Özgün Enver Bulut

Özgün Enver Bulut

Mezarlıklarda öten kuşlar

Çocukluğumuza düşen o çığlıklar, o seslerle konuşuyoruz her zaman.

Fars şiirinin önemli seslerinden olan Furuğ Ferruhzad’ın, "ses, ses, yalnız ses kalır" diye bir dizesi var. Benim içime işleyen bir dizedir. Ne zaman kendimi kırlara atsam, ne zaman deniz kıyısında otursam, ne zaman saçlarıma rüzgâr değse, ne zaman coşkun bir akarsu kenarında olsam, bu dizeyi anımsarım. Gürül gürül akan suyun sesi sadece melodi değil, bir parça da özgürlük şarkısıdır. Rüzgârın tene değmesi uçurtmayı göğe salma anıdır. Dalgalar içimizdeki acıları parçalamakla kalmaz, her vuruşunda bir anıyı kıyılarımıza getirir.

Bir de kulağa yerleşen, oraya kazınan sesler vardır. Ömrün çoğunda bu sesler yankılanır. Dinginlik hallerinde bile bu seslerin fısıltısı kulağın içinde gezer. Kederden ötedir. Kahrın sesi demek, belki de en doğrusu.

Ne kadar çok ağıt var dilimizde. Kalbimizin üstü yılların acılarıyla kaplı. Sürekli mezarlıklar üstünde öten kuşlara benziyoruz. Yükümüz ağır. Yılın her ayında birkaç kez ağlıyoruz. Çocukluğumuza düşen o çığlıklar, o seslerle konuşuyoruz her zaman. Hiç unutmam diye başladığımız cümleler hep oralardandır. "Bunları öldürmek sevaptır. Bunları öldürdüğümüzde cennete gideceğiz. Saldırın bozkurtlar, öldürün. Bunlar Müslüman değil diye söylüyorlardı." Aralık ayının 19’unda bu ses yeniden yeniden çınlar kulaklarımızda. Maraş Katliamı tanıklarından birinin anlatımıdır. Ömrü boyunca o sesler sadece kulağını değil, yüreğini parçalayacaktır. Onun anlatımıyla da bizim. Konuşan çocuktur bu kez. "Kapımızı kırdılar. Öteki içerideki kapıyı da kırdılar. Tabancayla burama vurdular." Kapıyı kıranların korkunç seslerini asla unutmayacaktır çocuk. Tedirginlik bedeninde büyüyen korku olacaktır. Ondan çocuklarına ve torunlarına geçecek büyük bir travmanın temeli atılmıştır artık.

Bunları yaptıran nasıl bir vahşet ve nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Nasıl bir ruh halidir? Her şeyi bir kenara bıraktım… Vicdanı, merhameti ve iyilik yapmayı anımsatan bir dinin çocuklarında bu duygular hangi ara kaybolup, ellerine pala alarak, kol, bacak kesip, hamile kadının karnındaki çocuğa kıyma refleksi göstermişlerdir? Psikoloji bilimi kişilik davranışlarını incelerken katil ve kurban üstüne çok kafa yormuştur. Toplumsal kitlelerdeki psikolojik hareketleri incelemiştir. Ancak burada ne bir toplumsal hareket ne katil ve kurban durumu var. Milliyetçiliğin de ötesinde bir ruh hali ile hareket eden başka bir mekanizma çalışıyor. İdeoloji de yok buralarda. Ahlak da yok. Yokları olan ve adına yaratık denebilecek, ruhsuz, köksüz, beyinsiz kötülerin salyalarıyla koşturdukları fabrikasyon sistemi bir talan ve katliam var.

Daha önce de yazmıştım. Ses denince benim aklıma her zaman Dersim 38’e tanıklık etmiş Ali Hıdır Şahin gelir. Onun kulaklarına yerleşmiş, asla unutamayacağı ve gözyaşlarından süzülüp toprağa damlayan çığlıklar gelir. Her Dersimlinin kulağında çınlayan bir ses var. Yaşamamışsa da vardır. Toprağa damlayan gözyaşının karıştığı suyla geçmiştir bedenine. Ekilen buğdayla geçmiştir.

Ali Hıdır Şahin, Evrensel Gazetesi’nden Şerif Karataş’a anlatır: "Hepimiz köydeyiz. Yeni ismi Çığla, eski ismi Xec köyünde mezradayız. Babam ve iki kardeşimle birlikteyiz. Nasıl ki bademler beyaz çiçek açıyor ya, öyle. Asker de Demirkapı’dan bizim köye kadar bembeyaz bir şekilde hareket ediyordu. Babam ağlıyordu. Bacımı ve çocuklarını götürdü. Mehmet isminde muhtar vardı. Belinde rahatsızlığı vardı. Hızlı yürüyemiyordu. Bağırıyordu: ‘Kevra Ali, bıreme, şıma bene qırkene.’ (Kirve Ali kaçın, sizi götürüp, katledecekler). Nasıl bağırıyordu? Sanki şu an bağırıyormuş gibi hala kulaklarımda sesi."

Yüzyılların yükü bu. Anlatırken boğaza düğümlenen sözcükler, korku, derinlerdeki acı, bir kez daha gözyaşı oluyor anlatanda. Yapanların içindeki kötülüğün nedenlerini bulmaya, anlamaya çalışıyor hala ve bir türlü nedenini bulamıyor. "Biz Rumlarla büyüdük. Bizde ayrı gayrı yoktu ki 6 Eylül olmadan önce. Bir sevgi vardı, bir saygı vardı, bir hüsnüniyet vardı, bir dürüstlük vardı." 6 Eylül’ü yaşamış bir tanığın DW Türkçeye anlattığı da diğerlerinin anlatımlarıyla aynıdır. "Hala bu kadar sene geçti. Neden bizim başımıza çöktü bu işler?" diye soruyor o vahşeti yaşayan başka bir tanık. Önce ortam hazırlanıyor, sonra o ortama uygun düşmanlık yaratılıyor ve düğmeye basılıyor. Geriye ise hep kulaklardaki ses ve onun nedenini bulmaya çalışan ahlar kalıyor.

Maraş’taki tanığın anlatımları, Dersim’deki Ali Hıdır Şahin’in anlatımları ve 6-7 Eylül tanıklarının anlatımları aynı tondadır ve aynı soruları kapsıyor. Şaşkınlık ötesi bir yaşanmışlığın izlerini görüyoruz tümünde. "Vahşet bu! Dünya çapında bir olay… Artık bunun hesabını kimden soracaksınız? Bu ne biçim olay, hiç insanlık yok mu? Bu başımıza gelen nedir, biz insan değil miyiz? Çok acı, öyle acı duyuyorum ki, artık elimden bir şey gelmediği için kendimden bile nefret eder hale geldim." Maraş Katliamının tanığı dünyaya böyle sesleniyor. Utanma duygusunu yaşayarak sesleniyor. Bu suça ortak olanların utanması gerekirken, onların yerine utanıyor.

Kıyım günleri, kötülüğün ekildiği ve bir takım hesapların hayata geçirildiği günlerdir. Yapanlardan çok, yaptıranların suçlarını sorgulamak gerekiyor. Ancak yapanlardaki vicdan, akıl ve kalbin nereye gittiğini arıyoruz. Komşusuna, çocukluk arkadaşına, her gün alışveriş yaptığı bakkalına, bebeğe, hamile kadına bunu yapan akıl tutulmasını arıyoruz. Kötülük yapanların gözlerindeki canavarlaşmanın ruhunu arıyoruz.

İki şey dolaşıyor sürekli. İlki ses, ikincisi körlük… Birinde gözyaşı, diğerinde salyalar akıyor. Birinde vicdan ve iyimserlik, diğerinde umutsuzluk ve kötülük yürüyor. İyilerin yürüdüğü yolun yolcusuyuz.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özgün Enver Bulut Arşivi