simone, var olmak, kadın olmak

feminizmin birinci dalgasına kadar kadınların özgürlüğü üzerine düşünen, yazan birçok kadın var, bunlar o hareket için muhakkak ki ilham kaynağı olmuştur

mahir çayan'ın mahir, ibrahim kaypakkaya’nın ibo, che guevara'nın che olması gibi o da simone. ne hanım ne de abi'nin türevi olacak hiçbir şey gelmez adının yanına; arkadaş'ı, yoldaş'ı bunlardan ayrı gördüğümü söylemeye gerek yok.

simone, 112 yıl önce dünyaya gelmiş, avrupa'nın zor zamanlarına şahit olmuş. kendisini sadece "yazar" ve hayat arkadaşı sartre'ın varoluşçu etik düşüncesinin ebesi olarak tanımlamışsa da, bugün eserleri felsefenin sınırları içinde değerlendiriliyor. yaşasaydı, twitter bio'sunu kalabalık tutacağını sanmıyorum. ama hayattayken filozof muamelesi görmemiş olmasını sadece bu tevazu açıklamıyor, kadınlar üzerine yazmış olmasının esas sebep olduğu söyleniyor.

simone, bir yüzyıl sonra dünyanın her yerinde en önemli politik hareketler arasında sayılacak kadın kurtuluş hareketinin tohumunu ekerken bunları umursamamış. la deuxième sexe, ikinci dünya savaşı'nın ardından, 1949'da yayınlandığında 41 yaşında, bu ilk kitabı değil. henüz (toplumsal) cinsiyet/gender kavramı kullanılmıyor, o yüzden "seks" terimini kullanıyor ama o kitabın muhtevası ve ünlü "kadın doğulmaz, kadın olunur" sözü cinsiyeti (nitekim gülnur acar savran geçen yıl yayınlanan çevirisinde kitap için ikinci cinsiyet başlığını tercih etti) ve bunun biyolojik ya da ontolojik değil, epistemolojik ya da toplumsal bir kategori olduğunu anlatıyor. ikinci dalga feminizmin temel taşı olan bu fikir, hatta izinizle daha güçlü bir ifade kullanayım, bu aydınlanma güncel birçok tartışmada da işimize yarıyor. cinsiyet, patriyarkanın ihtiyaçlarına göre şekillenmiş, toplumsal bir kurgu. patriyarka gibi sistemler (sistemler dediysem, hepi topu iki tane var zaten, diğeri de kapitalizm), birer insanmışcasına irade sahibi değil, tarihsel süreç içinde, egemenler açısından en iyi nasıl işleyeceklerse, toplum o yönde şekilleniyor. cinsiyetin şekillenmesinde, doğurma yetisi gibi bir biyolojik unsur var tabii ama bilimin geldiği noktada, bu işin hâlâ kadın bedeninde gerçekleşmesi de toplumsal sebeplere dayanıyor yani patriyarkanın bir sonucu. şu örnek açıklayıcı olabilir sanırım; kadınlar insanlık tarihinin başından beri doğum yapıyor ama doğumun –nispeten- acısız yapılabilmesi geçen yüzyılın son çeyreğinde gündeme geldi; memeleri, burunları, diz kapaklarını falan güzelleştirme ameliyatlarından çok çok daha sonra.

feminizmin birinci dalgasına kadar kadınların özgürlüğü üzerine düşünen, yazan birçok kadın var, bunlar o hareket için muhakkak ki ilham kaynağı olmuştur. simone ikinci cins/iyet’i yazmadan önce de birçok yazar kadınlık durumunu da ele alıyor; onun avrupa’daki yazarları okuduğuna şüphe yok, ilk aklıma gelen ve en ünlü olanlar virginia woolf, anaïs nin. bu kadınlar edebiyatçı ama zaten feminist yazı, birden faza unsuru bir araya getirir; bunların arasında teori, somut veri, gözlem, duyguların aktarıldığı metinler de yer alır.

simone’un zamanımız düşüncesine ikinci önemli katkısı bence kadın’ın "öteki"liğini tanımlaması, ezilen kimliklerin politikasını kurması, onun düşüncesini çağdaşı franz fanon’la da kardeş kılıyor.

özgürlük üzerine çok düşünmüş, çok yazmış. yaşadığı dönemde, dünyanın farklı ülkelerinde ortaya çıkan devrimci hareketlere merak ve destekle yaklaşmış. ama onun politik varoluşunu yazısıyla tanımlamak çok yetersiz kalır. fransa’da ortaya çıkışından itibaren ikinci dalga feminist harekette yer almış, 1971’de, kürtajın serbest bırakılması için yürütülen mücadele çerçevesinde yayınlanan ve 343 kadının yasadışı kürtaj yaptırdığını açıkladığı 343 manifestosu’nu hem kaleme almış hem de imzacılardan olmuş. (o da dahil olmak üzere, kimi kadınların kürtaj olmadıkları halde, dayanışma amacıyla manifesto’ya imza attıkları söyleniyor.) onunla çalışma fırsatını bulmuş olan, benim de feminist düşüncemin şekillenmesinde büyük katkısı bulunan christine delphy, 1999’da, ikinci cins/iyet’in yayınlanmasının ellinci yıldönümü için düzenlenen konferansta, simone’un hareketin içine adım attığında, simone de beauvoir kimliğini kapıda bıraktığını anlatmıştı. bunun bütün politik hareketler için çok önemli olduğuna inanıyorum. her insanın bilgisi, deneyimi değerli, daha fazla öğrenme imkânı bulmuş olanlar hepimiz için bir şans ama titrler ayak bağı.

başka tanıklıklar da onun pek çok konuda, kendisine dayatılanla hesaplaşarak ilerlediğini gösteriyor. annelik, anneliğin bir tercih olması üzerine abd’li feminist yazar betty friedan’a itirazı örneğin. simone, kadınların evde oturup çocuk bakma tercihinin olmaması gerektiğini savunuyor; bu "tercih"in kadınları o yönde zorlayacağını ifade ediyor. büyük ölçüde hak verdiğim ama tartışmaya açık da olan bu yaklaşım 1970’ler için çok devrimci.

simone’un sartre ile olan ilişkisi onun açık bir biseksüel olmasından çok daha fazla konuşulur. bu konuda ikisine başvurmak istiyorum.

paris'te hotel mistral'in girişinde, üzerinde aşağıdaki sözlerin yazılı olduğu bir plaket var:

"bu otelde, 1937 ve 1939 yılları arasında ve başka zamanlarda simone de beauvoir (1908 - 1986) ve jean - paul sartre (1905 - 1980) kaldı.

"
ikimizin tek bir insan olduğumuzu söylerken hile yapıyordum. iki birey arasındaki uyum asla verili değildir, sürekli olarak temin edilmesi gerekir."

(olgunluk çağı)

simone de beauvoir (1908 - 1986)

"
ama hiçbir zaman değişmeyen ve değişmeyecek olan bir şey var: ne olursa olsun ve ne olursam olayım, onu seninle olacağım."
(castor’a mektuplar)

jean - paul sartre (1905 - 1980)

"karşılıklı özgürlüklerini korumak istedikleri için, bu otelde, iki ayrı odada kaldılar. odaları, daha sonra ölümün onları birleştirdiği montparnasse mezarlığına bakıyordu."

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi