O kan ki senin ruhundur

Yokluğun ürperten rüzgârında savrulup duran o sahipsiz uçurtmayım artık… Ya da Kız Kulesi’nin önünden süzülüp geçen o hayalet gemi…

Sen, seni kaybetmenin ne demek olduğunu bilemezsin… Sen seni hiç paylaşmadın ki… Hiç sensiz kalmadın ki… Hayır, sakın içindeki amansız sürgünden bahsetme bana… O büyük yalnızlığından, seni çocukluğunda terk eden ve dönüp içine her baktığında o koca boşluğunda yeniden ve hep yeniden kaybolduğun benliğinin o karanlık kuyusundan sakın söz etme… Sakın bana sensizliğinden bahsetme… Çünkü o dipsiz karanlık sensin. O bulamadığın kendinsin sen… Bütün kayıplarınla, intiharlarınla, vazgeçişlerinle, savruluşlarınla, ruhunun sürgünlerine yaptığın bitmeyen yolculuklarınla sensin o… O sensin işte. Ben onu sevdim. Ben senin içindeki o yakıcı yokluğu sevdim. İçindeki o sonsuz boşluğu, o özlediğin benliği sevdim. Sen hiç senden mahrum kalmadın sevgilim…

Hayat ellerimin arasından kayıp gidiyor… Ellerimizin arasından. Aşkımız gözlerinden silinip gidiyor… İçindeki okyanusun sularını taşıran unutulmuş rüzgârına adımı fısıldıyor hayatın kıyılarına…

Yavaş yavaş eskiyor gözlerim gözlerinde, tenim teninde, adım dudaklarında… Yavaş yavaş siliniyorum hayatın gerçekliğinden… Yokluğun ürperten rüzgârında savrulup duran o sahipsiz uçurtmayım artık… Ya da Kız Kulesi’nin önünden süzülüp geçen o hayalet gemi…

Yaşarım sandım… Her şeye ve hayata rağmen karanlıklara karışırım, sonra nasılsa hep sabah olur… Elimi kendi kanıma batırır, sonra gider yıkarım… Geçip gider sandım her şey… Geçip gider yaşadıklarım, öldüklerim… İyiliklerim ve o en çok kendimi acıtan kötülüklerim… Hepsi geride kalır ve ben sabah aşkınla yeniden doğarım.

Oysa şimdi ne kadar da iyi anlıyorum, geçmişin uçurumlarına ittiğimiz o anlar hiç kaybolmuyormuş. Hep bir gölge gibi takipteymiş arkamızda… Aldığımız her solukta içimize çektiğimiz o hayat, dünden bir türlü kopamıyormuş.

Ne yaşasam hep seni kaybetmişim ben… Kime sığınsam hep senmişsin yitirdiğim… Beni, şehirlerce, yollarca, aşklarca uzağında, o hiç tanımadığım sana bağlayan mektuplarınmış seni yitirmek… Hayatının o hızlı döngüsünde yalnızca küçücük anlara sıkıştırdığın ve belki de yüzlercesine yazdığın gibi yazıp gönderdiğin o birkaç satırı okurken Tanrı’yla konuşur gibi titremem ve kendimi aşkın "sev" diyen o ilahi vahyini alan son peygamber gibi hissetmemmiş… Sev!…

Ah sevgilim, seni sevmek seni kaybetmekmiş aslında… O uzak kentteki hayatımı öldürüp, senin göğünün altında, senin şehrinde, senin sokaklarında yeni bir hayata doğmakmış… Seni tanıdığım o Nisan gecesinde sarhoş hayallerimizin üzerine yağan o incecik kar, bu aşkın kutsallığına Tanrısal bir işaret gibi beni inandırırken, aslında "onu kaybettin" diye fısıldıyormuş kulaklarıma… "İşte tam da bu anda onu kaybettim…"

Bilmem sen de hatırlıyor musun o salaş meyhaneyi… Yıllar geçti aramızdan ve biz bu kentin her sokağında, her duvarında, her meyhanesinde aşkımızın o savruk rüyasından kırıntılar bıraktık. Ama oraya bir daha hiç gitmedik seninle… Seninle ilk kez o masada oturmuş, gözlerinden bana gülümseyen çocukluğuma şaşırırken şu sözler dökülmüştü dudaklarından belli belirsiz: "Sonsuzluğa uzanan ve yalnız bir noktada kesişen iki tren yoluyuz seninle…" İşte o gece o kesişme anıydı hayatlarımızın… Ve ben nasıl da farkındaydım sana dokunduğum anda o rüyadan sonsuza kadar uyanacağımın… Nasıl da farkındaydım, sonsuzluğu yalnızca tek bir geceye, yalnız o geceye sığdırırsam onu ölümsüz kılacağımın… Belki de o tren yolları gibi sonsuzluğa uzanan hayatlarımız yetinmeyi bilmeliydi o bir gecelik kesişmeyle… Belki de hayat doğan güneşle birlikte üzerimize ışımadan o rüyadan uyanmalı, ayrılmalıydık. Ama olmadı… O Nisan gecesi incecik bir kar olup üzerimize yağarken, çocuk ellerin düşlerimi kutsadı… Ömrün ömrümü, çocukluğun çocukluğumu, dudakların dudaklarımı, tenin tenimi… Sen benim mucizemdin. İşte o mucizeye dokunmak aslında onu sonsuza kadar kaybetmekmiş sevgili.

Ya sonra? Sonra hayat bitmiş, aşkın başlamış… 

Şimdi ne kadar da iyi anlıyorum, sana aşık olmak seni kaybetmekmiş sevgili… Bu aşkın seslendiği her yere gitmek, her kapıyı çalmak, adının yankılandığı her evde uyumak, o parça parça hayatını sokak sokak solumak, İstanbul olmak, Kız Kulesi’nin önünden geçen o hayalet gemi olmak, o yitik çocukluğunu kucaklayıp annen olmak, tutkunun ateşiyle yaktığın sevgilin olmak, o bencil ikilemlerinde savrulup dört duvar ve bir yalnızlıktan ibaret rutubetli bir evde unuttuğun olmak, bir gün yeniden hatırladığın ama yokluğunda geçen gecelerin yaralarını ne yapsan da bir türlü yüreğimde silemediğin olmak, bir gün terk ettiğin, ertesi gün Tanrı gibi taptığın olmak, gözyaşlarını yanında saklamayacak kadar yakınlık duyduğun belki de tek adamın olmak, hayatını paylaştığın, ekmeğini paylaştığın, kalemini, şiirlerini, sözlerini paylaştığın olmak, hesaplaştığın, kimi zaman kaçtığın, sıkıldığın, boğulduğun ama vazgeçemediğin olmak, birlikte çocuklaştığın, birlikte büyüdüğün, birlikte yavaş yavaş öldüğün olmak, kendinle konuşur gibi konuşup, kendine sarılır gibi öldürdüğün olmak… Hepsi, hepsi seni kaybetmekmiş…

Hayat seni kaybetmekmiş aslında. Adına kader dedikleri, içinde hapsolduğumuz, ne akışını, ne sonunu, ne de bize biçilen rolleri değiştirebildiğimiz o acımasız öyküde benim rolüm seni kaybetmekmiş sevgili…

Şimdi kusursuz bir aşk romanın kaybetmeye mahkûm kahramanı gibiyim. Sonu başından belli bir kaybediş öyküsünde hapsolmuş, çaresizce çırpınıyorum bu aşkın kaderini değiştirebilmek için… O çocuksu umutlarım ve ardından gelen kaçınılmaz ve korkunç yıkımlarım yalnızca acımasız bir heyecan katabiliyor bu öyküye… Sürükleyicilik katıyor. Ama okuyan herkes biliyor bunun bir kaybediş hikâyesi olduğunu… Yıllardır bir tek ben inanmak istemiyorum.

Sense bir yanınla öykünün, bir yanınla da dışardaki hayatın içindesin. Kopamamışsın sokaktan… Ara sıra başka öykülere karışmak, başka öykülerin kahramanı olmak, başka aşklarda kaybolup kendinden kurtulmak istiyorsun. Bunun adına da "özgürlük" diyorsun.

Söylesene sence ben neden vazgeçtim hayatın o tatlı şurubundan, o çileksi tadından, o gelgeç kokusundan… Neden vazgeçtim yaşamaktan? Neden silahsız neferi oldum bu aşkın? Neden hep savunmasını ben verdim? Neden bir öyküye hapsettim kendimi? Şimdi aldığım her soluk seni benden biraz daha uzaklaştırırken neden artık nefes almak istemiyorum? Seni benden çalan o hayatı neden istemiyorum?

Gerçekliğin içince kaybolmuş bir hayalden farksızım artık. Aşkım yalnız sözcüklerinde, o kendi kanına batırarak yazdığın öykülerinle o bir türlü parçası olamadığım gerçekliği… Öykülerindeki sevdana inanıyorum, öykülerindeki aşkımıza ağlıyorum. Aşkın beni çocukluğuma götürüyor. Öykülerinde yarattığın imgelerle büyülendiğin hayat, o imgelerin içinde kendini bulan ve yazgısını seninle birleştirmeye hazır kadınlar, her an başka bir aşka kapılıp, beni yine o dört duvar ve bir yalnızlıktan ibaret rutubetli evimde geri dönüşü olmayan bir yalnızlığa terk etme ihtimalin, beni o savunmasız çocukluğuma götürüyor; beni hayatın dengeleri içinde kendine bir yer bulması imkânsız bir roman kahramanı yapıyor.

Bu şizofren halim ancak bir öykü malzemesi olarak heyecanlandırabiliyor seni. Öykülerinde ağlıyorsun uyumsuz varlığıma. Öykülerinde bu aşkın önünde eğiliyor, beni yitirmeyi kendini yitirmek gibi yaşıyorsun. Beni kaybetmenin telaşını yalnız öykülerinde yaşıyor, ama hayatındaki varlığımdan ürküyorsun. Gerçekliğin içinde yaşayan ve en az hayat kadar bencil olan o yanın sana olan tutkumu delilikle bir tutuyor. Senin uğruna hayattan vazgeçmişim, bu şizofren sevdam günlük hayatını aksatıyor çünkü… Benimle birlikte hayata yabancılaşmaktan korkuyorsun. Aslında geçek özgürlüğün bir aşk uğruna kendinden vazgeçmek, aşkınsa o Tanrı-sevgiliyi bir ölümlü gibi sevmek olduğunu sana hiç durmadan hatırlatan bu şizofren sevdam koruyor seni…

Şaşırıyorsun sevgilim… Öykülerini okurken, satır aralarında bir başka ruhun varlığını sezdiğim anda gözyaşlarına boğulmama şaşırıyorsun… "Bu sadece bir öykü" diyorsun bana… "Sadece bir kurgu bu… Neden ağlıyorsun?" Beni gerçekten sevdiğine inandığım tek yerin artık sadece öykülerin olduğunu, artık yalnız öykülerinde soluk alabildiğimi ve seni hayatla paylaşmaktan yorgun düşen yüreğimin öykülerinde de seni paylaşmaya tahammülünün olmadığını anlamak istemiyorsun…

Şaşırıyorsun… Sabaha karşı sessizce yanımdan kalkıp gitmeni, o tek cennetim olan uykularımızda beni yapayalnız bırakmanı sonsuz bir yitiriş gibi yaşamama şaşırıyorsun… Beni yalnız bırakıp, başka bir odada uykuna devam ettiğinde rüyalarım kabusa dönüşüyor. Seni rüyalarımda da yitiriyorum, sana ulaşamıyorum, ağlıyorum, herkes gülüyor halime… Hep gözyaşlarıyla uyanıyorum o kabuslardan. Sense çıldırdığımı düşünüyor, bu uyumsuz halimden sıkılıyor, davranışlarımı o bir türlü vazgeçemediğin dışardaki hayata ait bulmuyorsun… Aşkının yalnız ömrümü ve ölümümü değil bilinçaltımı da ele geçirdiğine inanmak istemiyorsun…

Günler geçip gidiyor… Hayat o dayanılmaz hoyratlığıyla akıp gidiyor aramızdan… Gerçeklik her geçen gün aramıza gizli duvarlar örüyor. Ne aşkım ne de ben bu hayatın içine sığabiliyoruz artık. Ve seni her an bir öncekinden daha fazla kaybediyorum. Gözlerim gözlerinden, tenim teninden, adım dudaklarından siliniyor yavaş yavaş…

Oysa şimdi her şeyden daha iyi anlıyorum beni o bir türlü parçası olamadığım gerçekliğin içinde sevemeyeceğini… Öyleyse sevgilim, ne olur beni içine al… Hayatımdan çekilmek ve ömrümü sana vermek istiyorum. Ömrümü senin yaşamanı, senin içinde kaybolmayı, yalnız ama yalnız sen olmayı istiyorum artık.

Ne olur beni içine al… O karanlık ruhuna, o büyük yalnızlığına, o seni çocukluğunda terk eden ve dönüp içine her baktığında boşluğunda yeniden ve hep yeniden kaybolduğum benliğine al beni… O kendinden sürgün kendine al… Yüreğinde arınıp öykülerine akan, kalemini hiç sakınmadan batırdığın o sıcak kanına al beni… O kan ki senin ruhundur… Beni ruhunda sakla.

Yeter ki bu sevdalı ömrüm, böyle yavaş yavaş silinmesin gözlerinde…

Kız Kulesi’nin önünden geçen hayalet gemi gibi

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi