'Ordudaki genç subayların da dahil olduğu devrimci bir hareket bir daha asla olmadı'

'Ordudaki genç subayların da dahil olduğu devrimci bir hareket bir daha asla olmadı'
68 kuşağı devrimcilerinden ve DEV-GENÇ’in kurucularından Sarp Kuray’dan, 50’li yıllardan başlayarak günümüze uzanan bir yol hikayesi…

Seran VRESKALA

ARTI GERÇEK – 68 kuşağından olup Deniz, Mahir, Sinan gibi dönem arkadaşları olan bir öğrencinin devrimci olmama şansı çok azdır bence… Duyarlı ve vicdanlı, eşitlik, özgürlük ve hak arayışında, insan için mücadele etmek isteyen gençlerin devrimci olması elbette kaçınılmaz ama aralarında devrimci olarak yaşlanan neredeyse yok... Ya 25’ine gelmeden ölüme gider ya da bazıları gibi yaş aldıkça konfor aradıkları için sisteme ayak uydururlar. Geçenlerde kaybettiğimiz Teslim Töre gibi, yaşlandığında devrimci kalan ve hala devrim umudu taşıyanların sayısı gerçekten yok denecek kadar az... Efsanevi 68 kuşağının önderlerinden, DEV-GENÇ’in kurucularından Sarp Kuray da devrimci olmuş ve devrimci ölecek isimlerden… Çok şey yaşamış bu uğurda; sadece devlete, sisteme değil ailesine de başkaldırmış, arkadaşlarının pek çoğu daha 25’ine varamadan göçmüş dünyadan; katledilerek ya da asılarak… Harbiye’den yayımladıkları bir bildiri yüzünden atılmış. Cezaevine ilk girdiğinde 22 yaşındaymış. Sonrasında birçok kez dama düşmüş, korkunç işkencelerden geçmiş, defalarca idamla yargılanmış ama prensiplerinden asla ödün vermemiş. Çok sevdiği ülkesinden ayrı kalmış, örgütsel faaliyetlerini yurtdışında sürdürmüş ama sonunda sıla hasretine dayanamayıp ülkeye döndüğünde 8 yıl içeri atılmış… Davası zaman aşımına uğramayanlardan… Üç yıl evvel cezaevinden tahliye olduğunda CHP saflarına geçmesini yadırgayanların sayısı çok yüksek ama o hala doğru olduğunu düşündüğü şeyin peşinden gidiyor. Yine de CHP’de olma sebeplerini konuştuk tabii.  

Bürokrat ve aydın bir aileden geliyor. Babası Enver Kuray ülkenin batısından doğusuna birçok bölgede kaymakamlık/valilik yapmış, en son Ankara Merkez Valisi olarak emekli olmuş bir bürokrat; anlatılanlara göre bugün görmeyi özlediğimiz makamını ve imkanlarını kötüye kullanmayan, halkı her şeyden üstün gören bürokratlardanmış... Dayısı Altay Ömer Egesel ise Yassıada Mahkemelerinde savcılık yapmış. Yalnız Celal Bayar hakkında üç, Adnan Menderes hakkında da yedi idam isteğinde bulunmuş. Devlet geleneği kanlarına işlenmiş haliyle... Babasının görevinden dolayı neredeyse Anadolu’nun her yerini gezmiş; sadece ilkokulu 3 ayrı şehirde okumuş, liseye gelene kadar birkaç şehir daha değiştirmiş, bu sebeple farklı halkları ve kültürleri tanıma şansı olmuş. Babasının tayini nedeniyle İzmir’den Siirt’e yaptıkları üç günlük tren yolculuğu, onun için adeta bir kültür şoku olmuş. Çocukluğu devlet geleneği ile çevrili bir atmosferde geçmesine rağmen, farklı halklarla zaman geçirmesi ve şahit olduğu haksızlıklar onu isyan etmeye ve başkaldırmaya teşvik etmiş tabii. Otorite figürü olan babasıyla çok çatışmış; biri Mülkiyeli diğeri Harbiyeli, haliyle iki farklı zihniyet… sonrası ise bambaşka hikaye… Bu kadar çatışmaya rağmen, en büyük pişmanlığı yine babasıyla ilgili… 68 dönemi, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir uyanış dönemi olmuş… Üniversite işgalleriyle ülkede devrimci bir hareketlilik başlamış ve bütün ülkeye yayılmış. Devlet de her zamanki gibi bu hareketi bastırmak için şiddet yolunu seçmiş, elindeki bütün güç unsurlarıyla gençlere saldırmış ve pırıl pırıl öğrenciler bir bir katledilmiş. Korkunç Kanlı Pazar eylemleri ve son olarak 22 yaşındaki Makine Mühendisliği öğrencisi Battal Mehetoğlu’nun silahlı saldırıya uğrayarak öldürülmesi bardağı taşıran son damla olmuş. Bu eylemlere sessiz kalamayan devrimci ruhu taşıyan subaylar, ‘Devrimciler Ölür, Devrimler Yaşar’ başlıklı bir bildiri hazırlıyor; gazetelerde yayımlanan, meşhur ‘69 Subay Bildirisi’ olarak geçen o metni imzalayan 69 subaydan biri de Sarp Kuray... Okuyacağınız, babası vali olan, teğmen çıkmış bir Harbiyelinin yavaş yavaş nasıl devrimciye dönüştüğünün hikayesidir.

Devrimci dostlarından ve mücadele günlerinden bahsederken, gözlerinde hala o 22 yaşındaki Sarp’ın heyecanını görebiliyorsunuz. Aynı heyecanı Gezi Direnişinde de gördüğünü söylemiş bir röportajında. Türkiye solunun en büyük hatasının inançla iletişim kuramamasından kaynaklandığından söz ederek, 68 kuşağı devrimcilerinin Kürt ve kadın meselelerine yeteri kadar sahip çıkamadığının altını çiziyor. Atatürk’ün ve peygamberin birer devrimci olduklarını düşünüyor. Ağır abi havası var, belli ki çok şey görmüş yaşamış, ağırlığını mekâna adım attığı andan itibaren hissettiriyor. Tok ve bariton sesiyle öyle usul usul anlatıyor ki asla araya girmek istemiyorsunuz. Röportajın gidişatını da kendi belirledi, birçok yerde soru sormama bile gerek kalmadı. Hayat arkadaşı Nur Sürer’le birlikte geldi buluşmaya; aralarındaki o sıcacık iletişimi görünce, tutkulu bir aşktan aynı zamanda şahane bir dostluk çıkabileceğini gördüm. Önlerine çıkan bütün engelleri el ele atlamışlar, çok zor günler geçirmişler ama o süreçler onları daha da yakınlaştırmış. Aksi takdirde bir insanın 7,5 yıl boyunca her hafta, hapisteki sevdiğini ziyaret etmesi kolay olmamalı! Kuray bir şey anlatırken, atladığı bir detay olursa Sürer araya girerek hatırlatıyor ve belki de yüzüncü defa dinlediği bir hikâyeyi sanki ilk kez duyuyormuşçasına heyecanla dinliyor. Babasının fotoğraflarına baktığımda Sarp Kuray’ı çok net görebiliyorum, o kadar benziyorlar ki! Dolayısıyla her aynaya baktığında, kendi babasını da gördüğünü tahmin ediyorum. Belki de bu yüzden en büyük pişmanlığı onunla ilgili… Diğer pişmanlığı da zamanında devrimciler üzerinden yapılan bazı manipülasyonları okuyamamasından kaynaklı…

En son 2009’da içeri girmesinin sebebi dünyada bir ilk; ‘16 Haziran’ isimli tek kişilik terör örgütünü kurup yönetmesi… ‘Örgüt adına öldürme, yaralama ve bombalama gibi çok sayıda eylemin talimatını verdiği’ gerekçesiyle müebbet hapis cezası yemiş. Dünyanın en uzun süren davalarından biri olduğu halde, davası zaman aşımına bile uğramamış. Mehmet Ağar bile ‘görevliyken cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak’ gerekçesiyle, 5 yıl hapis cezasına çarptırıldığında, cezasının sadece 1 yıl 4 günlük bölümü infaz edilmişti ama Kuray’a bu hak tanınmamış. 74 yaşındaki devrimci Sarp Kuray’ın hayatını bir sayfaya sığdırmak zor tabii. Hayatı mücadele içerisinde, sürekli yollarda geçen birinin yol öyküsü bu aynı zamanda. Hayatıyla ilgili olaylar, tarihler, isimler hatta insanlarla yaptığı diyaloglar dahil her ayrıntı aklında… O yüzden sahneleri gözünüzde canlandırabilmeniz için, o diyalogları hiç kesmedim. Haliyle çok uzun bir sohbet oldu ama içinde çok değerli detaylar olduğu için söyleşiyi kesmek yerine iki bölüme ayırdık; röportajın devamı yarın yani 2 Aralık Pazartesi günü yayımlanacak.

"MİLLİYETÇİ HİSLERİM HİÇ OLUŞMADI, FARKLI HALKLARI HEP ÇOK SEVDİM, DEĞERLERİNİ BİLDİM VE TALEPLERİNİ HEP HAKLI BULDUM"

Boyabatlısınız. Biraz çocukluğunuzdaki atmosferden bahseder misiniz?

Biz dört kardeşiz, ben ikinci çocuğum. Benden 1,5 yaş büyük bir ablam var, babam Sivrice’de kaymakamken, Malatya’ya götürmüşler annemi, oradaki devlet hastanesinde doğmuş ablam. Babam Boyabat’a tayin olunca, ben orada doğmuşum. Küçük bir kız kardeşimiz daha vardı, arkeologdu, Londra’dayken bir kaza geçirdi ve onun kaybettik. 23 yaşındaydı. Babam Boyabat’ta sadece dört yıl kaldığı için orayla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Sonra Silivri Kaymakamı oldu, orayı hayal meyal hatırlıyorum, Dikili’ye tayini çıktığında ilkokula orada başladığım için orayı daha net hatırlıyorum.  

Nasıl bir öğrenciydiniz?

(Gülüyor) Annem okulun ilk günü "oğlum, zil çalar dışarı çıkarsın, sonra bir zil daha çalar içeri girersin." dedi ama ben birinci zilde çıktım eve geldim. Ne oldu dedi, zil çaldı dedim. Annem de gülerek "oğlum, üç-beş kere çalıyor bu zil." demişti. (Gülüyor) Hadiseli okul hayatım böyle başladı yani. Sonra Muğla’ya gittik, orada da okula gittim, sonra Sivas…

Bayağı dolaşmışsınız.

Öyle, aşağı yukarı Türkiye’nin batıdan doğuya bütün yerlerini gördüm. Dikili’de başladığım ilkokulu, Muğla’da devam ederek, Sivas’ta Ziya Gökalp İlkokulu’nda bitirdim mesela. Sonra Kastamonu var ama ortaokul dönemim İzmir’de başladı çünkü babam artık vali muavini olmuştu, oradan da Siirt’e geçtik, valiydi artık.

Bütün rotayı da hatırlıyorsunuz.

(Gülüyor) Babanızın mesleğinden dolayı, bu normal bir rutin oluyor hayatınızda… Bizim Siirt’e gidişimizin çok meşhur bir hikayesi vardır; trenle üç gün üç gece sürmüştü o yol. O üç günde o kadar değişmişti ki dünya, küçük yaşıma rağmen onu fark etmiştim. Sivas’tan sonra o tren tamamen değişti bir anda. Etraf değişti, coğrafya değişti, iklim değişti, insanların profilleri, kıyafetleri değişti, her şey değişti. Diyarbakır’dan geçerken, pencereleri kapatın dediler, çünkü ‘kara yara’ denilen bir sinek var, o sinek soktuğu zaman yara bırakırdı. (Nur Sürer: "Halk arasında Şark Çıbanı olarak geçer.")

Bambaşka bir dünya tabii, sizin için bir kültür şoku olmuştur.

Bambaşka bir yere gelmiştik gerçekten, 15 gün sonra ortaokul ikinci sınıfa başlamıştım. Bir anda Kürtler, Araplar çıktı karşıma. Bakın, biz Sivas’tayken yanımda oturan çocuğa ismini sormuştum, Artin demişti. Hiç duymadığım bir isim… O zaman Sarp ismi de çok yok, "Allah Allah bu da benim gibi" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sarp deyince insanlar bir şaşırırdı çünkü... Akşam babam soruyor tabii neler yaptığımı falan, ben de "bir çocukla tanıştım, onun ismi de benimki gibi biraz bozuk; Artin’miş." dedim. (Gülüyor) "Ermeni’dir onlar oğlum." dedi. İlk kez Ermeni lafını Sivas’ta duymuştum. Bir öfke hali vardı tabii çocukta, bir mazlumluk falan ama biz bilmiyorduk tabii o zaman geçmişi, o yaşanan yıkımları… Sonra da Siirt’te Kürtlerle, Araplarla tanıştım. Acayip bir lisan konuşuyorlar tabii. O zaman Kürtler şimdiki gibi daha şehre gelmemişlerdi, merkezde hep Araplar vardı.

Siirt de bayağı büyük bir şehirdi o zaman.

Tabii, büyük bir coğrafyaydı, Şırnak, Batman falan hep Siirt’e bağlıydı. Pervariler, Sasonlar, Kurtalanlar… Araplar şehirde yaşadığı için Türkçe biliyorlardı ama Kürtler kırık Türkçe konuşuyorlardı.

"BİZ ÇOCUKLAR DA ARAMIZDA KONUŞUYORUZ, BU KOÇERO’NUN AYAĞI 45 NUMARAYMIŞ, BU KADAR DA BOYU VARMIŞ, DİYE…"

Kürtler hakkındaki ilk izleniminiz nasıldı?

Çok iyi insanlar olduğunu düşünmüştüm. Çok misafirperverlerdi. Tatilde köylerde yaşayan arkadaşlarımın yanına giderdim, iki-üç günlüğüne… Anne babaları beni hiç kendi çocuklarından ayırmazlardı.

Babanız da vali olmasına rağmen, sakın onlarla görüşme dememiş.

Hayır, hiçbir zaman bu konuda bize karışmadı. Her zaman olaya geniş açıdan bakardı. Arkadaşlarımı eve getirirdim, beraber oturup yemek yerdik. Ders çalışırdık, kalabalıktık ama yerimiz genişti. O bölgelerin en güzel yerleri vali konaklarıdır zaten. Havuzumuz da vardı. Annem de çok muhterem bir insandı, arkadaşlarıma hep değer verdi. (Nur Sürer: "Şahane bir kadındı annesi…")

Sükseniz de vardı haliyle, valinin oğlu olarak.

Bende o sükse hiç olmadı. Etrafta olabilir çünkü vali çocukları o güne kadar onlarla hiç okumamış. Vali çocukları hep Ankara’da, İstanbul’da yatılı mekteplerde okumuş. Onlar için de farklı bir durum, bir anda bir adam düştü oraya, onlarla aynı sınıfta okuyor, oyun oynuyor. Babam da müsaade etmedi gerçi o sükseyi yaşamamıza… (Gülüyor) Bir gece anneme gittim, "çok kar yağıyor, devletin bu kadar arabası var, nafıadan (bayındırlık) bir araba versinler de bizi götürsün." dedim. Etrafımda kız kardeşlerim de var. (Gülüyor) Babamla öyle direkt konuşmak biraz zordu o zaman, annem de gidip babama söylemiş. Yemeğe hep birlikte oturur kalkardık, öyle bir sofra adabımız vardı. Akşam yemekte babam "beyefendi, araba istiyormuşsunuz galiba…" dedi. Ben de "hani çok kar olduğu zaman!" dedim. "Bak oğlum, seninle bunu bir kere konuşacağım, bir daha bu konuyu duymayacağım." dedi. "Devlet bu arabaları bana zat-ı alinizi dolaştırmak için vermedi. Bu şehirde halk nasıl yaşıyorsa öyle yaşayacaksın, halk okula nasıl gidiyorsa sen de öyle gideceksin." dedi. (Gülüyor) Ben ve kardeşlerim babamın makam arabasına hiç binmedik, kutsaldı o babam için; maçlarda şeref tribününe bile giremedik, normal tribünde oturduk.

Anarşistliği biraz o aşılamış sanki.

(Gülümsüyor) Başta biraz hayıflanmıştım ona, o kadar araba var niye vermiyor birini diye ama seneler sonra bu yapmış olduğu olayın ne kadar değerli olduğunu anladım. Neyse… 27 Mayıs olunca babamı Mardin’e verdiler. Yine aynı coğrafya, şehrin merkezinde yine Araplar var, Kürtler yine kasabalara yayılmış durumda ama bu defa başka bir grupla tanıştım; Süryaniler… Midyat, Deyrulzafaran vs. Hayatımdaki kültür çeşitliliği arttı iyice…

Orayla ilgili neler hatırlıyorsunuz?

Bir gün Nusaybin’e gitmiştim arkadaşlarla, bir sınır var, teller var; (eliyle işaret ederek) burada insanlar var, orada da ve çok yakınlar. Adam elini uzatıyor birine bir paket veriyor, öteki ona gömlek atıyor falan… Nasıl oluyor bu dedim. Burası Suriye, burası Türkiye ama biz akrabayız dediler. Orada da ilk kez sınırı görmüştüm. Beş yıl sürdü oradaki maceram… Çeliğe su verilir ya, karakterime de bir su verildiyse oralarda verildi; o insanlarla yaşamış olmak, bende çok şey değiştirdi. Bu yüzden milliyetçi hislerim hiç oluşmadı, ben hep o halkları çok sevdim, değerini bildim ve taleplerini hep haklı buldum.

Vatanperverlikle milliyetçilik çok farklı şeyler tabii.

Tabii. Bizde milletçilik eğilimi vardır, milliyetçilik yoktur. Millet lafı bir sürü etnik kimliği içine alan bir mevhumdur benim için.

Ben geçen yıl Nusaybin’e gittiğimde sınıra hiçbir şekilde yaklaşamamıştım.

Tabii o zamanlar böyle siyasi gruplar yoktu. Bir KDP vardı, Koçero (Mehmet Kilit) efsanesi vardı, bizimkiler onu kovalıyor falan. (Gülüyor) Bizim evin etrafında jandarmalar var, bir Koçero’dan bahsediyorlar, konağı korumak için oradalar. Botan’da sıkıştırılmış ama kaçmış falan, etrafta bir Koçero efsanesi dönüyor devamlı…

Destan gibi…   

Halkın içinde destan yani. Biz de aramızda konuşuyoruz, "bu Koçero’nun ayağı 45 numaraymış, bu kadar boyu varmış!" diye… (Gülüyor) DEV-GENÇ zamanı bir köye gitmiştik yanımda bir arkadaşımla, bir adam bana "sen yine iyisin ama bu DEV-GENÇ biraz küçükmüş ya" demişti. Onunda kafasında bir imaj varmış demek. (Gülüyor)  

"ATATÜRK, SARIŞIN MAVİ GÖZLÜ ANNEMİ GÖSTEREREK, LATİFE HANIM’A ‘BAK, TÜRK TİPİ BU DA…’ DİYOR"

Neredeyse tamamı bürokrat yani devlet geleneği olan bir aileden geliyorsunuz. 

Evet, bürokrat bir aileyiz. Dayımın biri başsavcılık yaptı, diğeri Yargıtay üyesiydi, amcam subaydı falan… Babamlar Manastırlı annemler de Serezli…

Mardin’den sonra neresi var?

Bursa Erkek Lisesi’nde bitirdim liseyi… Arkadaşlarımla hala görüşüyorum. Çoğu da sağcı olmuştur (gülüyor) ama aramız iyidir. Mesela eski Bursa Milletvekili Mehmet Gazioğlu okul arkadaşımdı, Demirel hükümetinde Daire Başkanlığı yaptı, sonra Çiller hükümetinde İçişleri Bakanı oldu. DYP’lidir. (Nur Sürer: "Saffet Bedük var mesela…") O Siirt’ten sıra arkadaşımdı. Babamın evinden bir baktım biri bana arkamdan sarıldı, döndüm bu kim diye. "Malatya Valisi, eski Emniyet Genel Müdürü ben" dedi. Allah Allah, bu emniyet genel müdürü ne sarılıp duruyor bana dedim, sonra tanıdım tabii… (Gülüyor) Bunlar o kadar güzel dostluklardır, siyasi görüşümüz bu dostluğu bozamaz. Nerede olurlarsa olsunlar, ben yanlarına gittiğim zaman aynı sıcaklığı gösterirler. Mesela Hasan Başaran diye bir arkadaşım vardır liseden, gazeteci Cüneyt Başaran’ın babasıdır. Bir gün tutturdu beni evine götüreceksin diye; o zaman da herkese babamın hükümette kâtip olduğunu söylüyorum, kimse bilmiyor ne iş yaptığını. İyi, dedim, eve gidiyoruz. Vali konağının kapısına gelince, tuttu kolumu "ne yapıyorsun, burası vali konağı…" dedi. "Maalesef oraya gidiyoruz." dedim ben de. (Gülüyor) Ben unutmuştum bu hikâyeyi, o hatırlattı.   

Konaklarda yaşamışsınız ama öyle çok lüks bir hayatınız olmamış.

Vali de olsanız geliriniz belli tabii. Devletin size verdiği imkân, alınan parayla orantılı değildir. Arabalarınız vardır, hizmetler yapılır, yemekler verilir ama hayat o basit haliyle giderdi. Babam çok namuslu bir idareciydi. Asla hediye kabul etmezdi, ufacık bir şey bile olsa. Bize yılda bir elbise alınırdı ve senenin sonuna kadar aynı ceketi giyerdik. Ortaokula gelene kadar harçlık diye bir şey bilmedik. Para diye bir mevhumumuz yoktu. Bakkaldan bir şey alırdık, annem sonradan öderdi.

Atmosfer nasıldı o zamanlar?

Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu o aralar, sağ-sol konuları konuşuluyor, Köprübaşı’nda devamlı kavgalar oluyor. 60 darbesi yaşanmış, 61 anayasası, toplumda büyük bir uyanış var. Bende de hafiften bir merak var, olayları takip ediyorum.

Sanırım sağ ve solun en masum, en temiz olduğu dönemler…

Evet. CHP’liydik biz de. Evimizde Atatürk ve İsmet Paşa hep sevildi. Babam 1934 Mülkiye mezunu, cumhuriyete bağlı bir vali; annem Ankara Kız Lisesi mezunu, cumhuriyet kadınlarından… Onun Atatürk’le resimleri bile var. Bir gün Balıkesir’de karşılaşıyorlar; sarı saçlı mavi gözlüydü annem, Latife Hanım da öyleydi ya, Atatürk de Latife Hanım’a "Bak, bizim gibi bu da…" diyor. Ailem Atatürk’e candan bağlı insanlardı, hepimizin damarına o verilmiş. Anneannem inançlı, namaz kılan bir insandı ama o da cumhuriyetçiydi.

Sizin İsmet İnönü ile bir anınız var, bir gün size "Atatürkçü müsün, sosyalist mi?" diye sormuş, "Atatürkçüyüm" diye cevap vermişsiniz. O da "bize de hilafetçi misin, cumhuriyetçi mi diye sorduklarında ‘hilafetçiyiz’ derdik demiş.

(Gülüyor) Çok renkli bir adamdı rahmetli. Ben Atatürkçüyüm deyince kahkahalar atarak, Mevhibe Hanım’ı çağırdı, biz de padişahçıyız derdik dedi. (Gülüyor) Bakın, Bursa’dan hukuk fakültesini kazanınca Ankara’ya gittim. Başka bölümleri de kazanmıştım ama başsavcı dayım Altay Ömer Egesel’i çok severdim, hukuk okumak istedim. Benim hayatımı tamamen değiştiren olay da orada oldu.

Siyasi dönüşüm adına mı?

İnsani dönüşüm adına… (Gülümsüyor) Celal Bayar hapishaneden çıkmış, babam valilerle beraber İngiltere’de. Bizim ev ışıl ışıl yanıyor, ben antrenmandan gelmişim, dayım birtakım adamlarla içeride… Annem de abilerini çok sever; dedem Galiçya Cephesi’nde yaralanıp eve gelmiş bir ara ama sonra tekrar cepheye gitmiş, Galiçya’da şehit düştükten 4 ay sonra doğmuş annem ama dedemin haberi bile olmamış; o yüzden abileri babası gibi olmuş. Neyse, dayım yanıma geldi ve "sende hiç mi duyarlılık yok?" dedi. "Neye dayı" dedim. "Ortalık yıkılıyor, sen oturmuşsun hala elinde toplar moplar…" (Gülüyor) Top oynamayı çok severdim. Peki, ne yapacağız dayı, dedim. İnsandan duyarlılığı, onuru alırsan, geriye bir şey kalmaz yani… "Yarın 5’te Kızılay’da olacaksın. O protestolarda olacak benim yeğenim" dedi.

Ertesi gün saat 4,5’ta Ordu Evi’nin, Zafer Anıtı’nın oradaydım. Gençler toplanmaya başladı, yürüyüşe başladık. Baktık karşıdan başka bir grup geliyor, takkeli makkeli… Artık kurgu mudur değil midir, bilemiyorum şimdi. Onlar yıkıldı; biz biraz daha acar bir tipiz (gülüyor) önlere kaldık tabii. Bizim elimize bir Bursa Nutku’nu verdiler, çıktık bir arabanın üstüne metni okuduk, oradan Adalet Partisi’nin önüne gittik. Binaya girilecek dendi, alt kapılar kapalıydı, bir arkadaş inşaattan bir şey getirdi ve o binaya giren dört kişiden biri oldum. Muazzam bir kavga başladı. Demirel arka kapıdan çıktı ve ben o anda kafama bir tuğla yedim, bak izi burada hala... (Alnındaki o yara izini gösteriyor) Elimde bayrak var, AP bayrağını yırttık, bizim bayrağı taktım, aşağı indim… Gözümü bir açtım, hastanedeyim. (Gülüyor) Bir savcı karşımda oturuyor, kafamda da kocaman bir sargı… Adam soruyor, "ismin ne kardeş?" Hasan, dedim. Soyadın, dedi; daha illegalite falan bilmiyorum, soyadı getiremedim yani. (Gülüyor) Arayın şunu, bu doğru konuşmuyor dedi. Nüfus kâğıdı taşımıyoruz o zaman, otobüslere binmek için de kullandığımız bir şebeke var. Komiser aldı şebekeyi, savcıya döndü; "efendim bir arıza var." dedi. Yahu, şundan ne arıza çıkar dedi savcı. Efendim valimizin oğlu dedi, komiser. Adam, niye söylemiyorsun diye bana döndü. Bak, sabahtan beri hakaret ediyorsun, ben de kendime göre direniyorum, böyle devam edelim, muhabbeti hiç bozmayalım, dedim. (Gülüyor)

Daha 18 yaşındasınız ama öyle konuşabiliyorsunuz savcıyla.

17. yaşıma bakmadan konuşmuşumdur her zaman. İnisiyatifli bir adamım ben. O gün bugündür de konuşuyorum. (Gülüyor) Sonrası bilindik hikayeler; 21 Mayıs gecesi emniyet müdürü geldi kapımıza. Babamla küstük o zaman, koskoca valinin oğlu olaya karışmış, kafasında sargılarla eve gelmiş falan… (Gülüyor) Müdür "basıldık, vali beyi kaldır" dedi. Git sen kaldır kardeşim, dedim. Benim kaldıracak halim yok, ben onunla konuşmuyorum zaten. (Gülüyor) Bu arada bir tank sesleri geliyor kulağıma… Ben de ihtilalcileri tutuyorum yani. Babam kalktı, telefonlara bak dedi. Bunlar tabii Albay Talat Aydemir’in, Binbaşı Fethi Gürcan’ın bir kalkışma yapacağını biliyorlar, takip de ediyorlar. İsmet Paşa’ya telefon etti. İsmet Paşa "ne kadar polis toplarsan gel, beni Pembe Köşk’ten al" demiş. Babam bunu duyunca beni karşısına aldı, göreve gideceğini söyledi. "Burada üç kardeşin, annen, anneannen var, bir tek erkek sensin bu evde. Eğer albay başarılı olursa, baban yok yarın!" dedi. "Artık simitçilik mi yaparsın, şerbetçilik mi yaparsın, gazozculuk mu yaparsın bilmem ama bu üç kız kardeşini ekonomik olarak yere düşürmeyeceksin" dedi. Hadi aslanım diyerek çıktı, araba yürüdü, bizim ev basıldı; Harbiyeli yürüdü bizim eve yani... Bir anda tanınmış bir adam oldum, gazetelerde falan çıkıyoruz, ismim biliniyor artık, toplantılara falan çağırılıyorum. (Gülüyor)

Bir de ihtilalcileri destekliyorsunuz bu arada.

Evet. O gece ihtilalcileri tutuyorum ama bir yandan da babam var. Belli bir saatten sonra o çocukların, Harbiye öğrencilerinin, o yenilgiyi yaşayarak gittiklerini gördüm. Yüzlerindeki o ifadeyi unutamam. Hükümet güçleri olaya hâkim oldu tabii. Radyo bir oraya geçti, bir buraya geçti. Babam arada evi arıyor, hiçbir yere kıpırdamıyoruz. Sabah o yenilgi içime oturdu benim, sonları belli olmayan Harbiye talebeleri çıkmadı aklımdan ve Harbiye’ye gitmem gerektiğine o anda karar verdim. Benim mektebim orasıydı.

Babanızla çok çatışmalar yaşamanıza rağmen onu çok sevmişsiniz. Öldüğünde gazeteye verdiğiniz ölüm ilanında, kendisinden özür dilemişsiniz. Çağan Irmak’ın "Babam ve Oğlum" filmi sizi çok etkilediği için, film hakkında yazı yazmışsınız. Babanızla aranızdaki ilişkiyi hatırlatmış sanırım. 

Yaptıklarımdan asla pişman değilim ama şimdi tekrar yapsam, birtakım şeyleri farklı yapar, insan ilişkilerinde ve aileme farklı davranırdım. Hiç olmazsa onun görevli olduğu vilayetin dışına çıkardım. Başka vilayetlere giderdim. Onun tercihlerine, verdiği emeğe daha saygılı olurdum. Emrivaki yapacağıma en azından iletişim kurup, onu ikna etmeye çalışırdım.

Onun sizi anladığı bir dönem olmuş ama; ilk hapse girdiğinizde "senin ne işin var burada" dediğinde, güzel bir cevap vermişsiniz.         

(Gülümsüyor) "Senin bana öğrettiklerinin gösterdiği oklar, beni buraya getirdi." cevabını vermiştim. Devletçiydi babam, biz o gelenekle büyüdük. Kemalizm’le bağlar koptu mu kopmadı mı, nasıl koptu nasıl kopmadı diye pek ideolojik konuşuyorlar ya, onu biz yaşadık yani. Çünkü biz de onların içinden geliyoruz, öyle fabrikalardan gelen adamlar değiliz. Deniz de değildi, Mahir de… Sinan da değildi, Cihan da… Bizler aydın ailelerin çocuklarıydık.

"DÜNYADA İLK DEFA İKİ FARKLI ÖRGÜT, KIZILDERE’DE HİÇBİR ÖRGÜT İSMİ KULLANMADAN, OMUZ OMUZA, BİRBİRLERİNİN ÜSTÜNE DÜŞE DÜŞE ŞEHİT OLDULAR"

Harbiye serüveniniz nasıl başladı?

(Nur Sürer: "Bu arada annesi sakın hava kuvvetlerine girme demiş.") Annem öyle dedi hakikaten, biz de denizde anlaştık, oraya girdim. (Gülüyor) (Nur Sürer: "Bir de babadan gizli girmiş.") Orada babama bir emrivaki yapmış oldum. Deniz Kuvvetleri Komutanının Kurmay Başkanı telefon açıyor babama, efendim teşekkür ederiz, diyor. Babam hayırdır ne teşekkürü diyor. Oğlunuzu bize, mektebe teslim etmiş olmanız… diyor. Anlamadım diyor babam da… Oğlunuz Harbiye’ye girdi diyor. Babam bir şey demiyor. Akşam da büyük bir sofra var, dayılarım, amcalarım falan gelecek. Ben de felaketin geleceğini anladım, bir fırtına kopacak yani. Uzakta bir yere oturdum, bana "siz hangi mektepte okuyorsunuz?" dedi. Hukukta okuyordum, dedim. Yalan da söylenmez o anda yani. (Gülüyor) "Haa, öyle mi? Yani yeni bir tercihiniz mi oldu beyefendi?" dedi. Harbiye’ye gideceğim, dedim. "Kim yardım etti buna? Bu fikri kafasına kim soktu?" dedi. Babam Bala Kaymakamı, dayım da Bala Savcısı iken tanışıyorlar. İkisi de bekarlar o zaman ve çok yakın arkadaşlar. Aralarında sadece babamın annemle evlenmesinden kaynaklanan bir bağ yok, çok iyi dostlar yani… O zamanlardan tanışıyorlar ve haliyle dayımın yanında pek ses çıkarmadı ama benim gitmemi de istemedi.    

E, tabii Mülkiye ayrı bir ruh, Harbiye ayrı bir ruh…           

Elbette, zaten devlette her zaman bir Harbiye-Mülkiye çelişkisi olmuştur. O zamanlar bunu bilmiyorduk, yani teorik olarak o arka plandan haberimiz yoktu. Babamın muhalefetine rağmen, Harbiye’ye gittim.

Oradan da atıldınız…

Evet. (Gülüyor) 68’de Hava Harp Okulu öğrencileri ‘Göksenin’ diye bir yıllık çıkarmışlardı. Siyasal İslamcı Mehmet Şevket Eygi, Bugün Gazetesi’nde ‘Cihada hazır olunuz’ başlığıyla, ‘harp okulları komünistlerin yuvası olmuş’ içerikli bir yazı yazdı. Bir tasfiye olacağını anladık biz ve buna karşı çıkmak gerektiğine karar verdik. Harp okulları öğrencileriyle aramızda bir dayanışma vardı. Türkiye pek bilmez ama 68 ruhu askeriyede de ordunun genç subaylarında da yaşandı yani… Devletin içinde ve dışında örgütlenmiş güçlerin başını çektiği, Vedat, Taylan’la başlayan devrimci öğrenci kıyımına, Battal ve Mehmet de eklenince, "öğrenci cinayetlerini durdurun yoksa talebelerin arkasında biz de mevziiye gireriz" içerikli bir bildiri yayımlamayı görev bildik. O zaman Genel Kurmayın başında Org. Cemal Tural vardı, esasında berbat bir adamdı. Bir bildiri yayımlayacağız ama metni nasıl yazacağız? Ali Kırca vardı arkadaşımız, edebiyatı da çok güçlüydü, yarım saatte bildiriyi yazdı. Felaket bir bildiri yani. Sabah Bab-ı Ali’ye girdik, rahmetli Abdi İpekçi’nin yanına gittim bildiriyi vermek için ama bilmiyoruz basarlar mı basmazlar mı? Büyük bir haber esasında ama biz bilmediğimiz için emin değiliz basarlar mı diye… "Hepiniz imza atmışsınız, bu nasıl iş?" dedi. İllegal bir şey yok ki, haksızlığa karşı çıkıyoruz, dedik. Çok büyük bir direnç oldu orada. Öncüleri ayıklayıp bir atmak istediler ama Harbiye hatta lise dahil bütün sınıflarıyla inanılmaz bir direniş gösterdi. Teğmenler öndeydi, o çocuklar bugün hala arkadaşımdır. O bildiriyle beni tutukladılar ve Güllübahçe cezaevine koydular, sonra da YAŞ (Yüksek Askerî Şûra) kararıyla ordudan attılar beni. 

Sivil hayata geçince, DEV-GENÇ kuruldu ve siz de kurucuları arasında yer aldınız.

Orada üç damar var. İstanbul damarı Deniz Gezmiş’in başkanlığını yaptığı Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’dir. Mustafa Gürkan, Mustafa Zülkadiroğlu, Mustafa Kıyıcı hep o grup. İkinci damar Ankara’dır, TKF’den ve TİP’ten kopmuş bir gruptur, üçüncü damar da biziz zaten, ordudan gelenler yani… Mahkemelerde hesaplar hep bunlardan soruldu. Bu üç damar ordu ve sivil gençliğindeki üç damardır. Benim kuruculuğum bu anlamdadır, yoksa öyle kurucu imzalı bir belgemiz yok yani. (Gülüyor) Benim DEV-GENÇ’e gelişim büyük bir coşkuyla karşılanmıştır çünkü bizim öğrenciyle hiçbir organik bağımız yoktu, bir örgüt de yoktu ortada. Devrimci öğrencilere karşı bir sempatimiz vardı, onların anti-Amerikan hareketlerini tasvip ediyorduk. Gencecik adamlar işçi sınıfını destekliyorlar, fabrikalara grevlere gidiyorlar, toprak işgallerine gidiyorlar, halkı sahipleniyorlar. Bu sempati onlara karşı yapılan kirli eylemlere tepki göstermemize yol açmıştı ve onlardan bağımsız hareket etmiştik.

Abilik yapmışsınız bir nevi.

Çok doğal bir buluşmaydı o. O doğal buluşmayı hapishanede de gördüm, Mahir’lerin firarında aynı hapishanedeydim. Oradaki genç subaylar da o öğrencileri sevmişti.

Hatta Mahir Çayan sizi devreye sokmuş ve Teğmen Sabahattin Sakman’ı siz ikna etmişsiniz, firara yardım etmesi için…

Son dakikada… (Gülümsüyor) Mahir’in firarındaki en büyük destek subaylardan gelmişti, haklarını yememek lazım. Desteklerini esirgemeyen o genç subaylarla, sonra biz senelerce hapis yattık Selimiye’de... O subaylar da bizim o devrimci çocukları sevdiğimiz gibi sevdiler Mahirleri… Yoksa onları oradan kimse kıpırdatamazdı. O toprakların taşınması, o duvarların delinmesi hepsinin geleceğine mal olmuştur.

Kariyerlerini ve geleceklerini hiçe sayarak yapmışlar.

Evet, hiçe saydılar. O dayanışmayı asla unutmamak lazım. Mahir’in firarı anlatılırken, o çocukların isimleri hiç geçmiyor mesela. Geçenlerde o firarın taşlarını döşeyen arkadaşlardan biriyle aynı şeyi konuştuk. Sivil devrimciler ve subaylar bir araya gelerek öyle güzel bir dayanışma oluşturdular ki! Sonrasında da birçok devrimci örgüt de bir araya geldi ve hepsi kendi birikimleriyle birbirlerini destekledi. Birçok koldan akan nehrin bir gölde buluşması gibi… Dolayısıyla bence Türkiye Devrimci Hareketi’nin birikimi topyekûn bir birikimdir. Kızıldere’de bunu gördük zaten.  

Devrimci hareket bir tek o dönem birleşebilmiş sanki. Bir daha böyle bir dayanışma olmamış.

Evet. Ordunun da içinde olduğu tek dönem oydu. Ciddi ve tutkun bir devrimci kardeşliği var orada, birimize bir şey oldu mu hepimize olmuş hissediyorduk. Bir problem varsa, karşımızdakini muhatap alarak konuşurduk, asla arkasından bir şey konuşulmazdı. Şimdiki gibi şaibeli işler yok, her şey transparandı. Bak, benim hakkımda neler söylediler şimdi, öyle mi, öyleyse böyle dedim, görün bakalım Türkiye’de kimin ne olduğunu dedim. 80 tane eylem çıkardılar karşıma, tek başıma hapis yattım, ben mi yaptım kardeşim o eylemlerin hepsini? Askeri komitenin başındaki adam bana şahit geldi yani. Hâkim soruyor, bu size talimat verdi mi, diye. Hayır, efendim diyor.

Peki, madem bu kadar dayanışma vardı, fraksiyonlaşma ne zaman başladı?

69’da DEV-GENÇ’e girdim, 70’lerin sonlarına doğru fraksiyonlaşmalar başladı. Bu fraksiyonlara arkadaşlarımız Kızıldere’yle cevap verdiler. Dünyada ilk defa iki farklı örgüt geldi, Kızıldere’de hiçbir örgüt ismi kullanmadan, birlikte omuz omuza, birbirlerinin üstüne düşe düşe şehit oldular. Bu, Deniz’i, Hüseyin’i, Yusuf’u kurtarmak için yapılan bir eylemdi. Bana göre o parçalanmaya karşı öncü arkadaşlarımızın gösterdiği çok asil bir davranıştı. Hiçbir THKP-C de olmadı, THKO da olmadı bu eylemin ismi… İşte, tüneli bu kazmış, öbürü kaçmış, beriki gitmiş yoktu ortada.

Çayan ve arkadaşlarının hapisten firarının şahidisiniz.

Evet. Mamak Cezaevi’nden gelmiştim Maltepe’ye, tünel kazılıyordu. Mahir o zaman Selimiye’de, o tuvaletin yanındaki hücrede yatıyordu. Mahir’in gelmesi beklendi. Niye beklendi? Aramızdaki en mağdur Mahir’di çünkü. Elrom işi falan var, başka eylemler var, devletin direkt hedefindeydi. Biraz sert eylemler vardı tabii işin arkasında, silah kullanılmış, bu yüzden pek konuşulmaz ama Mahir’in değeri Deniz’le aynıdır. O 100 metre olayı konuşulduğunda hep derim ki: "Evet, Deniz 100 metreyi koşmuştur ama Mahir de koşmuştur." (Can Yücel’in ‘Mare Nostrum’ isimli şiirinden bahsediyor. Şiirde Gezmiş’in devrim tarihindeki öncülüğünü vurgulayarak ‘en güzel 100 metreyi koştuğunu’ dile getirir.) Eğer 100 metre koşusu konuşulacaksa Türkiye’de, biz girmeyiz ona ama maratonda varız yani ve kaç yaşına gelirsek gelelim bu maratonu devam ettireceğiz. Cesaret, inisiyatif, kendini feda etmeyle ilgili konuşulacaksa, oraya Mahir’i de koymak lazım, Ulaş’ı da...

Mahir Çayan’la yakın mıydınız?

Ben Deniz’e yakındım. Mahir’le o kadar yakınlığım yoktu. Deniz’le daha samimiydim ama burada kimsenin hakkını yememek lazım.

Hepsi de çok yakışıklı, gülüşleriyle ve söylemleriyle etraflarını aydınlatan, merhametli çocuklarmış. Gerçi devrimcilerin çoğu böyle bana göre... Faşistlerse belki de içlerindeki karanlıktan dolayı çirkin, katı ve zalim geliyor.    

(Gülümsüyor) Bunlar Anadolu çocukları, aralarında çok fedakâr çocuklar var, bakmayın, onlar da namluya sürülmüş çocuklar esasında. Bizden farkları şu; yukarıdaki manipülasyon ayrıdır, aşağıdaki ayrıdır. Bize onlar kadar manipülasyon yapılmadı. Hiç kimse de inanmadığı bir davaya girmez. Bu siyaset için geçerli değil sadece… Bizler daha aydın ailelerin çocuklarıyız; Adnan Cemgil var Sinan’ın arkasında… Deniz’in arkasında Cemil abi var. Hepsi eğitimci, müfettiş adamlardır. Hepimizin arkasında dev gibi adamlar var. Bu öyle parayla olacak bir şey değil. Mahir dediğiniz çocuk, lisan bilen, siyasalda okuyan bir adamdı.

Selahattin Demirtaş’ta da var öyle aydınlık bir gülümseme. Her mahkemeye yüzünde bir gülümsemeyle gidiyor.

O çocuk da aynı damardan çünkü… Kürtlerde de var o damar. Zaten Kürtler de öyle başlamış, üniversite talebeleri başlatmış hareketi.

DEVAMI YARIN…

Öne Çıkanlar