Nereye gidiyorsun sevgilim

Aramızda en çok kullandığımız kelime ayrılıktı… Ama ne zamandır ayrılık kelimesi bile bizim için anlamını çoktan kaybetmişti… Çünkü sözcüklerin anlamlarından daha çok sevmiştik birbirimizi.

Sanki sadece bana sarılarak uyuyunca, nefes alabiliyordu. Uyku teslimiyettir… Uyuyan bir insanın bütün suçları bağışlanır… Uyku masumiyettir… Teslimiyetimi ve masumiyetimi sanki yalnızca uykumda hissediyor ve bu yüzden bana olan o sonsuz hasretini ancak böylesi anlarda giderebiliyordu.

Yıllardır bana susuz kalmışçasına ve sanki bütün varlığımı içer gibi sarılıyordu bana… Beni bütünüyle hissedebilmek için yanımızda kim varsa gitsin, gece gelsin ve biz uyuyalım ve sadece o anlarda ortaya çıkan aramızdaki o sonsuz yakınlık kokusunu içine çeksin istiyordu…

Hissettiklerini yaşamasına ve sevgisinin ne denli yakıcı olduğunu anlatmasına hayat izin vermiyordu çünkü… Aşkını bana sarılıp uyurken yaşıyordu en çok… Bu yüzden başka kadınlarla sevişmemden çok, onlarla birlikte uyumamı kıskanırdı…

Hissedebiliyordum: Her sarılışında varlığımı içen hasreti içimi kavuruyor, sanki içime kendi kaderini akıtıyordu… Rüyalarımız birbirine karışıyordu… Duyuyordum: Yıllardır yurtsuz kalmış sevgisi, benliğimde korunaklı ve güven dolu bir yer alıyordu…

Bazen ruhumdaki derin çığlıklarına uyanırdım… Gözlerimi açar açmaz, o da uyanırdı hemen… İçimdeki her harekete sonsuz bir dikkat kesilmişti çünkü… Sevdanın o koyu gözleriyle ve sanki bir kuyunun dibinden gelen sesiyle, ne oldu, nereye gidiyorsun sevgilim, diye sorardı… Okuldan kaçarken yakalanan bir çocuğun gizli korkusuyla, yok bir şey, sen yat, ben bir sigara içip gelirim, derdim…

Salona geçer, pencerenin kenarındaki koltuğa oturup bir sigara yakar, gecenin o koyu ıssızlığında, neredeyse bir hastalık haline gelen sevgisini düşünürdüm…

Son günlerde hep yorgun uyanıyordum… Sanki kuşatılmış gibi hissediyordum kendimi… Ona bütün ömrümü versem bile sevgisinin altında kalacağımdan korkuyordum… Varlığım onun sonsuz beklentileriyle, korkularıyla ve sevdikçe çoğalan hasretiyle doluydu… Karşılayamıyordum yanındayken bile büyüyen o derin hasretini… Sanki kimsesiz yaşıyordu içindeki sevgi yarışını… Aslında kendime bile söylemekte zorlandığım asıl korkum, benliğimin onun benliğinde erime ihtimaliydi… Bu bana sonsuz bir tutsaklık ve büyük bir kayboluş gibi geliyordu… Sanki bir daha kimseye aşık olamayacaktım; sanki bir daha kalbim bir başkası için çarpmayacaktı…

İlişkimiz yıllardır inişli çıkışlıydı… O kaçtı ben kovaladım… O kovaladı ben kaçtım… İkimizin de hayatına birçok insan girdi… Ben onu bir ara tamamen hayatımdan çıkardım… O beni unutabilmek için olmadık insanlarla beraber oldu… Yığınla düş kırıklığı yaşadı… Defalarca birleşip, defalarca ayrıldık… Birbirimizi deliler gibi kıskandık…

Bir süre aramıza kimse girmedi ve biz beraber olduk… O dönemde onu yeniden kazanmam için hiçbir şey yapmama gerek yoktu sanki… Ve artık beni sevmesi için varolmam bile yeterliydi onun için… Tedirginlik, korkular, kaybedip kaybedip bulmalar, benim için garip bir dinginliğe ve sükûnete bırakmıştı yerini… En çok bu yüzden onunla ilgili öyküm bitmiş gibi geliyordu bana… Sanki yakınlaştıkça uzaklaştığımı hissediyorum ondan… Sevgisine duyduğum özlem, vicdan azabıyla dolu bir minnete dönüşmüştü artık… Oysa benden uzaktayken onu delice özlerdim ve bu özleyiş sevinçli bir acı verirdi bana… Bu acı beni zamandan, zamanın o zehir zıkkım akışından kurtarırdı… Ama ne zamandır varlığı acı vermiyordu bana… Ve ben artık zamanın bedenimi ve ruhumu parçalayan geçişini yeniden hissetmeye başlamıştım…

Onu özlerken gerçeği yaşardım oysa… Bana o çılgın, o deli gözlerle bakan gerçeği… Şimdi onu kanıksamaya başlamış ve bir kez daha bu yalan hayata kovulmuştum… Bir kez daha lanetlenmiş varlığıma, bir kez daha kendime katlanmaya dönmüştüm… Sanki büyü bitmişti benim için… Ve yeniden sözcüklerin ilk anlamlarına dönmüştüm… Ve ben bu dönüşe karşı koyamıyordum… Sanki içimde bana rağmen, benden ayrı bir düşünce, bir akıl vardı… Benim bilmediğim sınırlar vardı orada… Bu sınırlar kendimden kuşkuya düşürüyordu beni, ama onlara karşı koyamıyordum…

Eskiden kendimi ona deliler gibi ve hiç susmak bilmeden anlatırdım… Oysa giderek suskunlaşmıştım… Giderek kendimi ondan saklamaya başlamış, şiirlerimi, imgelerimi, içimde biriken sevgi sözcüklerini kim olduğunu bilmediğim, henüz tanımadığım bir başka sevgiliye saklar olmuştum…

Her suskunluğum, her içe kapanışım onun için ölümden beter bir tehditti artık… Kimi geceler uyurken, biraz olsun kendimle kalabilmek ve beni sımsıkı saran kollarından bir an olsun kurtulabilmek için yatağın ucuna gitmemi bile ayrılık acısı gibi yaşadığına emindim…

Aramızda en çok kullandığımız kelime ayrılıktı… Ama ne zamandır ayrılık kelimesi bile bizim için anlamını çoktan kaybetmişti… Çünkü sözcüklerin anlamlarından daha çok sevmiştik birbirimizi.

Bazen bana haber vermeden, ayrılık sözü bile etmeden, ansızın çekip gideceğini, bir daha beni asla aramayacağını, ardında hiçbir iz bırakmadan kayboluşa karışacağını söylerdi… Bunlara pek inanmak gelmezdi içimden…

Ben zamanın akışına bırakmıştım her şeyi, o bir zamanlar nefret ettiğim zamanın… Zaman benim için can sıkıntısı, haset ve tükeniş hissidir… İçimdeki yetinmezlik, adını koyamadığım o sonsuz arayış arzusu beni tekrar zamanın kollarına atmıştı işte… Ondan beni yeni bir acıya, yeni bir kanamaya göndermesini beklemeye başlamıştım ne zamandır…

Öykümü, onun öyküsünden koparıp kendime dönüyordum şimdi, o ise gerçeğin ortasında daha kimsesiz ve giderek daha soluksuz kalıyor, soluksuz kaldıkça da bana daha büyük bir acıyla bağlanıyordu…

Bu acı bazen onu kontrolden çıkartıyordu… Telefonuma gelen mesajları gizlice okuyor, bana mesaj gönderen kadınların mail adreslerini telefon numaralarını ezberliyor, gelen mektuplarımı ben yokken okuyor, kimlerle ne konuştuğumu merak ediyordu… Kafasında benimle ilgili olmadık aşk senaryoları yaratıyor, yarattığı bu senaryolara anında inanıyor, sanki bir başkası için onu terk etmişim gibi delice korkulara kapılıyordu…

Oysa bir başkası için onu terk edemezdim… Bir başkası değil, karakterim, hastalığım, varlığımdı beni ondan usul usul uzaklaştıran…

Karakterim, sevgilimle onun sevgisi arasında sanki imkansız bir uçurum gibi açılıyordu…

Bencil ve doyumsuz biri miyim, diye soruyordum kendime… Yoksa benliğim başkalarına hep kapalı mıydı?.. Öyleyse ne zaman ve neden kilitlenmişti benliğim?.. Dışa açılmayan ve hep kendi etrafında dönen çıkışsız bir kurguda mı tüketiyordum yaşadığım her şeyi?..

Bu soruları defalarca soruyordum kendime… Ve çoğu kez kendimden bile sakladığım her yanıtta bir kez daha nefret ediyordum kendimden… Nefret ediyordum, çünkü duygularım konusunda alçakgönüllü olamıyordum bir türlü… Hep uçlarda, hep derinlerde yaşamak istiyor, bunu başardığımı sanıyor, ama sonunda kendi labirentimin içinde ulaştığım bütün o derinlikleri bir bir yitiriyordum…

O ise beni, yani hayatının asıl anlamını yitirmemek için, onu o yapan gururundan vazgeçmişti her şeyden önce…

Benim için özel ve vazgeçilmez olmak istiyor, ama bunu başaramayacağını her hissettiğinde sonsuz bir korkuya kapılıyor, bu korku yüzünden gururunu durmadan ayaklar altına alıyordu…

En büyük korkusu benim gözümde sıradanlaşmıştı… Ve bu korkusu yüzünden durmadan kendinden eksiliyor, beni sonsuza dek kazanabilmek için hayatla ilgili; tutunmak, güçlü olup, varolmak gibi bütün yeteneklerini ve saklı bütün direnişleri usul usul yitiriyordu…

Neredeyse kendimden çok, onun benimle ilgili bu korku ve kaygılarını düşünür olmuştum ne zamandır…

Hayatının merkezine koymuştu beni… İşine benimle biraz daha uzun vakit geçirmek için çoğu kez gitmiyor, benim dışımda kimseyle görüşmek istemiyor, sosyal çevresini orada ben olmadığım için önemsemiyor, bensiz yaşadığı her şeyi yaşanmamış ve boşa geçmiş sayıyordu…

Dünyanın en ağır yüküydü bu benim için… Kendimi ondan her esirgediğimde onu defalarca öldürüyordum aslına… Sana geleyim mi, diye sorduğunda ve ben, bu akşam yalnız kalmak istiyorum, bana gelme, dediğimde, onu dipsiz kuyulara savuruyordum…

Ben ne zaman kendimle kalmak istesem, o bunu sonsuz bir ayrılık olarak tercüme ediyor, ve bir kez daha yeniliyordu kalbindeki o büyük aşka…

Bensiz yaşadığı her anı, benimle birlikte olacağı bir sonraki ana kavuşmak için, her şeyi ve en çok kendini tüketir gibi yaşıyor ve bu yüzden hayatı durmadan bekleyerek, benimle olacağı o kutsal zamana sonsuz bir hazırlık olarak geçiriyordu…

Gururumdan akan o kimsesiz kan sanki hep bir boşluğa yazılıyordu… Durmadan kaybediyor, kaybettikçe beni daha çok seviyor, sevdikçe hayatla olan bağları bir bir kopuyor, hayata yenildikçe sevgisi hiç olmadığı kadar çoğalıyordu…

Bu umutsuzluk bensiz olmayı onun için biraz daha imkansız kılıyordu… Ve bu imkansızlık hissi kendisinden beklemediği hırslara sürüklüyordu onu…

Bu yüzden ilişkimizin son zamanlarında yaşlanmaktan ve benim için çekiciliğini kaybetmekten ölesiye korkmaya başlamıştı…

Öyle ki benimle birlikte ölüme gözünü kırpmadan gidecek olan bu insan, bazı anlarda, bir başına ölmekten herkesin korktuğundan daha çok korkar olmuştu… Bu korku yüreğini soluksuz bıraktığı zamanlar abartılı makyajlar yapar, açık saçık giyinir, beğenilmek ve birilerinin onu arzuladığını hissetmek için sokaklara çıkardı…

Bu korku yüreğini soluksuz bıraktığı zamanlar internete girer, tanımadığı adamlara fotoğrafını gönderir kendisine kur yapanlara cevap verir, sanal ilişkilerde o yenik düşmüş, o kimsesiz ruhunu biraz olsun şımartmaya çalışıyordu…

Ama ne yaşarsa yaşasın, her defasında, bu yola çıktığından daha kötü, daha çaresiz bir halde, o kendisinden kurtulmak için çıktığı evine istemeyerek geri dönmek zorunda kalırdı… İstemeyerek, çünkü evi onun sonsuz yenilgisiydi… Çünkü evi baştan aşağı bendim…

Birlikteydik, ama yalnızlıklarımız bize ait olmayan bir boşlukta kendi başına umutsuzca büyüyordu… Onca enerji, onca imge, onca hayal, kendi başına, gözünü kimsesiz bir uçuruma dikmiş, orada öylece büyüyordu… Ben sevgimi ondan ayıran karakterime düşmandım… O beni umutsuzca seven kalbine düşmandı… Artık sevgisine düşmandı, hayata, bana ve hatta çoğu kez kendisine bile kanıtlayamadığı sevgisine… Bense kilitli sandığım benliğime…

 Sanki dilsiz kalmış gibiydik…

 Aramızdaki uçurumu kösnül cinsellikler ve sapkınlıklarla doldurmaya çabaladık bir ara…

 Beni yitirmemek ve benim için hep özel kalabilmek için bu isteklerime de boyun eğdi…

 Sevişirken aramıza başka kadınlar, başka erkekler almaya başladık..

 Aramızda giderek büyüyen uçurumlar bizi sevmek isteyen, bizi arzulayan kadınlara ve erkeklere savuruyor, birbirimizi ne kadar sevdiğimizi sınamak için yüzü olmayan kadınlara ve erkeklerle sevişiyorduk…

O beni kazanabilmek için girdiği bu yolda kendi karanlık yanlarını fark ettikçe, içindeki umutsuz aşkı benden daha umutsuz şeylerle sınamaya başlamıştı… Bense aramızdaki uçurumu doldurabilmek için zorladığımız her kapının bizi biraz daha kendimizden ve birbirimizden uzaklaştırdığını görüyor, ama bir şey yapamıyor, bir kenara çekilmiş sürüklenişimizi seyrediyordum…

Masumiyetimiz hayallerimizin sınavından biraz daha kirlenerek çıkıyordu…

Korkularımız o çok güvendiğimiz erdemlerimizden daha eskiye dayanıyordu…

Ve bir gün ansızın kayboldu… Telefonları kapalıydı… İşyerini aradım, birkaç gün önce ayrıldığını söylediler… Evine gittim, kapıyı tanımadığım biri açtı… Başka bir kiracı taşınmıştı… Arkadaşlarını tek tek aradım… Hiçbiri onun nereye gittiğini bilmiyordu…

Günlerce aramasını bekledim… Aramadı… Beni artık aramayacağına inandığım an derin bir korkuya kapılmıştım… Söylediği gibi ardında hiç iz bırakmadan ve ayrılığın sözünü bile etmeden çekip gitmişti…

Dünya sonsuz bir ıssızlıktı artık benim için… Giderken peşinden götürmüştü insanları, umutları, mevsimleri hayalleri, acıları bile…

Sanki sadece o tanıyordu beni… Kim olduğumu bile alıp gitmişti…

Anladım, yüreğimin en saklı yerlerinde yalnızca onun eli dolaşmıştı…

Gizlediğim, sakladığım ne varsa alıp gitmişti… Artık nereye dokunsam benliğim acıyordu, bu acıyı durdurmak için benliğimin bir başka benlikte erimesini istiyordum…

Ama benliğimi alıp da gitmişti…

Öylesine üşüyordu ki yüreğim, bu üşüme dinsin diye onun beni sevdiği gibi bende birini umutsuzca sevmek istiyordum…

Umutsuzca sevmemi bile alıp gitmişti…

Kimi geceler ansızın uyanıyorum… Gözlerinin o koyu sevdasıyla bakıyor yine… Bana, nereye gidiyorsun sevgilim, demesi için yavaşça kalkıyorum yataktan… Ama o hiçbir şey söylemiyor… Bir boşluğa bakar gibi bakıyor bana…

Meğer ben sadece onda yaşıyormuşum…

Yaşayan her şeyimi alıp da gitmiş…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi