeninin çoğunluğunca onaylanmadığı açıktır. Çok yeni bir kamuoyu araştırması, seçmenlerin yüzde 80.7’sinin Diyanet ve din adamlarının siyasetle uğraşmalarını doğru bulmadığını göstermiştir. Bu oran, AKP seçmenleri bakımından yüzde 71.6, MHP seçmenleri bakımından yüzde 80.8’dir (Sözcü, 10 Ekim 2021).

Türk kamuoyuna hâkim olan bu görüş, yürürlükteki Anayasamızın 136’ncı maddesi ile de uyumludur. Bu maddeye göre "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." Bu hükmü unsurlarına ayıracak olursak, (a) Genel idare içinde olmak dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanı ve çalışanları, devlet memuru statüsündedir ve bütün devlet memurlarının tâbi olduğu kurallara ve sınırlamalara tâbidirler. Yetkili devlet organı tarafından atanır ve görevlerine son verilebilirler. Maaşlarını devlet bütçesinden alırlar; (b) "Lâiklik ilkesi doğrultusunda" çalışmak zorundadırlar; (c) "bütün siyasî görüş ve düşüncelerin dışında kalmak zorundadırlar"; (d) "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinmek" zorundadırlar. Bu, elbette vatandaşlar arasında dinî inançlarına, mezheplerine ve dindarlık derecelerine göre ayırım yapmamayı içerir. Bu hükümler ışığında, bir iktidar partisi sözcüsü gibi davranan bugünkü Diyanet İşleri Başkanının ve bir kısım Başkanlık görevlilerinin Anayasaya uygun hareket ettikleri söylenemez.

Öte yandan iktidar bloku liderlerinin bu tür davranışlara müsamaha göstermeleri, hatta muhtemelen teşvik etmeleri, sorunun ağırlığını arttırmaktadır. Özellikle AKP sözcülerinin, yaklaşan seçimlerde dinî temaları yoğun şekilde kullanacakları anlaşılmaktadır. Nitekim sık sık tek-parti döneminin ve 28 Şubat sürecinin bazı aşırılıkları dile getirilmekte, muhalefet bloku seçimleri kazandığı takdirde dindar muhafazakârların AKP döneminde elde ettikleri bütün kazanımları kaybedecekleri vurgulanmaktadır. İlginç bir husus, seküler muhalefet partilerinin, AKP’nin bu oyununa gelip din düşmanı olarak suçlanmak endişesiyle lâiklik tartışmalarına pek girmek istememeleridir. Oysa bu partilerin izlemeleri gereken strateji, Türk devriminin temel taşı olan lâikliği telaffuz etmekten kaçınmak değil, ne tür bir lâikliği savunduklarını bıkmadan, usanmadan kamuoyuna anlatmaktır.

Gerçekten lâiklik, farklı tarihsel dönemlerde ve farklı ülkelerde farklı biçimlerde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Bu konuda kayda değer bir milletlerarası neşriyat bulunmakla beraber, bunların en değerlilerinden biri Profesör Ahmet Kuru’nun Pasif ve Dışlayıcı Lâiklik: ABD, Fransa ve Türkiye adlı eseridir. Bu kitaba temel teşkil eden doktora tezi, milletlerarası bir ödül kazanmış, 2009 yılında Cambridge University Press tarafından "Secularism and State Policies Toward Religion: The United States, France and Turkey" adıyla yayınlanmış, 2011 yılında da Türkçe çevirisi yayınlanmıştır.

Kuru, bu eserinde ABD, Fransa ve Türkiye’yi karşılaştırarak "pasif lâiklik" ve "dışlayıcı lâiklik" adını verdiği iki tür lâiklik anlayışını etraflı şekilde incelemiştir. ABD örneğinde görülen pasif (hürriyetçi) lâiklik, devletin din olgusu karşısında tarafsız bir tutum takınması, değişik inanç grupları arasında ayırım gözetmemesi, kamu gücünü ve kamu kaynaklarını kullanarak belli bir dinin kurallarını toplumun tümüne dayatmaya kalkışmaması, kamu düzenini koruma amacı dışında dinlerin kamusal görünürlüğüne müdahale etmemesi anlamına gelir. Fransa ve Türkiye’nin örneklerini teşkil ettikleri dışlayıcı (dayatmacı, militan) lâiklik ise devlete toplumu lâikleştirme misyonunu yükleyen, bireylerin kendi vicdanları ve mabetler dışında dinin kamusal görünürlüğüne izin vermeyen kapsayıcı bir ideolojidir (Kuru, a.g.e.; tümü; Ergun Özbudun, "Laiklik ve Din Hürriyeti", Ece Göztepe ve Aykut Çelebi, der. Demokratik Anayasa, İstanbul, Metis Yayınları, 2012, s. 169-227).

Türkiye’nin gerek tek-parti döneminde, gerek çok-partili hayatın bazı bölümlerinde dışlayıcı lâiklik uygulamalarına sahne olduğu bir gerçek olmakla beraber, son yirmi yılda pasif lâiklik yolunda önemli bir mesafenin alınmış olduğundan da kuşku duyulamaz. Halen muhalefet partilerinin hiçbiri, dışlayıcı lâiklik anlayışının savunucusu değildir. AKP’nin böyle bir anlayışın temsilcisi olmakla suçladığı CHP de Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde dışlayıcı lâiklikten pasif ya da hürriyetçi lâikliğe doğru ciddi bir değişim geçirmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da benzer bir değişim gözlemlenmektedir (Özbudun, a.g.e., s. 188-200). Mesela bir zamanların en ihtilaflı sorunlarından biri olan başörtüsü sorunu bugün artık mevcut değildir.

Aslında pasif lâiklik, dindar muhafazakârları da koruyan bir güvencedir. Çünkü aksi halde, şu veya bu şekilde devlet iktidarını ele geçiren bir grup, kendi din anlayışını devlet gücünü kullanarak bütün topluma empoze edebilir. Nitekim AKP’nin programında da lâikliğin din hürriyetinin güvencesi olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla muhalefet partileri kendi lâiklik anlayışlarını topluma doğru olarak anlatabildikleri takdirde, muhafazakâr kesime hitap edememe endişesinden kurtulabilirler. Bir zamanlar "endişeli modernler"in kaygıları ne kadar abartılı idiyse, bugün "endişeli muhafazakârlar"ın kuşkuları da o kadar abartılıdır. Anayasamızdan lâiklik ilkesini çıkarmaya ya da onun içini boşaltmaya kimsenin gücü yetmeyeceği gibi, dışlayıcı lâikliğin tekrar hayat bulması da söz konusu olmayacaktır.

__

[1] Kahraman’ın dünya anayasalarının sadece beşinde lâiklik ilkesinin bulunduğu yolundaki beyanı, gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Ahmet Kuru’nun etraflı araştırmasına göre, 197 dünya anayasasından 120’si lâik niteliktedir; 12 devlet, hem resmî dine sahip hem hukuk sistemleri dinî kurumların kontrolü altında bulunan "dinî devlet"lerdir; 60 devlet, resmî dini olan fakat hukuk sistemi dinî kurumların kontrolü altında bulunmayan devletlerdir; 5 devlet de din karşıtı olarak sınıflandırılmışlardır. Daha da ilginci, 66 Müslüman çoğunluklu ülkeden ancak 11’i dinî devlet, 15’i sadece resmî dini olan devlet, 20’si ise lâik devletlerdir (Ahmet Kuru, Pasif ve Dışlayıcı Lâiklik: ABD, Fransa ve Türkiye, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 245-253).

Bu yazı ilk olarak Perspektif Online'da yayımlanmıştır.

Öne Çıkanlar