Ölümünün 57. yılında Nazım Hikmet üstüne farklı bir söylem

Ölümünün 57. yılında Nazım Hikmet üstüne farklı bir söylem
N. Hikmet’in yurtseverliği, sosyalizme, partisine ve evrenselliğe olan inancı çoğu insanı çıldırtıyor âdeta. Onun şahsında yok sayılmak istenen bunlar aslında.

Tacim ÇİÇEK*


Meyvesiz ağaç taşlanmaz, ama…

Her dış uyarıcı kendine benzeyen şeyi anımsatır insana. Bu bağlamda Nâzım Hikmet’e dair bazı haksız eleştirileri hatırlatarak farklı bir söylem oluşturmak istiyorum. Bana bu olanağı veren, "söyleyene değil söyletene bak"a uygun davrananlar ve söz edenlerdir; bu biline...

Bir kere, adına ister önyargı, isterse şablonculuk diyelim, olumsuz bir dillendirmenin aklımızda oluşturduğu çerçeveyi bir turnusol kâğıdı gibi kullanamayız, doğru değil bu. Nesnel de değil üstelik… Aklımızdaki "şablon"a uymayanı "tu kaka" etmek/saymak yanlıştır. Aklında dogma ve yanlışlar taşıyanlar günün birinde gerçeğin kayasına öyle bir çarparlar ki neye uğradıklarını bile anlayamadan düşünsel bir boşluğun içine yuvarlanırlar. Tarifsiz içsel bir acı çekerler. 

N. Hikmet’in yurtseverliği, sosyalizme, partisine ve evrenselliğe olan inancı çoğu insanı çıldırtıyor âdeta. Onun şahsında yok sayılmak istenen bunlar aslında. N. Hikmet’in kendisiyle ve yapıtlarıyla ilgili yayımlanmış kitap sayısı yüzün üstünde. Bana göre, bunların arasında en önemlisi arkadaşı ve yoldaşı (bir dönem için) Vala Nurettin’in "Bu Dünyadan Nâzım Geçti"sidir.

O, öleli 57 yıl olmuş. Ama onun için söylenmedik bir şey kalmadı denebilir. Yalnız bir yanı hep görmezden gelindi. O da TKP’liliği… Bir abartı sayılmasın ama denebilir ki 90’lardan bu yana herkesin bir Nâzım’ı var aslında:

- Aşk ve sevda şairi.

- Kartpostal şairi.

- Kuvva-yi Milliye Destanı yazan milliyetçi şair.

- Marksist acılarla ajitasyon ve propaganda şiirleri yazan şair.

- Ortodoks sosyalist düşünce ve davranıştan milim sapmayan TKP’li şair.

- Devletleştirilmiş sahipsiz şair.

Bu saptamalara daha başkaları da eklenebilir kuşkusuz. Oysa bir tek "insan Nâzım Hikmet" var. 1902’de doğmuş. 1913’te ilk şiirini yazmış. 1915’de ilk şiiri yayımlanmış. 1963’te SSCB de 61 yaşında ölmüş. 1921’de Moskova’ya ekonomi öğrenimi için gitmiş. 1924 yılında dönmüş. "Aydınlık"ta çalışmış. 1925’te de ilk kez yargılanmış. Vesaire vesaire… Ve salt Türkçenin şairi değil o. Ülkemizden ülkelere gürül gürül akan bir şiir ırmağıdır. Gençliğinin 13 yılını çok sevdiği ülkesinin hapishanelerinde geçirmiş. Onun suçu Türkçeyi kimi zaman bir sevgili gibi okşayarak, kimi zaman da bir şamar gibi kullanarak, haksızların, sömürgenlerin, savaşların karşısında olmasıdır. Bugün yüzyılın yirmi, yirmi beş şairi arasında ilk sıralarda gösterilmesi, önemsenmesi, yaşatılması, anılması ve dilinin ses bayrağı olarak yükseltilmesi azımsanmayacak bir olgu. Bu yüzden bu büyük insanın ülkesinde bir dikili taşının olması en çok da onun hakkı. O, çeşit çeşit meyvesi olan özgün ve farklı bir ağaç. Meyvesiz ağaçların taşlandığı görülmüş mü?

Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman

Ben yirminci asırdayım / Ve bununla övünüyorum / Bana yeter

yirminci asırda olduğum safta olmak / bizim tarafta olmak

ve dövüşmek yeni bir alem için…

diyen N. Hikmet’i yeni nesillere tanıtmak için Moskova'da "Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı" kurulurken bizde hâlen amacı aşan "taşlamalar" olduğu düşüncesindeyim; şimdi bunlara değinerek farklı söylemimi sürdürmek istiyorum:

 

1. N. Hikmet Stalin’e karşı / mıydı?

Reel sosyalizmin çökmesiyle birlikte, sanki insanın sömürülmesi ve artı-değer ortadan kalkmış gibi; vahşi kapitalizmin yedeğinde varlıklarını korumaya ve sürdürmeye çalışan emperyal ve yerel egemenler çeşitli söylemler geliştirdiler, geliştiriyorlar da. Çoğunluğu gri propaganda türünden olan bu söylemlerin dayanaksız olmaları bir yana, hep de ikinci el düşünceler olması acı ve bir o kadar da düşündürücü bir gerçek. Bu söylemlerden biri, "Yaşasın Hitler demeye cesaret edemeyenlerin kahrolsun Stalin demeleri" dir.(Bu cümle, ışık içinde olsun, sevgili Kerim Korcan’ın bana yazdığı bir mektubunda geçer.)

V. Nurettin, yukarıda adını andığım kapsamlı kitabında, N. Hikmet’in Stalinist, kendinin de Troçkist olduğunu yazıyor. N. Hikmet’in böyle olmasında Abit Alimof’un büyük etkisi olduğunu söylüyor V. Nurettin. Ayrıca Nâzım’ın Moskova’ya son gidişi 29 Haziran 1951. O dönemde -ki 2. Paylaşım Savaşı’nın üstünden çok zaman geçmiş değil- hâlâ Stalin, Sovyetleri düşmandan kurtarmış büyük bir önder. Halkının üstünde etkili… Kabul etsek de etmesek de sevilen biriydi. Stalin 1953 yılında ölüyor. 2 yılda Stalin işini gücünü, sağlığını bırakıp ülkesine sığınan bir Türk ve de komünist şairle mi uğraşacak… Bu ancak ülkemizde düşünülebilecek bir senaryo. Çeşitli ülkelere geziler yapan Nâzım, Stalin tarafından gâh zehirlenmek gâh trafik kazasıyla yok edilmek istenecek; öyle mi? İstenilen de başarılamayacak ha, buna kargalar bile gülmez, inanın. Bunları ve benzerlerini birinci elden bilgi-belge olmadığı hâlde, günümüzde medyadan ve bir takım teslimiyetçi-uzlaşmacı yazardan, gazeteciden öğreniyoruz. Üstelik de varlık nedeni Stalin düşmanlığı olan Kruşçev döneminde. İstediği gibi açıklama ortamı ve korunması varken, Nâzım da sessiz kalıyor. Oysa Nâzım, Vala’nın çalışmasına koşut biçimde Stalin için de şiirler de yazmış. Bir bölümünü vereceğim şiir 8 Mart 1953 başlığını taşıyor. Nedim Gürsel’e göre, "1956’dan sonraki baskılardan çıkarılmış. Stalin’in ölümüyle ilgili şiir şöyle:

önce kim kime metin ol kardeşim diyecek 

önce kim kime başsağlığı dileyecek?

hepimizindi o, hepimizindir 

yoldaşlarım, acınızı duyuyorum

sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle

seviyorum onu, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi

sevdiğiniz gibi, aynı muhabbetle, aynı hürmetle…

(Başkaldırı Edebiyatı’ndan, 1997)

Ayrıca bir dörtlük de var Stalin için:    

çepeçevre oturduk seksen bin kişi / geldiler ortaya yirmi bindiler

halkların halklara barış çağrısı / hepsi birer parça Stalindiler.

Şimdi, ille de bir şey yazılmak, söylenmek isteniyorsa reel sosyalizmin bürokratik engelinde, etkisinden söz edilmeli. Özellikle Kruşçev döneminden… Onun, Nâzım gibilerinden beklentilerinden… Çünkü Nâzım kendisinden sonra başkasının yerine bir şeyler anlatmasını istemeyecek kadar açık sözlü ve yürekli bir şair. İkinci, üçüncü anlatıcılara gereksinim duymadan, en azından bugün için Stalin’le ilgili konularda yazı/lar bırakırdı kuşkusuz isteseydi. 

Ve eski Sovyetlerin kaynakları, arşivleri araştırmak isteyen herkese açık. Buralardan Nâzım arşivine ve onunla ilgili resmi vs. kayıtlara ulaşmak da olası. Sözde iddialar havada kalıyor. Ama Kruşçev döneminde bürokrasi ve siyasi polis, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev Dönemi, N. Hikmet’i rahatsız ediyor. Hikmet ülkesine gönderilmekten korkuyor. Çünkü iade edilirse öldürülecek. TKP’lilere nelerin yapıldığını biliyor. Mimli bir Stalin hayranı olarak SSCB de de Kruşçev Dönemi’nden çekiniyor. Stalin karşıtı yönetime yaranmak için, "Demir Adam" gibi şiirler yazıyor Emin Karaca’nın söylemi de "N. Hikmet’in yapabilecek başka şeyi yoktu," mealinde. Bu bağlamda Zekeriye Sertel’lerin ve başkalarının söyledikleri ve yazdıkları bu konuda N. Hikmet  -en azından böyle biliyorum- hiçbir yazılı belge bırakmadığından bu söylemler ortada ve havada kalıyor. "İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?"nun ise doğrudan bir Stalin eleştirisi olduğunu söylemek, şairi anlamamaktır.

 

2. N. Hikmet Kürtler için yazdı / mı?

Kürtler için şiir yazmadı serzenişi bir haksızlık diye düşünüyorum. Çünkü "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı kapsamlı yapıtında şu dizeler var: 

Kalmadı gezmediğim yer. 

Karadeniz’de içinde Lazların 

şarkta Kürtlerin arasında.

Kürtlere kuyruklu derler / yalan kuyrukları yok

yalnız çok asi, çok fakir insanlar. 

Zenginleri de var / ama az, /  beyleri… (agy / 95)

Bu dizeler yeterli görülmeyebilir ama Nâzım’ı içine doğduğu kültürden, yaslandığı dünya görüşünden, ideolojisinden ayıramazsınız. Çünkü onun söylemi (ki her milliyetten işçi sınıfı söylemi) ile "edebiyatçı pratikte başka, şiirde başka olmaz. Çünkü biri pratikte diğeri edebiyatın içinde iki kişilik taşımıyoruz," saptaması sınıfsal olarak örtüşür. Bu yüzden ideoloji, yani Marksizm, şairi haklı bir dava uğrunda kavgaya götürdü. Sınıfsız, sömürüsüz kardeşçe bir toplum adına kavgaydı bu. Ayrıca bence Nâzım da her gerçek Marksist gibi içinde ‘kendi pazarına hâkim olmak’ anlayışı da içerse; ezilen ve sömürülen halkların kendi kaderlerini tayin etmekten ve bu yöndeki mücadelelerden yanaydı. Çünkü gerçek Marksistler bilir ki insanların doğuştan getirdiği özellikleri ve insanî olan istekleri doğaldır. İşte şiirine bu anlayış ve amaç öz kazandırdı. Sanat elbette ideolojiye indirgenemez. İdeoloji o sanatı besleyen kadar aydınlatan bir kaynaktır. Bundandır ki sanat başka, ideoloji başka ya da önemli olan sanattır diyerek N. Hikmet’i ideolojisinden soyutlamak, böyle ele alıp değerlendirmek çok yanlıştır. 

Ve onun hümanizmi su katılmamış bir komünistin hümanizmidir.

 

3. N. Hikmet kadını aşağılıyor mu?

Ona hayranlığından kuşku duymadığım bir kadın şair/yazarımızın N. Hikmet’le ilgili cımbızlaması ve haksız eleştirisi beni gerçekten de üzdü. Bunu, saygı duyduğum ve desteklediğim "kadın bakışı"na dayandırıyordu: "Nâzım’ı seviyorum. Bu, onu eleştirmeme engel değil ama. Nesnel olmak zorundayız değil mi? Çünkü eleştiri bir bakıma sahiplenmedir. Bu yüzden anlayışlı olmalı, soğukkanlı davranmalıyız. Pençelerinizi, tırnaklarınızı değil elinizi uzatmanızı ya da kabullenmenizi bekliyorum. Sizin bakışınız sizin benimki de benim olsun ya da en azından bu konuda... Şimdi, onun "dilde bile asalete karşıyım" dizesindeki "dil" eleştirisine katılıyorum. Kadınları aşağılamasını, küçük görmesini kabul etmiyorum ama. İşte bunu kınıyorum. 

Kanıt mı istiyorsunuz, işte:

ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen ( … )

ve ağıllarda 

ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, 

ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar…

Yalnızca bu değil ha, bir de şu var: "Ey ruhu lordlar kamarası kadın! Ey uzun entarili tüysüz Puankare! İlh…"

Elbette Nâzım da eleştirilir. Eleştirilmeli de ama böyle değil tabii ki. Burada gerçek bir cımbızlamayla karşı karşıyayız. 

Kanıtlarına katılmadığımı belirttim, çünkü kanıt yoktu ortada. Cımbızlamanın nasıl bir yanlış olduğunu çok yalın bir örnekle açayım önce. ‘Abdestsiz namaz kılmak caiz değildir’ cümlesinden ‘abdestsiz’ sözcüğünü çıkaralım ve bir dindar için bunun nasıl karşılanacağını düşünelim, bir an için. İşte onun Nâzım’a yaklaşımı böyle bir şeydi.  Şimdi, şiir sözcüklerden oluşur. Uzun ya da kısa olsun her şiir aslında bir sözcüktür. Sözcükler hecelendiğinde nasıl ki bir anlam çıkmıyorsa ortaya, şiiri oluşturan sözcüklerde, hatta dizelerde -cımbızlayarak da olsa- anlamlar çıkmaz ortaya. Böylesi bir anlam aramak da boşunadır. Çünkü şiir bir bütündür, ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız dizeler kümesi değildir, dedim. Yöntemini çok haksız bulduğumu söyledim. Dili ses bayrağı yapan ve onunla sarınıp yatan şairin sandığı gibi "dil"i hor görmediğini de söyledim ve de ekledim: O, Yakup Kadri’ye verdiği yanıtta:

sen şiirin asi kamusuyla konuşuyorsun 

ben asaletten anlamam,

şapka çıkartmam konuştuğun dile, düşmanıyım asaletin/kelimelerde bile.

Bunu derken, sınıflı toplumlarda aynı "dil"i kullanmanın anlaşmaya yetmediğinin altını çizdiğini belirttim. Çünkü "söylem"ler farklı olunca "dil" de her alanda farklılık içerir, kaçınılmaz bir sonuçtur bu.

N. Hikmet’in benim avukatlığıma gereksinimi yok aslında, ama yine de açıklamalıyım ki o kadın/lar/ı aşağılamıyor, küçümsemiyor. Çoğumuzun kanıksadığı ve ezberlediği,

Ve kadınlar / bizim kadınlarımız: / korkunç ve mübarek elleri

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle / anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen / ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen / ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki / ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların / oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, / bizim kadınlarımız

Şiiri okuduktan sonra nasıl çarpıttığını anlattım.

Feodal yapının üretim araçları, üretim ilişkileri gerçekliğinde bu şiiri değerlendirmek gerektiğini belirttim. Dönemin nesnelliğinin bir dışavurumu olduğunu görebileceğinin altını çizdim. Ve onun ikinci kanıtı için de "Bu Dünyadan Nâzım Geçti"yi okumasını önerdim. Cımbızladığı dizelerin şiirin tamamını bilip bilmediğini sordum. Yanıtı olumsuz olunca, adını verdiğim kitaptan aklımda kalanı özetlemeye çalıştım:

"N. Hikmet’in ilk eşi Nüzhet için yazdığı bir şiirin iki dizesi ikinci kanıtım dediğin. Nüzhet, İttihatçı bir ailenin kızıdır. Ve ailesi Nâzım’ı hiç sevmez. Nüzhet, Moskova’ya dek takip eder. Türkiye’ye döner. Fransızca öğretmeni olur. Başkasıyla da evlenir. 

Niçin mi? Ailesi Nüzhet’i Nâzım’dan soğutmak için -evlenmiş olmalarına karşın- bir dosya dolduracak kadar mektup gönderir. Nüzhet, mektupları onunla paylaşır. İkisi de mektuplardan etkilenir. Rüzgârın önüne düşmüş yaprak gibi oraya buraya savrulmamak, bir yere yerleşmek için her şeye isyan etmiş ("saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi uysal bir kız geçinemez.") "bu isyankârdan hevesini alındınsa evine dön" gibi söylemler Nâzım’ı çileden çıkarır. Nüzhet de "bizim de herkes gibi yuvamız olsun," deyince çok sevdiği kadından ayrılmak zorunda kalır şair. İdeallerine veda etmemek için… Böylece söylemine bir hiciv -yarı şaka- ilave eder.

Sen / benim / minare boyunda çam gövdeme, yumuşak / beyaz /bir kurt gibi girin:

ben bağırsaklarında solucan / Makdonald’ı besleyen / İngiliz amelesi gibi taşıyorum

seni içimde / biliyorum / kabahat kimde! Ey ruhu lordlar kamarası kadın! / Ey uzun entarili tüysüz Puankare! 

İşte bu ünlü şiir, anlattığım olayın sonucudur. Kadın/lar/ı aşağılamıyor, küçük görmüyor."

 

4. N. Hikmet devletleştirilmiş / midir?

Bu da ötekiler gibi haksız bir dillendirmedir onun için. Çünkü yazımın en başında söylediğim gibi, o yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla, dünya görüşüyle yüklendiği tüm sıfatların dışında gerçek kendisi olarak duruyor karşımızda. Gerçek anlamda devlet de kişiler ve kurumlar da N. Hikmet’ten besleniyor. Ama onu sahiplenmiyorlar. Hele N. Hikmet’in yapıtları beslenmeye uygun, ama kişiliği buna uygun değil yaklaşımı akıl alır gibi değil. O kendisiyle çelişmiyor. Yapıtları başka yaşamı başka değil. Biri pratikte diğeri edebiyatta faklı kişiler olunamayacağımıza dair sözünü başlarda söylemiştim zaten.

Beslenmeler, değiştirip dönüştürmeler onun dışında var ne yazık ki. Süreç içinde içi boşaltılmış bir N. Hikmet isteniyor. Evet, yazdıklarının içi boşaltılıyor. Örneğin Genco Erkal bile "kardeşler" diye başlıyor onun "yoldaş/lar" diye başladığı şiirlere…  Böylece teslim ediyor ve teslim oluyor...

25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararı ile yurttaşlıktan çıkarılan Hikmet’le devlet ilk defa Ocak 1979’da buluştu. Ahmet Taner Kışlalı Kültür Bakanı’yken. Ali Püsküllüoğlu’nun hazırladığı " Kırlangıcın Kanat Vuruşu" adlı şiir seçkisine şairin on altı şiiri alındı. Devletin onunla ikinci buluşması 19 Ocak 1992’de sahnede gerçekleşti. "Doğumunun 90. Yılında N. Hikmet Aramızda" gecesinde dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar, onu anlattı. 

N. Hikmet’le halkın arasını açmanın en basit yolu, yöntemi yaşamıyla sanatının apayrı olduğu çarpıtması işlendi yine. Oysa onun yaşamıyla sanatı ve yazdıkları bir bütündür. Yurtseverliği, sosyalizme, partisine olan inancı ve de evrenselliği her ürününün ruhudur, özüdür. Dünya halklarının, onların özgürlüklerinin, barışın, aşkların, güzelliklerin ve dostlukların şairi N. Hikmet devletleşmemiştir. O muhalif, müdahil ve mücadelecidir çünkü.

 

5. N. Hikmet’in şiirleri değiştiriliyor / mu?

İnsanımızın değerlerimize yaklaşımı şaşırtmış ve hayrete düşürmüştür beni hep. Masallarda, halkımız yönetenlerden (beylerden, sultanlardan ve de padişahlardan) intikam alır, kendinde çok olandan (çocuklardan) onları yoksun bırakarak… Ya da edinmeleri için uğraştırır onları. Bazen de çok sevdiklerini yaşatır. Onları bayrak yapar. Hatta onları korunma aracı yapar. Düşüncelerini onlara mal eder. Çünkü benim düşüncem dese karşılık görmeyeceğini bilir. N. Hoca örneğinde olduğu gibi. Halk, Hoca’yı sevdiğinden Anadolu’yu talan eden Timur’un karşısına çıkarır (bir asırdan fazla zaman olmasına karşın ikisinin arasında) Böylece Timur’dan intikam alır. Hatta duyduklarını, kendi yaşadıklarını Hoca’ya da mal etmişlerdir. Bu yüzden Pertev Nail Boratav’ın "N. Hoca Fıkraları"nın orijinallerinden katbekat N. Hoca fıkraları var. Ama yine egemen düşüncenin dayatması ve ortam yaratması ile bunun tersi durumlar da olmuştur. Gerçek bir vatansever ve devrimci olan Namık Kemal, dönemin egemen düşüncesinden dolayı çektikleri yetmemiş gibi günümüzde bile -o zamanlar oluşturulan söylemlerle hak etmediği bir biçimde- aşağılanıyor. N. Kemal ile ilgili anlatılar, fıkralar hep belden aşağıdır. Bu ironiyle açıklanamaz. Bu bir değeri değersizleştirme çabasının sonucudur. Bu iki örneğe uygun başka örnekler de var günümüzde ölmüş ve yaşayan bazı değerlerimiz için. Bunlardan söz etmek niyetinde değilim. Yazı boyunca N. Hikmet’ten söz ettiğime göre, ona mal edilen bir şiiri -pek şiir denilmez ama- paylaşmak istemiyorum. N. Kemal için söylenenleri aratmayacak bir içerikle şairin küçük düşürülmek istendiğini düşünüyorum. Bu şiiri çoktandır biliyordum. Başka bilenler de vardır belki de. Hatta benzerleri de olabilir. 

Bunu yıllar önce Mehmet Fuat’a da göndermiştim. Bir kısa mektup da eklemiştim. N. Hikmet’e ait olup olmadığını sormuştum ona. Öldüğü güne dek M. Fuat’tan bir yanıt alamadım. 

Onun tüm şiir kitaplarında da rastlamadım bu şiire. 

Işık içinde olsun M. Fuat’tan da her ne sebeple olursa olsun bu konuda küçücük bir açıklama da olmadı. Bazı dizeler onunmuş gibi gelse de okuyacak olana, burada yer vermemin ona yapılabilecek en ağır haksızlıklardan biri olacağını düşündüğümden, o şiire yer vermiyorum. 

Son olarak, N. Hikmet bu yazının dışında gerçek bir kişilik. 

Onu en iyi anlatan şey de bize bıraktıklarıdır. 

Bizim ondan alacaklarımız önemlidir okur olarak. 

Unutmayalım ki yeryüzünde anlaşılmayacak metin/ler yoktur. 

Çünkü anlayışımız, kavrayışımız algılayışımızla orantılıdır o kadar. 

Ve kem söz yalnızca sahibini bağla(r)maz.

 

* Yazar

Öne Çıkanlar