Sadece kötüler özgürdür

Güneşten ve yıldızlardan çok, paraya taparlar. Her şeyin fiyatını bilirler ama anlamlı hiçbir şeyin değerini bilmezler.

Gittin ve her şey olduğu gibi duruyor bu hayatta… Her şey bıraktığın gibi… Seni tanımadan, bilmeden önce nasılsa, yine öyle hazin, öyle buruk, öyle paramparça… Bir bilgeden okumuştum çok önceden: "Siz bu hayatta iyi başlayıp kötü bitmeyen bir şey gördünüz mü?" diyordu… İnanmamış, yırtıp atmıştım o kitabı. Meğer ne haklıymış… Bu hayatta iyi başlayıp kötü bitmeyen hiçbir şey yokmuş… Haklıymış, kimse düzeltemezmiş bu hayatın adaletsizliğini… Oysa her büyümemiş insan gibi, inanmıştım yaşadığım bu aşkın dünyanın ilk aşkı olduğuna, bu aşkın bütün çağların aşkı olduğuna… Bu aşkın, biz istersek dünyanın bütün adaletsizliklerini düzeltebileceğine… Ne kadar çocukmuşum. Meğerse bu hayatın bütün adaletsizlikleri,
bizim aşkımızdan başlayıp yayılmış her yere… Gittin ve her şey olduğu gibi duruyor bu hayatta… Kırgın ve gücenik anneler, yine çocuklarını özlüyor.

Yine onların arkalarından boşluğa el sallıyorlar. Yine mahkûmlar üşüyor… Yoksullar eskisinden daha çok acı çekiyor yine… İnsanlar ilerliyor sansın, mevsimler yine hep kendine dönüyor… Mevsimler, senin o durmadan üşüdüğün kış mevsimine doğru dönüyor… Yaza, yaz mutluluklarına kanmıştın, işte kış, yine geldi…

Peki, kim ısıtacak şimdi seni?.. Ben ki seni ısıtırken, senin üşümenden hiç bitmeyecek, hep sürecek bir yaz hayal ederdim. İçinin ürpermesinden, hiç lekelenmeyecek bir mutluluk yaratmayı düşlerdim… Seni ısıtırken gülümserdin bana… O gülümseyişinde, enkaza gömülmüş bütün aşklarımın yüzleri belirirdi usulca. O yüzlerin hepsini birden senin yüzünde görmek isterdim. Bu yüzden, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan ısıtırdım seni. Sen, "Tamam, yorulma, geçti üşümem," desen de duymazdım seni. Çünkü sadece seni ısıtmak değildi isteğim… Aşklarımın bütün sulara batmış yüzlerini, senin yüzünde birer birer ortaya çıkartmaktı… Hepsini, hepsini, belki de ilk ve son kez senin yüzünde yaşarken görmekti… Senin de sulara
batmış aşklarının yüzlerini ortaya çıkartmak için yapardım bunu en çok…

Ölüm saplantımı bilirdin ama seni ısıtırken bu saplantıdan bile kurtulmuştum… Yaşadığımız bütün aşklarımızı senin yüzünde görebilmek, onları senin yüzünde öpüp koklayabilmek, onlardan senin yüzüne sarılarak özür dilemek istiyordum. Bu yüzden yaşamalıydım… Onca yıkımdan sonra, bu yaşama isteğim bana göre bir mucizeydi ve mucizenin sırrı sendeydi… Yüzünün ardında gizlediğin esrardaydı… O esrarın bütününü üstlenmeye, bu bilinmezliğin bütün sonuçlarını ödemeye hazır hissediyordum kendimi… Bu aşktan kurtulmak istediğinde, zamanın kurallarına kapılmaya başladığında, en çok yokluğunda fark ediyordum o esrarı…

Sana söylemiştim, "Ben bu dünya zamanının efendisi değilim," diye. "Görünenlerle, güvencelerle, kendimi sağlama almakla ilgili beklentilerim yok," diye… Söylemiştim sana, "Ben sadece aşkla mümkünüm," diye… Söylemiştim sana, "Aşk yoksa benim için hayat bir yanılsamadan ibarettir," diye…

Söyleştim sana, "Benim iki kapım var, biri doğum, biri ölümdür," diye… Doğarsın, aşkın içinden geçersin ve ölürsün… Buraya, bu dünyaya beni kimin gönderdiğini bilmiyorum. Böyle kırılgan, böyle savrulmaya hazır, böyle açık yaralar içinde… Kim, neden gönderir benim gibileri bu dünyaya, bilmiyorum ama oluyor işte…

Birilerinin bu dünyanın haksızlıklarını, adaletsizliklerini tek başına yüklenmesi gerekiyor sanıyorum. Hayat normal yolunda aksın, binalar yükselsin, dükkânlar açılsın, alışverişler yapılsın, şehirler büyüsün, insanlar bir yerden bir yere gidip dönebilsin diye, benim gibilerin bu görevi üstlenmesi gerekiyor belki de…

"Neden ben?" diye sormuyorum ne zamandır. Yazgıma asla lanet okumuyorum. Böyle olması gerekiyormuş… Bu yazgıyı değiştiremeyeceğimi biliyorum artık… Peki, seni nasıl kabul etmeliyim, benimleyken mi yoksa gidişindeki o her şeyi kabullenmiş, bu hayata razı olmuş hâlinle mi? Seni böyle kabul etmek, senden ayrılırken çektiğim acıdan daha büyük, inan! Senin sandığım insan olmadığını bilmek, senin de o diğerleri gibi olduğunu bilmek, ölümünü yaşamaktan daha büyük bir ıstırap. Senin benim için hiç doğmadığına, beni hiç hissetmediğine, sadece bana yazdığın o çok bilindik, o çok klişe senaryonda basit bir rol verdiğine inanmak ve onu istediğin gibi oynayamadığımda başkasına dönmen, sanki hayatımı ve onca aşkı boşuna yaşamışım gibi, derin bir hayal kırıklığı şimdi bana…

Sen bu hayata sımsıkı sarılırken, sadece aşkı özledin. Ama küçük, kısa bir soluklanmaya çıkıp tekrar dönecek kadar özledin… Bu hayatın can sıkıcılığından, her şeyin o çok önceden bilinip ona göre yaşanmasından, çok önceden çizilmiş çizgilerin o adaletsiz sınırlarından biraz olsun çıkarak, saçının birkaç telini yakıp, yeniden kendini toparlayarak, "Bu kadar yeter, artık kendimi korumalıyım," diyene kadar özledin…

Sen doğdun, orada hayatı gördün ve ona sımsıkı sarıldın. Ölüm diye bir kapın yok senin. Hep bu hayatın içinde sonsuza dek yaşayacağına inanıyorsun. Bu yüzden senin iyi ve korunaklı yaşaman gerekli. Yıpranmaman ve huzur içinde olman gerekli. Seni hep koruyacak, geriye döndüğünde koşulsuz kabul edecek güçlü ve sağlam kapıların olmalı… Bu yüzden, sen sırtını o güçlü ve sağlam kapılara dayayıp, bir gün geri döneceğini bilerek uzaktaki aşklara kibarca el sallamalı, onlar için zarifçe gözyaşı dökmelisin… Aşk diye yaşadıklarından geriye, o sağlam, o korunaklı evlerinden birine, sanki çok renkli bir panayırdan, oldukça heyecanlı gösterilerin yaşandığı bir sirkten geri döner gibi dönmelisin…

Oysa aşk, doğum ve ölüm kapısının ortasında yaşanan en hakiki geçittir. Bu geçitten geçilirken, asla arkaya bakılmaz! Asla ileriye bakılmaz! Bu geçitte, bütün zamanların hükmü biter. Aşkın kendi zamanı başlar. Ve bu zaman, ileriye, geleceğe doğru değil, içerilere, derinlere doğru işlemeye başlar. Orada artık bu zamanın kuralları yoktur, orada bu hayatın korkuları biter, orada insan kendi yokluğundan yeni anlamlar çıkarır, hiç gitmediği yollar çıkarır… Aşkın o geçidinde, bir an, yüzlerce yıla bedeldir… Bu geçitte, geçmişin ne ağırkanlı korkuları ne de basit, çıkarcı saplantıları vardır. Bu geçitten geçerken kimse kimseye bir gelecek vadedemez.

Bu geçitte, aşkın kendi zamanı, kendi büyüsü, kendi gerçekliği vardır. Çünkü aşkın bir anında yüzlerce yıl yaşayan bir insan, ne geçmişten ne de gelecekten bir şeyler ummayı aklına getirebilir… Hiç bilinmedik, hiç tadılmadık bir ateşle yanarsın orada; bütün bildiklerini, bütün öğrendiklerini unuta unuta yanarsın, içindeki o hazin ıssızlıkla birlikte, bu hayatın sana dayattığı umutlarla, bütün yanılsamalarınla birlikte yanarsın…

Nafile yanarsın… Ve oradan, bu hayatın kurallarıyla yaşarken arayıp bulamadığın her şeyi, bambaşka bir yüz ve bambaşka bir kalple bulup çıkarsın…
Aşk, yaşarken ölümü göze almaktır. Aşk, bu ölümü göze alanlara gülümseyebilir ancak. Hayatında bir kez olsun ölümü göze almamış bir insan, yaşamaya hiç başlamamış demektir. Sense bana gelirken, ölümü hiçbir zaman göze alamadan çıktın yola… Bana gelirken, bir gözün hep arkada, o güçlü, o sağlam kapıdaydı… Hiç düşünmediğin, hiç beklemediğin şeylerle karşılaştığında, yeniden geri dönebilmek için bir gözün hep arkandaydı… Bana gelirken, gözünün birinde kamera vardı… Sen, hayatını sağlama alırken, aynı anda aşkın büyüsünü yaşamak istedin…

Çoğunluk öyle yapıyor. Ne hayattan vazgeçiyorlar ne de aşkın heyecanından. Kısa, küçük, basit ve heyecanlı yolculuklar yapıp yine evlerine, korunaklı dünyalarına dönüyorlar… Hiç aç kalmamak ve hep geleceklerini garanti altına almak için…

Oysa aç kalabilmeyi bile göze almaktır aşk… Birçoğu bedeli göze alamadıkları için zavallı, sefil bir oyuna çevirirler, aşk diye yaşadıklarını… Bu yüzden, hep sığ kalır gönül dünyaları, hep fakir… Gönül dünyaları sığ kalanlar, bu yüzden hayata ve paraya sımsıkı sarılırlar… Güneşten ve yıldızlardan çok, paraya taparlar… Her şeyin fiyatını bilirler ama anlamlı hiçbir şeyin değerini bilmezler... Artık kalplerindeki esin ve ışık değildir onlara, bir gün âşık olacakları umudunu veren… Ne kadar çok para biriktirirlerse, ne kadar çok mala ve mülke sahip olurlarsa o kadar çok güvenirler kalplerine…

O rüyasız, ışıksız, o ziyan olmuş kalbini sevmişim senin meğer… Nasıl kendi yazgımı değiştiremiyorsam, bu yazgıyı da değiştiremem artık… Nasıl kendi yazgımı sonuna kadar yaşayacaksam, bu yanılgının yazgısını da sonuna kadar yaşayacağım… Bu aşkın bittiği yerden hiç ayrılmayacağım… Çünkü artık, gidebilecek hiçbir yerim yok. Bu dünyaya niye gönderildiğini bilmeyen ben, nereye gidebilirim ki…

Aslında, bilmediğim yerlere çekip gitmeyi çok isterdim. Beklentisiz ve özgür olmayı… Ama gidemem, hiçbir yere… Burada, senin o rüyasız, ışıksız kalmış, o ziyan olmuş kalbinin yasını tutacağım… Aşkımızın yasını… Tutkuları yüzünden kabilesinin yok oluşuna neden olmuş, asi ve gururlu bir Kızılderili savaşçısı gibi, kanlar içinde kalmış topraklarımızda, hep seni bekleyeceğim… Döndüğün hayattan, hiçbir nasibim yok artık benim. Orada bir şeyleri umut etmek, tarifsiz yaralanmaktan başka bir şey değil. Orada mutlu olduğunu sanmak ve bu oyunu sürdürmek öylesine acı vermişti ki bana,
dönsem, şu anda olduğundan daha büyük acı çekeceğim, inan!..

Artık, mutluluğu olmadığı yerde aramaktan çoktan vazgeçtim… Burada, bu kanlar içindeki topraklarda, beni görmek istediğin gibi görmeyi yasak ettim kendime. Artık senin aynanda görmüyorum kendimi… Beni benden koparan zayıflıklarımı, bir kolu keser gibi kesip attım… Burada kimseye haksızlık etmiyorum, bu yüzden bu kederli hâlim… Çünkü döndüğün yerde insanlar birilerine haksızlık ettikçe, hep kazandıklarını ve ölümsüz olduklarını sanıyorlar… Bir tek onlar, arkalarına bakmadan çekip gidebiliyor istedikleri yere… Ne yaşarlarsa yaşasınlar, hiçbir şey onlarda iz bırakmıyor; bir tek onlar özgür…

Hiç umma, hiç ürkme, asla ardından gelmem! Döndüğün yerleri çok iyi biliyorum… O kasveti, o köleliği, o can sıkıntısını… Hiç merak etme, sevginin büyüsünü hiç olmadığı yerlerde aramayacağım artık… Döndüğün yerlerde onun olmadığını iyi biliyorum… Sen, hep yaptığın gibi bir kez daha dön oralara… Açgözlülükle sarıl, o korunaklı mutluluğuna… Ama şunu iyi bil ki ona hiç doyamayacaksın!.. Kalbin rüyasız, kalbin ziyan oldukça, kalbin ışıksız kaldıkça, o sahte mutluluklara daha bir açgözlülükle saldıracaksın… Onu hiç olmadığı yerlerde arayacaksın ama ne yaparsan yap, hiç yalnız kalmayacaksın… O ışıksız kalbinin içinde küçük bir ışık, o rüyasız kalmış, o ziyan olmuş kalbinin içinde seni sana hatırlatacak can çekişen bir rüya, kanayan bir soru hep acı verecek sana…

Arkadaşlarınla düzenlediğiniz o sahte mutluluk partilerinden çok sıkıldığın bir gece; "Kim bunlar, ben burada ne arıyorum?" dediğin anlarda, parfüm, alkol ve sigara dumanı kokularından sıyrılıp balkona çıkacaksın. Serin ve arınmış bir acı vuracak yüzüne… Yıllardır susuz kalmış gibi, uzaklara, ormanlara, uzaktaki dağların doruklarına bakacaksın… Bağırmak isteyeceksin, bağıramayacaksın… Ağlamak isteyeceksin, ağlayamayacaksın… İşte o zaman daha iyi anlayacaksın, bu hayatın kurallarına göre yaşandığında, iyi başlayıp kötü bitmeyen hiçbir şey olamayacağını… İşte o zaman anlayacaksın, mutluluğunu hiç olmadığı yerlerde aramanın, içini nasıl daha da acıttığını… Bu dünyada içinden sadece aşkın geçtiği iki kapı olduğunu,
bunun doğum ve ölüm kapısı olduğunu…

İşte o zaman anlayacaksın, sadece haksızlık edenlerin bu hayatta kazandığını ve ne yaşarlarsa yaşasınlar, arkalarına bakmadan, istedikleri yere çekip gidebileceklerini… İşte o zaman anlayacaksın, sadece kötülerin özgür olduğunu…

İşte o zaman kalbin, hayatının, sığındığın bu hayatın hücrelerine çarpıp geri dönecek… Uzaklarda yakılmış bir titrek alev göreceksin; ben, diye bakacaksın o titrek aleve… O alevi görünce, yıllardır içinin ne kadar üşüdüğünü hatırlayacaksın… O alevi görünce, mevsimlerin hiç ilerlemediğini, nereye gidersen git, başladığın yere geri döndüğünü anlayacaksın… Mevsimlerin, hep kalbine göre döndüğünü anlayacaksın…

O titrek alevi gördüğünde, o ziyan olmuş kalbini sonsuza dek benimle, bu uzaktaki dağ başında bıraktığını anlayacaksın… Oysa ne kadar çok isterdin kalbinin yanında olmasını, sana sarılıp seni ısıtmasını… Ne kadar çok isterdin, ne kadar kirletmiş olsan da yalnızlığının seninle birlikte olmasını…
Ama artık yalnızlığının yerinde koca bir boşluk olacak… Nereye gidersen git, yanında o boşluğu götüreceksin… Eğlenirken, sevişirken, bir şeyler hayal ederken, bakkaldan sigara isterken bile yalnız olmadığını hissedeceksin; dönüp ona sarılmak isteyeceksin ama onun yerine koca bir boşluğa sarılacaksın…

Çünkü ben bir yere gitmedim. Burada, aşkımızın bittiği yerde, o rüyasız, ışıksız, o ziyan olmuş kalbini bekliyorum… Kendi kalbimi bekler gibi… Ben seni özledikçe, ben senin kalbini bekledikçe, sen de hiç özgür olamayacaksın…

Çünkü "sadece kötüler özgürdür…"

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi