Meydanlarda dehşet… Meclis’te dehşet…

52 yıl önce bugün Meclis’te TİP milletvekillerini kan revan içinde bırakan AP’nin AKP‘deki varisleri tutuklamalarla, kayyumlarla ve kıyımlarla ha bire HDP’ye vuruyor.

Geçtiğimiz pazar günkü yazımda 51 yıl öncesinin Kanlı Pazar’ını anımsatarak "1969 Kanlı Pazarı’nı yapanlar ya da onların rahle-i tedrisinden geçenler bugün meclisi, hükümeti, yargısı, ordusu ve de medyasıyla tüm yönetim, denetim ve yönlendirme mekanizmalarını kontrol altında tutuyor" demiştim.

Kastettiğim bittabi Erdoğan’ın başını çektiği, 2002’den bu yana 18 yıldır Meclis’te mutlak çoğunluğu elinde tutarak ülkeyi adım adım islamcı faşist bir rejimin karanlığına sürüklemekte olan AKP…

1969’da henüz 15 yaşında olan Tayyip Erdoğan Kanlı Pazar’ı hazırlayanlar arasında olmayabilir, ama yapanların rahle-i tedrisinden başarıyla geçtiği muhakkak… Hazırlayanlara gelince, AKP iktidarı döneminde dışişleri bakanlığı, başbakanlık ve de cumhurbaşkanlığı yapmış olan bir Abdullah Gül 1969’da 19, Meclis Başkanlığı yapmış olan İsmail Kahraman 29 yaşında olduğuna ve MTTB türü örgütlerin yöneticileri arasında bulunduklarına göre, Kanlı Pazar’ın hazırlayıcıları arasında oldukları kuşku götürmez.

1969’da Meclis’te dahi temsil edilmeyen, Müslüman Kardeşler’in ve Suudi Arabistan’ın güvenilir adamı Necmeddin Erbakan’ın karizması çevresinde kümelenen bu kadrolar, 12 Mart darbesi sonrasında yapılan 1973 seçimlerine Milli Selamet Partisi etiketi altına girecekler, Necmeddin Hoca’nın başbakan yardımcılığını üstlendiği Ecevit Hükümeti döneminde Kuzey Kıbrıs’ı işgalin yarattığı milliyetçi kabarmayı da yedeklerine alarak gelecek koalisyon iktidarlarının "vazgeçilemez"i haline gelecekler, 2002 seçimlerinden itibaren de yüzde 40’ı aşan oranlarla hep tek başına iktidar olacaklardı.

Şurası bir gerçek ki, Tayyip’in başını çektiği iktidar partisinin kadroları ve seçmenleri, sadece MSP’nin ve onun devamı olan Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin bıraktığı mirastan oluşmuyor.

MHP’nin yüzde 10 civarında inip çıkan bir oy potansiyelini koruduğu dikkate alındığında, AKP oylarının önemli bir bölümünün Demirel liderliğindeki AP’nin seçmen kitlesinden tevarüs edildiği ortadadır.

AKP’nin AP’den tevarüs ettiği sadece önemli bir seçmen kitlesi değil, aynı zamanda 60’lı ve 70’li yıllara damgasını vurmuş olan ceberrut yönetim tarzıdır.

Bu yönetim tarzının unutulmaz yöntemlerinden birisi, devlet terörünün sadece sokaklarda, meydanlarda ve işyerlerinde değil, aynı zamanda seçmen iradesinin dile getirildiği TBMM çatısı altında da sürdürülmesidir.

En son örnek, 13 Şubat 2020 gecesi, bazı yasalarda değişiklik yapılmasının görüşüldüğü Meclis genel kurulunda HDP Muş Milletvekili Mensur Işık’ın konuşmasında "Silahlı Kürt muhalefeti" ifadesini kullandığı için AKP milletvekillerinin fiziki saldırısına uğradığı gibi kendisine bir birleşim Meclis’ten çıkarılma cezası verilmiş olmasıdır.

Meclis’in 23 Temmuz 2018 oturumunda da HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık KHK’lerde değişiklik yapılması konusunda görüşlerini bildirirken yine AKP milletvekillerinin saldırısına uğramıştı.

Daha önce de Meclis’in 27 Nisan 2016 tarihli oturumunda Kolluk Gözetim Komisyonu Kurulması hakkındaki tasarı görüşülürken AKP milletvekilleri, Güneydoğu’daki operasyonlarda "kolluk kuvvetlerinin sivilleri katlettiğini" söyleyen HDP Şırnak milletvekili Ferhat Encü’ye saldırmışlardı.

Bugün HDP milletvekillerinin uğradığı bu fiziksel saldırılara, bundan yarım yüzyıl önce aynı Meclis çatısı altında, dönemin tek gerçek muhalefet partisi olan Türkiye İşçi Partisi’nin milletvekilleri hedef olmuşlardı.

Bu saldırıların en kanlısı 20 Şubat 1968 gecesi yapılmış, 6 TİP milletvekili kan revan içinde bırakılmıştı.

Saldırının nasıl planlandığını ve uygulandığını ayrıntılı olarak açıklayan 27 Şubat 1968 tarihli Ant Dergisi’nin yazdığına göre, İçişleri Bakanı Faruk Sükan uzun süreden beri TİP’in kapatılmasını sağlamak için hummalı bir çalışma içindeydi.

Bu çalışma ilk defa Doğu mitingleri sırasında kendisini açık olarak göstermişti. Mitinglerde ezilmiş Doğu halkının tek kurtuluş umudu olarak TİP’e sarılması en az AP kadar CHP’yi de telaşlandırdığından, Sükan, CHP’lilerin de desteğini sağlayacağına güvenerek TİP hakkında dosyalar hazırlamaya başlamıştı.

Bu arada TİP yöneticilerinin çeşitli konuşmalarını da işine gelen bölümlerin altını çizerek dosyalayan Sükan, son olarak Akdeniz İlerici Partiler Konferansı’na iki TİP milletvekilinin katılmasını da fırsat saymış ve açık saldırıya geçmişti.

CHP lideri İnönü’nün de sol seçmeni kendi tarafına çekebilmek için TİP’i suçlayan konuşmalar yapması Sükan’ı adamakıllı cesaretlendirmişti.

Pazartesi günü Millet Meclisi’nde vuku bulan alçakça tecavüz, bu plana göre sahneye konulmuş ve kanlı bir şekilde uygulanmıştı.

İçişleri Bakanı Sükan, gece geç saatlerde kabarık bir dosya çantasıyla kürsüye çıkmış ve konuşmasına başlar başlamaz parlamentonun sol kanadına, yani TİP milletvekillerine saldırıya geçmişti. TİP lideri Aybar’ın "Marksizm bir bilimdir. Kapitalizmin zıddıdır. Bilimden yararlanmak anayasada vardır. Şu halde Marksizm anayasamıza aykırı değildir" dediğini, bu sözleriyle tek tip sosyalizmi, yani bilimsel sosyalizmi kastettiğini, bunun da marksizm, kollektivizm, dolayısıyla komünizmin ta kendisi olduğunu ileri sürmüştü.

Mustafa Suphi’lerden, Şefik Hüsnü’lerden, Zekeriya Sertel’lerden söz ederek TİP’e saldıran Sükan’ın konuşması ilerledikçe o zamana kadar sessiz duran AP’lilerin TİP’lilere laf atmaları da başlamıştı.

Dosyalardan birini kapayıp ötekini açarak konuşmasına devam eden Sükan nihayet sözü Doğu mitinglerine ve Roma toplantısına getirmiş, toplantıya katılan partilerin hepsinin komünist olduğunu söyleyecek kadar ölçüyü kaçırmıştı.

Daha da ileri giderek TİP milletvekili Çetin Altan’a "Nazım Hikmet gibi bir vatan haini"ni yazılarında nasıl olup da "en büyük Türk şairi" olarak tanıttığını sormuş, Çetin Altan da bu sözü parlamentoda da tekrarlamakta hiçbir sakınca görmeyerek bakana gerekli cevabı vermişti: "Evet, Nazım en büyük Türk şairidir!"

İşte bakanın bu son kışkırtmasından sonra kızılca kıyamet kopmuş ve kanlı saldırı başlamıştı. Başta tabancalı Hamido olmak üzere AP milletvekilleri, TİP milletvekilleri Çetin Altan, Yunus Koçak, Sadun Aren, Kemal Nebioğlu, Cemal Hakkı Selek ve Ali Karcı’nın üzerine çullanmış, ortalığı kana boğmuşlardı.

Saldırıda ağır yara alan TİP milletvekillerinden Yunus Koçak vahşet gecesini Ant Dergisi’ne şöyle anlatmıştı:

"O gün nedense, pek çok AP’li milletvekili gecenin bu saatine kadar mecliste hiç görülmedik bir şekilde sessiz sedasız bekliyorlardı.

"İçişleri Bakanı Sükan kürsüye geldi. Bizim eleştiri ve sorularımıza bakan olarak cevap vermesi gerekirken, o bize sual soruyor, cevap almaya çalışıyordu. Nihayet parola verilmiş olacak ki, Çetin Altan’a ‘Sen Nazım’ın en büyük Türk şairi olduğunu yazmadın mı?’ dedi. Çetin cevap vermeye kalmadan AP’liler yavaşça yerlerinden kalkıp bize doğru akmaya başladılar. Vurdular, vuruştuk, bilhassa Çetin’i ve beni sardılar. Bir ara Çetin yere düştü. İnsafsızca tekmeliyorlardı. Çetin oracıkta can verebilirdi. Ben kendimi korumayı bırakarak Çetin’i yerden kaldırmaya çalıştım. Beni de devirdiler. Fakat kendimi hızla toparlayarak Çetin’i iki koltuğundan tutup ayağa kaldırdım.

"Fakat önden ve arkadan sayısız tekme ve yumruk vuruyorlardı. Bu arada arkamdan da çok kahpece başıma ve her yanıma vuruyorlardı. Geriye döndüm, arkadan vuranlara mani olmak istedim. Amma olan olmuştu. Bir anda gözlerim görmez oldu, her tarafımdan ılık bir şeyin yayıldığını hissettim.

"Hamido AP’lilerin arasında duruyordu. Başıma vurmuşlar, tornavida veya bıçakla yaralamışlar, her tarafımdan fışkıran kanı zevkle seyrediyorlar ve gözleri önünde yere yıkılıp can vermemi bekliyorlardı. Amma bu zevki tadamadılar, yıkılmadım. Şimdi yaşıyorum. Daha cesur, daha bilenmiş. Daha kararlıyım. Ve de hepimiz böyleyiz…"

Bu alçakça saldırı üzerine Ant’ta yazdığım yorumda, 1933 yılında Hitler’in İçişleri Bakanı Goering’in solun gizli faaliyetlerine ait belgeler ele geçirildiğini açıklayarak hava yaratmaya çalışırken SA’ların 27 Şubat akşamı Alman parlamento binası Reischtag’a girerek büyük bir yangın çıkarttıklarını, ertesi gün de yangını komünistlerin çıkarttığını ileri sürerek insanlık tarihinin en korkunç terör hareketlerinden birini başlattıklarını anımsattıktan sonra şöyle demiştim:

"İşte 1933 Şubat Almanyası, işte 1968 Şubat Türkiyesi… İnsanlık hesabına yüz kızartıcı bir oyun 35 yıl ara ile bir başka ülkede sahneye konulmaktadır… Goering ile Sükan’ın metodları arasında hiçbir fark yoktur. İkisinin de hareket noktası solu tasfiye etmek ve egemen sınıflara daha büyük vurgun imkanları hazırlamaktır. 20 Şubat 1968 tarihinden sonra ne olacaktır? Bir Reischtag yangını sonrası mı? Evet, Reischtag yangını sonrasında siyaset sahnesinden silinen sadece sosyalistler olmamış, Hitler’in iktidara gelmesini destekleyen Sosyal Demokrat Parti de, Bavyera Halkı Katolik Partisi, Merkez Partisi, Halk Partisi ve Demokrat Parti gibi burjuva partileri de çok geçmeden faşizmin demir yumruğu altında ezilmişlerdir. Eğer Türkiye’de TİP’in dışında kalan partiler ve ortanın solundaki CHP, kanlı 20 Şubat’ın ardındaki karanlık hesapları görüp bugünden kesin bir tutum takınmazlarsa, 35 yıl öncesinin korkunç terörü ergeç onları da kahredecektir."

Bu kanlı gecenin üzerinden de tam 52 yıl geçti…

O gecenin tertipçisi Faruk Sükan, ana muhalefet partisi CHP tarafından kendisinden hesap sorulmak şöyle dursun, tam on yıl sonra, 1978’de, CHP lideri Bülent Ecevit’in kurduğu koalisyon hükümetinde Başbakan yardımcı koltuğuna oturtuldu.

O dönem parlamenter faşizmin en alçakça komplo ve baskılarını uygulayan AP artık yok, ama onun kadrolarının ve seçmenlerinin büyük kısmını kendine çekerek tek başına iktidar olan ve aynı baskı yöntemleriyle Türkiye’de İslamcı faşizmi kalıcılaştırmaya çalışan bir AKP var…

Demirel’in Goering’ini on yıl sonra başbakan yardımcısı yapan CHP, yarın da sakın ola aynı gaflete düşüp muhtemel bir erken seçim sonrası "oy dağılımı öyle gerektiriyor" diye bugün tutuklamalar, kayyumlar ve kıyımlarla ha bire HDP’ye vuran AKP ile iktidar ortaklığı yapmaya, bugünün Goering’lerini başbakan yardımcısı ya da bakan yapmaya kalkışmasın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi