Şakir Bilgin: Yaşamın, direnişin, sürgünün, gerçeğin yazarı

Şakir Bilgin: Yaşamın, direnişin, sürgünün, gerçeğin yazarı
Şakir Bilgin Eğitim Enstitüsü’ne başladığında siyasal tutumunu belirlemişti. Devrimci bir öğrenci olarak boykotlarda, direnişlerde yer alıyordu.

Kemal YALÇIN


Bazı insan halleri vardır ki yaşamadan anlaşılamaz. Bazı insan manzaraları vardır ki yaşamadan yazılamaz. Şakir Bilgin işte böylesi insan manzaralarını yaşayıp yazıya döken az sayıdaki yazarlardan biridir.

Şakir Bilgin yetenekleri, olanakları ölçüsünde; kavrayabildiği koşulları değiştirmek için çıkmıştı yola. İnsanca yaşanabilen bir ülke ve dünya özlemiydi aklında çiçeklenen. Binlerce insanın başına gelen, onun da başına geldi. Yeryüzü cennetini yaratayım derken, zalimlerin cehennemine düştü!

İlkokul Öğretmeni Şakir Bilgin Bolu- Mengen, Kariishak Köyü, 1969

Şakir Bilgin, sadece söylenmiş bir türküyü tekrarlayan kişi değildi. Yüzeceği denizi, söyleyeceği türküyü kendi emeğiyle yaratan insanlardandı. Aktarmacı değil, üretici olmaya çalışıyordu. Safını, yolunu kendi bilinci ve vicdanına göre seçti.

İlk kitabı "Güneş Her Gün Doğar" 1988 yılında İstanbul’da, Yön Yayınları’ndan çıkmıştı. Bunu, "Devrimden Konuşuyorduk" (1990), "Laßt die Berge unsere Geschichte erzählen" (Dağlar Anlatır Bizim Öykümüzü) adlı Almanca kitabı izledi. "Sürgündeki Yabancı" 1998 Ocak ayında, İstanbul’da, Pencere Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu kitaplarını Almanya’da Önel Yayınevi'nde basılan "Bir Daha Susma Yüreğim" (2001), "Güzellikler Yeter Bana" (2002) ve "Kirli Çoraplar" (2019) romanları izledi.

 Şakir Bilgin, Metris Özel Askeri Ceza ve Tutukevi, Metris D-5 Koğuşu Haziran 1983

12 Eylül 1980 darbesinin üstünden 40 yıl geçti. Bu arada Şakir Bilgin’in 12 Eylül üzerini yazdığı kitapları tükendi. "Güneş Her Gün Doğar", "Devrimden Konuşuyorduk" ve "Sürgündeki Yabancı" 40. Yılda 12 Eylül Üçlemesi olarak yeniden Kibele Yayınevi tarafından yayınlandı.

12 Eylül 1980 darbesini ve darbeden sonra Almanya’da 15 yıl siyasi sürgün hayatını yaşamış bir devrimci, TÖB-DER’li bir öğretmen ve yazar Kemal Yalçın olarak bu yazımda Şakir Bilgin’in yaşadığı acıları paylaşmak ve Eylül Üçlemesi’ni tanıtmak istiyorum.

Bir yazarı ve yapıtlarını, yaşam serüvenini izleyerek daha bütünlüklü anlayabiliriz. Bu gereklilik Şakir Bilgin gibi kendi yaşadığı gerçekliği öyküleştiren, romanlaştıran bir yazar için daha önemli oluyor.

Şakir Bilgin,  Sağmalcılar 2 - Özel Tip Askeri Ceza ve Tutukevi F 7 koğuşu, 26.7.1985

Şakir Bilgin hayatını rüzgarlara vermedi

Şakir Bilgin, 1951 yılında Mengen kazası, Pazarköy bucağında doğdu. Babası Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmendi. Annesi köy kökenli bir ev hanımıydı. Ailenin dört çocuğundan ikincisiydi. Çocukluğu köylerde geçti. Ortaokulu Mengen’de okudu. 1968 yılında Bolu Erkek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. 4 yıl köy okullarında öğretmenlik yaptı. 1973’de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümüne girdi. Türkiye’nin en çalkantılı yıllarıydı. Toplum kabına sığmıyor, her kesim kendine çıkış yolları arıyordu. İlerici- gerici ayrımı, sağ sol çatışmaları ortaokullara kadar inmişti. Yüksek öğrenim yılları çatışmalar içinde geçti.

Şakir Bilgin Eğitim Enstitüsü’ne başladığında siyasal tutumunu belirlemişti. Devrimci bir öğrenci olarak boykotlarda, direnişlerde yer alıyordu. Birçok devrimci öğrenci gibi polisin, MHP’lilerin saldırısına uğradı. Yaralı arkadaşlarını kucağında taşıdı. Yaşam o yıllarda hoşgörü, iyi niyet tanımıyordu. Siyasal ayrımlara kan bulaşmıştı.

Beden Eğitimi öğretmeni olarak 1976’da Niğde Lisesi’ne atandı. Fakat Niğde’de sağ terör ortalığı kasıp kavuruyordu. Can güvenliği kaygısıyla öğretmenliğe başlayamadı. Almanya’ya öğretmen olarak atanmış olan babasının yanına geldi.

Köln Akademisi’nde spor ihtisası yaptı. 1978 yılında Köln’de Türkçe öğretmenliğine başladı. Aynı yıl Köln Öğretmenler Derneği’ni kurdular. 2 yıl Kurucu Başkanlığı’nı yürüttü. Daha sonra Köln Halk Derneği’nin başkanlığını yaptı.

1982 Kasım ayı başlarında Türkiye’ye gitti. 13 Ocak 1983 günü örgütlü çalışma yaptığı savıyla siyasi polis tarafından yakalandı. 45 gün siyasi şubede gözetimde kaldı. İşkenceden geçti. 37 ay Alemdağ, Metris, Sağmalcılar Hücre Tipi Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 12 Eylül rejiminin ne olduğunu etiyle kemiğiyle yaşayarak gördü. İnsan onurunu koruma mücadesine katıldı. Toplam 100 günün üzerinde açlık grevlerine, ölüm oruçlarına katıldı. Ölüm kokusunu ilk kez o yıllar kokladı. Ölüm kokusunu duyumsadığı açlık grevinin ilerlemiş günlerinde başını yastığa koyduğunda Pazarköy’ün deresinde bulurdu kendini! Cezaevi döneminin sadece bir yılında yazma olanağı bulabildi. Aylarca yazacak kalem bile verilmemişti. Yazmak da yazışmak da yasaktı.

Şakir Bilgin, Metris Özel Askeri Ceza ve Tutukevi 29 Ocak 1986

Tutukluluk döneminde Almanya’da geniş dayanışma eylemleri oldu. Alman Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) geniş ve etkin dayanışma örgütledi. Askeri Mahkemelerde görülen Devrimci Sol Davası’ndan yargılanan üyeleri Şakir Bilgin’in duruşmalarına 5 ayrı gözlemci heyeti gönderdi. Devletin en üst düzeyinde, serbest bırakılması ve Almanya’ya tekrar gelebilmesi için girişimlerde bulundu. Bu girişimler sonucunda 1986 Şubat’ında özgürlüğüne kavuşabildi.

1987 Nisan ayında Almanya’ya gelerek, Köln yakınlarındaki Pulheim kentine yerleşti ve tekrar öğretmenliğe başladı. Siyasal uğraşını kaldığı yerden omuzladı. Toplumsal sorunlara duyarlılığı bu kez insan hakları alanındaki çalışmalarda ürün verdi. Türkiye-Almanya İnsan Hakları Derneği’nin (TÜDAY) kurulması için yoğun çabalar yürüttü. Bu derneğin iki yıl "kurucu başkanlığını" yaptı.

Şakir Bilgin, Metris Özel Askeri Ceza ve Tutukevi 29 Ocak 1986

Yazmak boynunun borcu olmuştu

Her yazarın, yazmaya başlamasının bir nedeni vardır. Yazmak bir tutkuya dönüşünce üretken ve içten olur. Gelip geçici bir sevdayla yazar olunmaz.

Şakir Bilgin, kendini yazmaya yönelten Ali Rıza adlı koğuş arkadaşını ilk kitabında şöyle anlatıyor:

"Cezaevine Ahmet Altan’ın `Sudaki İz’ kitabının girdiği günlerdi... Kitabın açıkça taraf tutmasına bir şey dediği yoktu Ali Rıza’nın. ‘Yaşamın salt çürüyen, ölen yönüne sahip çıkmasını’ bir türlü kabullenemiyordu. ‘Bir roman yazmak gerekir. Bizleri yazmak gerekir... Dayı, sen bunu yazarsın...’ diyordu. Ben de Ali Rıza’ya söz verdim. Eğer günün birinde bir roman yazarsam seni de anlatacağım, dedim."

Bir soru, bir söz, bir bakış, bir damla sevda yeter bazen başlamaya. Şakir Bilgin de Ali Rıza’ya verdiği sözü Metris’ten kurtulup Almanya’ya gelir gelmez yerine getirmiş denebilir. Özgürlüğüne kavuşması için yorulmadan, tavsatmadan dayanışma eylemi yapan Alman - Türk arkadaşları da, "Yaz Şakir... Yazmalısın! Yaz ki unutulmasın! Yaz ki çektiklerin güle dönüşsün!" dediler.

Güneş Her Gün Doğar

"Güneş Her Gün Doğar"a işte bu havada başladı. 256 sayfalık kitabın ilk taslağını 15 günde yazdı. İlk kitabına bir rapor yazma düşüncesiyle başladı. Ama bu çalışma günce-anı türünde bir yapıtla sonuçlandı.

Söz vermişti Ali Rıza’ya, Ali Rızalara ve kendi vicdanına: "Gerçekleri çarpıtmadan, tarafsız bir yazar olarak kaleme alacağım! Devrimci mücadelede ve içerde tanıdığım insanları kimini hain, kimini kahraman olarak görmeden olduğu gibi anlatacağım!"

Şakir Bilgin yazarlığında bu ilkeyi korudu. Sol örgütler içinde bir insanın hem vezir hem de rezil edilmesinin alışkanlık haline geldiği ortamda, insanları yalnızca bir solcu olarak değil, önce bir insan olarak görmeye çalıştı. İnsanın güçlü ve güçsüz yönleriyle bir bütün olduğunun altını çizdi eserlerinde.

Bu anlayışı, geçmişi sorgularken de uyguladı. Yenilgiyi destanlaştırmadı. Ne geçmişe övgü düzüp, gözlere perde çekti; ne de yaşanan sürecin olumsuzluklarına bağlanıp umutsuzluk yaydı. Cezaevleri gerçekliğine ışık tutan ve tarihe bu anlamda kayıt düşen kitapların başında gelen "Güneş Her Gün Doğar", insanlığın sönmeyen umudunun sesidir. En güçsüz olunan günlerde ve ortamda bile yaşamı filizlendirmek için direnen devrimcilerin gülümsemesidir.

Devrimden Konuşuyorduk

Şakir Bilgin’in ikinci kitabı "Devrimden Konuşuyorduk" 352 sayfalık bir roman. "Güneş Her Gün Doğar"ın bir bakıma devamı; bir bakıma da bozgunu ve çöküşü önlemeye çalışan umutlu, kişilikli, çalışkan bir devrimcinin, Fırat’ın iki buçuk yıllık yaşamının öyküsü.

Roman, "Küçük odanın içi, yere serili yataktan yükselen sigara dumanlarıyla dolmuştu. Bir sigara içimlik kadar sürede tek söz çıkmadı ağızlarından. Güneş, koca kentin üstüne iç sıkıntısı gibi çöken kapkara bulutları delmiş ve kalın tül perdeyi de geçerek yatağın ayak ucuna değin yaklaşmıştı..." cümleleriyle başlıyor. Ve "Deniz hep mavi olacak Fırat! Dün maviydi, bugün mavi, yarın da mavi olacak!.." umuduyla bitiyor.

Sel suları gibi boz bulanık bir akışa kapılıyor okuyucu. Nefes aldırmıyor insana. 1980 öncesini ve sonrasını yaşamış her devrimci bir yönüyle kendisini bulur Fırat’ta. Unuttum sandığın bir yaranın acısı yakar yüreğini.

"Devrimden Konuşuyorduk"u okurken; "Biz ne yaptık?" ile "Ben ne yaptım?" soruları iç içe geçiyor beyinde. İlk kitapta başlayan sorgulama ikincisinde derinleşiyor. Birincisi bir gözlem, ikincisi ise bir hesaplaşma. Yazar, "Güneş Her Gün Doğar"da sürece, gerçekliğe bakmaya başlıyor. "Devrimden Konuşuyorduk"da insanın gözündeki perde kalkıyor. İdeolojik, siyasal kaygılar düşünmeyi sınırlamıyor. Bu anlamda, bu roman yazarın kendini aşma ve özgürleşme sürecini gözler önüne seriyor.

Bir yerde "Gerçek suçlu kim?" diye soruyor. "İnsanları kişiliksizleştiren, düşüncelerini özgürce açıklamalarını engelleyen, bağımsız düşünce üretme eylemliliğini ortadan kaldıran, insanları bir diğerinin kopyası olarak gören anlayışta mı; yoksa her şeye karşın bunlara baş eğenlerde mi? Arkadaşlarımızın düşüncelerini özgürce çatışmaya sokamadığı ortamda, hangimiz özgürlüğümüzü tam olarak kullandığımızı söyleyebiliriz? Bizler de tutsağız, hem de kendimizin tutsağı, küçük hazların tutsağı!" (s.292)

Bu soruları sormak ve bu yanıtı vermek kolay değildir özgürlüğün olmadığı siyasal geleneklerde. Şakir Bilgin bu soruları sormanın sonuçlarını bile bile yazıyor. Çünkü, bazı "sol" çevrelerde, bazı gerçeklerin tartışılması; "nerede yanlış yaptık?" sorusunun cesaretle sorulması çoğu kez korkaklık ve döneklik damgası yemekle; yazarın sorumsuzca karalanmaya çalışılmasıyla sonuçlanıyor.

Sürgündeki Yabancı"

Eylül Üçlemesi’nin son romanı "Sürgündeki Yabancı", "Güneş Her Gün Doğar" ve "Devrimden Konuşuyorduk" kitaplarının devamıdır. Hatta "Devrimden Konuşuyorduk" romanındaki ikinci kişi Kemal, "Sürgündeki Yabancı" romanının baş kişisi olmuş denebilir.

Bu üçlemenin ilk ikisinin mekânı Türkiye, İstanbul, cezaevleridir. Üçüncü kitabın mekânı ise Almanya, İsviçre ve Fransa’dır. Bu üçlemedeki kişiler belli siyasal örgütlerden insanlardır. Yazar "Devrimden Konuşuyorduk" romanında çökmüş, bozguna uğramış sol örgütlerin Türkiye koşullarındaki insanlarını işliyor. "Sürgündeki Yabancı" romanında ise bozgundan kaçmak zorunda kalmış, yaşayabilmek için Avrupa’ya sığınmış insanların bir tablosunu vermeye çalışıyor.

Romanın baş kişisi Kemal, sudan çıkmış balığa dönmüştür. Kökü Türkiye’de, aklı Türkiye’de, var olduğu kişilik Türkiye’de kalmıştır. Kemal Avrupa’daki binlerce Kemal’in özetidir. Bu nedenle kitabı okuyan her sığınmacı, Kemal’in kişiliğinde kendini yaşar, kendini bulur.

"Sürgündeki Yabancı"da kişiler köksüz ağaç gibidir. Çoğunun isimleri takmadır. Gerçek kişilikleri yok olmuş gibidir. Kişilerin adları vardır. Ama bu adların özgülleştiği kişilikler yoktur. İnsanlar birbirinin kopyası gibidir. Hemen hemen hepsi kişilik kopuşuna uğramıştır. Bu nedenle insani değerler aşınmıştır. Evlilik, sevgi Almanya’da oturum izni alabilmek, sınır dışı edilmeyi önleyebilmek için bir araca dönüşmüştür. "Devrimden Konuşuyorduk"ta Fırat sekiz yıl beraber yaşadığı nikahlı karısına yıllarca "karım" diyemez. "Sürgündeki Yabancı"daki Kemal de, birlikte yaşadığı Sabine adlı genç kadına "sevgilim" diyemez. Birbirlerini severler. Ama bu beraberlikten olacak çocuklarını benimseyemez. Kemal, doğacak çocuğuna bir ad bile düşünemez. Doğacak çocuk bir yabancıdır kendi varlığına.

Dünyayı değiştirme heyecanıyla yola çıkmış insanlar, sığındıkları ülkede ekmek parası için sosyal yardım kurumlarının kapılarında sürünürler. Birçoğunun, içindeki isyanı dillendirecek dilleri de yoktur. Emeğin kurtuluşu için ölümü göğüsleyen birçok kişi, bir gün bile ücretli işçi olmamış; adımını fabrika kapısından içeri atmamıştır. Bu insanlar Avrupa’nın zengin sokaklarında en çok yalpalayan kişiliklere dönmüştür.

Bütün bu çöküş içinde ayakta kalabilenlerden çoğu, Türkiye’de fabrika işçisi olarak ekmeğini kazanan, kendi varlığını değiştirmek için samimice devrimci uğraşın bir dalından tutanlar olmuştur. Bu insanlar buldukları işte çalışmaya, Türkiye’de bıraktıkları yaşamı Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yeniden kurmaya uğraşmışlardır.

"Güneş Her Gün Doğar"la başlayan, "Devrimden Konuşuyorduk" romanında derinleşen kendini ve gerçekliği anlama ve yaratma uğraşı, "Sürgündeki Yabancı" romanında Avrupa boyutunda devam ediyor.

Yazar, zor bir içeriği edebiyatın olanaklarıyla omuzlamış. Yazmak, Şakir Bilgin’de kendini yeniden üretme süreci haline gelmiş. Okuyucu, bu süreçte kendini buluyor. Değişimin önce kendimizden başlaması gerektiğinin bilinci beynimizi aydınlatıyor.

Bochum, 19 Ocak 2021 Kemal Yalçın

ŞAKİR BİLGİN İLE "EYLÜL ÜÇLEMESİ" HAKKINDA SÖYLEŞİ

Kemal Yalçın

 "Eylül Üçlemesi" Güneş Her Gün Doğar, Devrimden Konuşuyorduk, Sürgündeki Yabancı adlı kitaplardan oluşuyor. Bu kitapların mevcudu bitmişti. Kibele Yayınevi 12 Eylül 1980 darbesinin 40. Yılında Şakir Bilgin’in kitaplarını "Eylül Üçlemesi" olarak üç kitaplık bir set olarak yeniden yayınladı. Kibele Yayınevi’ne bu değerbilir anlayışından dolayı çok teşekkür ederim. Yazar Şakir Bilgin’i daha yakından tanıyabilmek ve bu kitaplarını daha iyi anlayabilmek için, "Eylül Üçlemesi" 5 Ocak 2021 günü kendisiyle yaptığım söyleşiyi aynen yayınlıyorum. Bochum, 17.2.2021, Kemal Yalçın

Kemal Yalçın: 1-Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladın?

Şakir Bilgin:

Benim için yazmak, kendimi ve siyasi düşüncelerimi ifade edebilmek anlamında bir eylemlilikti; bu bakışla yazmaya başladım önce. Bu yazıların çoğu da kendi adımla yazılmayan makalelerden, siyasi yazılardan oluşuyordu.

Kitap yazmak düşüncesi sonraki yıllarda oluştu. Bu da, yine, siyasi bir dışavurum gereksinimiyle gündeme geldi. İlk kitabım, "Güneş Her Gün Doğar"dan bahsediyorum.

1987 yılında üç yılı aşkın cezaevi yaşamımın ardından yeniden Almanya’ya dönmüştüm. Benimle ilgili yürütülen ve dört yıl süren bir Özgürlük ve Dayanışma Kampanyasının sonucu serbest bırakılmıştım. Gözler üzerimdeydi ve benimle ilgili dayanışma yürütün çevreler, başta GEW (Almanya- Eğitim ve Bilim Sendikası) olmak üzere, yaşadıklarımı anlatmamı bekliyorlardı. Buradan hareketle, yani Almanya kamuoyunun beklentilerine yanıt vermek amacıyla ilk kitabımı yazmaya karar verdim.

Kitabı yazmıştım ama içimde bir tereddüt vardı; acaba ortaya bir kitap çıkmış mıydı? Kendi gözlemlerim ve anılarım ekseninde oluşturduğum "cezaevleri gerçeği kitabı"ndan hocamız Server Tanilli’nin de haberi vardı. Kitabın taslağını ilk okuyan kişi o oldu. Kitaptan çok etkilenmişti ve hemen yayımlanması önerisinde bulundu. Ayrıca, kitaba önsöz de yazmak istiyordu. Kısacası, yazarlık serüvenim böyle başlamış oldu.

2-Özelikle yeni baskısı çıkan üçlemeyi yazma düşüncesi nereden geldi? Nasıl oluştu?

İlk kitabım yankılar yarattı, olumlu eleştiriler aldı. Zamanın tanınmış dergileri, "2000’e Doğru" ve "Nokta"da kitapla ilgili önemli yazılar yayımlandı. Cumhuriyet Gazetesi de yer verdi kitaba. Bunun üzerine bu kitabın devamı niteliğinde ama roman türünde bir kitap yazma düşüncesi oluştu. Anı-günce tarzında bazı yönleriyle biyografik bir roman özelliği de taşıyan ilk kitabımla ele alamadığım konuları bir romanla ele alabilirdim. Kısacası, bir devrimcinin kendisi, yoldaşları ve ailesiyle olan ilişkileri ve hesaplaşmalarını konu alan "Devrimden Konuşuyorduk"  böyle bir süreçte oluştu.

Devrimcilerin dünyasına sorgulayıcı bir bakışla içten bakan, "Biz ne yaptık? Suçlu kim?" sorularına cesaretle yanıtlar arayan bir roman çıktı ortaya. Kitap, nesnel bir yaklaşım ve cesaretle, alışılmış kalıp ve yargıların üzerine giden özelliğiyle dikkat çekti ve bu anlamda türünün ilk örneklerinden oldu.

Bu kitaplardan sonra devrimcilerin yurt dışındaki siyasi yaşamını ele alan bir kitap yazma düşüncesi oluştu bende. 12 Eylül yurt dışında da sürüyordu ve binlerce devrimci Avrupa’da yeni bir yaşam serüvenine girmek zorunda kalmıştı. Ancak, Avrupa’da sığınacak bir "liman" arayan siyasi sığınmacıların dünyası ve yaşamı edebiyatta yerini bulamamıştı. Sürgünde yaşayanlar özlemleri, düşleri ve Avrupa kapısındaki hayal kırıklıklarıyla edebiyat dünyasına girmeliydiler. 

"Sürgündeki Yabancı" ile, önceki kitaplarımda anlattığım devrimcilerin dünyasını bu kez sürgünde ele aldım. Kitap, sürgün ve göç romanları içinde bir yer edindi, eleştirmen ve sosyologlarca türünün başarılı örnekleri içinde gösterildi.

Üçü de 12 Eylül süreciyle ilgili olan kitaplarım Kibele Yayınları tarafından "Eylül Üçlemesi" olarak İstanbul’da bu ay yeniden yayımlandı. 

3-Kitapların hazırlık ve yazma süreci kaç yıl sürdü?

Birinci kitabım "Güneş Her Gün Doğar"ın ilk taslağı, belki inandırıcı gelmez ama üçüncü hafta içinde tamamlandı. İçimde yıllardır birikenler sanki bir an önce dışarı çıkmak istiyordu; bir an önce bir tanık olarak görevimi yerine getirmeli ve 12 Eylül askeri yönetiminin kirli yüzünü ve devrimcilerin cezaevlerinde acılar, baskılar ve yoksunluklar içinde geçen yaşamını Almanya kamuoyuna anlatmalıydım.

İkinci kitabım "Devrimden Konuşuyorduk"ta ele aldığım konular da tanığı olduğum ve öznesi olarak içerisinde bulunduğum devrimcilerin dünyasında geçiyordu. Yani iyi bildiğim ve tanığı olduğum bir yaşamdı anlatacağım ve kendime, arkadaşlarıma, devrimcilere söylemem gerekenler vardı. Benim konuşmam, yani vicdanımın ve değerler dünyamın dile gelmesi bir görevdi. Bu baskılanmayla oluştu kitap kafamda ve içimdekiler zaman geçmeden yazıya dökülmeliydi. 1989 yılı yaz tatilinde temmuz başında başladım kitabı yazmaya. Türkiye’ye gidemiyordum. Bunun burukluğu içinde oturdum masama. Elimde yalnızca konu başlıklarının ve ana karakterlerin yer aldığı bir sayfa vardı. Noel öncesi yani dört, dört buçuk ayda kitabımı bitirmiştim.

"Sürgündeki Yabancı"yı yazma düşüncesi 1990’lı yılların başlarında oluştu. Türkiye-Almanya İnsan Hakları Derneği’ni (TÜDAY) kurmuştuk ve bunun başkanlığını yapıyordum. Birçok siyasi sığınmacı ile ilişkiler içindeydim, bu kişilerin sorunlarının da parçası olmuştum. Gözlemlerim ve tanığı olduklarım beni yeni bir kitap yazmaya doğru sürüklüyordu. Ancak harekete geçmem uzun zaman aldı. Kitabın çatısını bir kişinin öyküsü üzerine kurmalıydım. Sonunda tanıdığım bir devrimci arkadaşın dünyasına adım attım. Onun yaşadıklarını ne kadar yüzeysel bildiğim ortaya çıktı bu arada. Dünyasına girdikçe sarsıldım yaşadıklarından.  1995 yılı paskalya tatilinde kitabı yazmaya başladım. Masamda kısa bir söyleşi vardı. Bunun yanında kitapta yer alacak bölümlerin ve karakterlerin yer aldığı bir taslak hazırlamıştım.  Yani bu kez daha ciddi bir ön çalışma yapmıştım. Yıl sonunda, yani 8 ay içinde kitap bitti. 

4-Nasıl yazıyorsun? Evde mi, otelde mi, tek başına mı?

Yazdığım tüm kitaplar önce iç dünyamda ve kafamda oluşur. Bu anın gelmesi  bazen uzun sürer. Yani bu, "cemre düşmesi" gibidir bende. İçimde bir kor yanmalıdır kitabın başına oturduğumda. Yazmaya başladığımda içimdeki bu duyguyu hissetmeliyimdir.

Kitaplarımı, evimde ve çalışma odamda yazarım. Kendi kendimi daha iyi buluyorum bu şekilde. Tek başıma olmalıyım yazarken. Çocukluğumun ve gençliğimin dünyasının kapısı da hep açık olmalı... Burada "Sürgündeki Yabancı"yı yazarken bile bana çoğu kez yöresel Anadolu ezgileri ve Anadolu Rock müziği eşlik etmiştir. 

5-Öğretmenlik yazar olmanı etkiledi mi? Yazar olarak mı, bir iş insanı olarak mı yazıyorsun?

Öğretmenliğim, yazar olmamı etkilemedi. Ancak yazarken öğretmenlik mesleğinin kazandırdıklarının büyük yararını gördüm. Burada Türkçe öğretmenliği yapmıştım ve böylece Türk dilini öğrenme olanağım olmuştu. Ayrıca "insan"a yakın olmuştum yıllarca; toplumsallığımı böyle yoğun bir alanda sürdürmüştüm. Bunun kazandırdıkları azımsanamayacak kadar çok oldu.

Son on beş yıl içinde öğretmenlik dışında iş insanı olarak yaşamımı sürdürsem bile bir iş insanı kişiliğiyle yazmıyorum. İçimde hiç böyle bir şekillenme ve duygu yok. Ben her ne kadar 70 yaşına gelen biri olsam da, daha çok genç bir devrimci öğretmen olarak yazın uğraşı içinde olduğum duygusuyla yazıyorum. Belki de bu, bir ön koşullanma...

6-12 Eylül 1980 döneminin edebiyata yansıması nasıl oldu?

12 Eylül dönemi her alanda toplumsal baskıların artığı açık faşist bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Sanat ve edebiyat alanı da toplumun bir parçası olarak bundan payını almıştır. Yazar örgütleri kapatılmış, kültür ve edebiyat dergileri yasaklanmıştır. Nazi dönemini anımsatan şekilde kitaplar yakılmıştır. Bizde edebiyat dünyası, daha çok sol, ilerici aydınların ve yazarların eserleri ve mücadeleleriyle öne çıktığı bir dünyadır. Bu anlamda yazarlar-çizerler baskıların doğrudan hedefi olmuşlardır.

12 Eylül döneminin edebiyatta yeterince yansımasını bulduğunu ve edebiyatın 12 Eylül ile yeterince yüzleştiğini söylemek zordur. Bunda "sol"un 12 Eylül ve geçmişi ile yeterince yüzleşmemesi de etkilidir kuşkusuz. Söylediğim gibi bizde yazar dünyası daha çok sol dünyanın bir parçası gibidir...  Biraz da bu nedenle olacak, 12 Eylül dönemi ile ilgili birçok kitap yayımlanmasına karşın bunlar içinde "içerden" yazılanlar azınlıktadır.

12 Eylül’ün edebiyata etkisinin en çok görüldüğü alan yurt dışıdır. Yurt dışına gelme durumunda olan birçok aydın, yazar ve sosyalist devrimci, buradaki yaşamı kültürel ve sanatsal yönden zenginleştirmişler, göç edebiyatının ivme kazanmasında etkili olmuşlardır.  Öte yandan Türkiyeli göçmen topluma artı değer katmışlardır. Bugün yurt dışında Türk edebiyatı alanında ürün veren yazarların çoğu 12 Eylül sürgünleridir.

7-12 Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri ve etkisi nedir?

Benim yazarlık yaşamımda 12 Eylül’ün çok önemli bir yeri ve etkisi vardır. Zaten ilk kitaplarım doğrudan 12 Eylül ile ilgili kitaplardır.

Kuşkusuz edebiyat, siyasetin doğrudan bir unsuru ve onun araçsallaştırdığı, onun eklentisi bir sanat olmamalıdır. Ancak, toplumsal gerçekçi yaklaşımla, edebiyatın siyasal ve sosyal işlevi de olmalıdır bana göre; bir bakıma dünyayı ve toplumsal yaşamı estetik ölçütlerle yeniden üreten ve yorumlayan sosyal bir bilimdir edebiyat.  Türkiye’deki karşı-devrimci rejimlere, 12 Eylül’e ve onun türevi iktidarlara karşı bir duruş ve mücadele sorunu vardır hâlâ karşımızda; maalesef 12 Eylül süreklilik kazanmıştır. Bu anlamda yazarların, sanat ve edebiyat alanındaki çabaları ve üretkenliğinde, böyle bir sorunu görmezden gelmesi ve etkilenmemesi olanaksızdır. Benim de yazarlık yaşamımda ve yazınsal uğraşlarımda, güzel bir toplum ve güzel bir Türkiye sevdası önemli bir etkiye sahiptir.

Çok teşekkür ederim Sevgili Şakir. Sana başarılar dilerim.

Ben de çok teşekkür ederim Kemal.

Bochum-Köln 5 Ocak 2021, Kemal Yalçın- Şakir Bilgin


Yazı görseli: Şakir Bilgin, Metris Özel Askeri Ceza ve Tutukevi, Şubat 1985

Öne Çıkanlar