Sosyal devlet nedir, nasıl ortaya çıktı? (1)

Sosyal devlet nedir, nasıl ortaya çıktı? (1)
Almanya 1871 yılında İş Kazası Sigortası'nı, 1883 yılında Sağlık Sigortası'nı, 1889 yılında ise Emekli Maaşı Sigortası'nı uygulamaya koymuştur.

Veli BEYSÜLEN


Kuşkusuz, Dünyamızın yaşadığı virüs salgını, kapitalizmin sınırsız kâr hırsının yol açtığı doğa tahribatının sonucudur. Salgın sürecinde ortaya çıkan gerçek ise, hem tek tek devletlerin hem de bir bütün olarak dünyanın, salgınla mücadelede yetersiz kaldıkları gerçeğidir. Bunun en önemli nedeni, geçen yüzyıl altın çağını yaşamış olan soysal devlet uygulamasının, yeni liberal politikaların baskısı nedeniyle sistemden tasfiye edilmiş olmasıdır. Zira sosyal devlet, kapitalist sistemdeki adaletsiz gelir paylaşımını minimize etmeye çalışan, düşük gelirli bireylerin daha iyi koşullarda yaşamaları için destek sunan devletti. Bu nedenle insanlık, salgına yol açan politikalar ile salgınla mücadeledeki eksiklikleri ciddi bir şekilde sorgulamalıdır. Bu yapılmadığı takdirde, gelecekte de benzer salgınlar yaşanacaktır. Daha açık ifade etmek gerekirse, sistem sorgulanıp mahkûm edilmedikçe ve yerine insanlığın bir daha bu tür salgınları yaşamaması için yaşadığımız gezegeni korumaya odaklanmış yeni bir sistem ikâme edilmedikçe, vahşileşen kapitalizm dünyayı yok oluşa sürüklemeye devam edecektir. 

Elbette yaşlı Dünyamız, bizzat insanın kendisinin neden olduğu birtakım badireleri atlatarak günümüze ulaştı. Bunun için çok da uzağa gitmeye gerek yok. Geçen yüzyıl dünyamız, iki büyük savaşı ve arkasından gelen soğuk savaş yıllarını yaşadı. Özelikle ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından başlayan soğuk savaş döneminde, başta merkez kapitalist devletler olmak üzere, kapitalist sistemin uygulandığı bütün devletler, az ya da çok, farklı yöntemlerle sosyal devlet politikasını sisteme monte etmek zorunda kaldılar. Tarihsel kökeni çok eskilere dayanıyor olsa da, 1840’lı yıllardan itibaren felsefe, insan hakları ve hukuk alanlarında çalışmalar yapan düşünürlerin kapitalist sisteme yönelik eleştirilerinin kısmen uygulanmasını sağladığı sosyal devletin, soğuk savaş yıllarında kapitalist sistemin içine monte edilmesinin asıl nedeni, sosyalist sistemin dünyanın önemli bir kısmında uygulanıyor olmasıydı. 

Peki, nedir sosyal devlet, nereden geliyor? 

Sosyal devlet kısaca, yurttaşlarını görünmeyen risklere karşı koruyan, hastalık, kaza, işsizlik veya ücretinin yetmemesi gibi durumlarda, vatandaşın sosyal ve ekonomik durumuyla ilgilenmek ve onun asgari koşullarda yaşaması için başta, beslenme, barınma ve sağlık gibi, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamasını sağlamak amacıyla tedbirler geliştiren ve bunun için gerekli teşkilatı kuran devlettir. Sosyal devletin tarihsel gelişimine bakıldığında, onun aslında hukuk devletini tamamlayan bir yapılanma olduğu ve kökeninin antik çağa kadar uzandığı görülmektedir. 

Evet, sosyal devletin, kökeni hukuk devletindeki gelişmeye dayanmaktadır. Bu nedenle sosyal devleti incelerken, onun parçası olduğu hukuk devleti ile bağlantısını incelemekte yarar var. Modern anlamada hukuk devletinin ortaya çıkışı, 19.yüzyılın ortalarına dayanmaktadır. Ancak hukuk devletinin düşünsel temeli antik çağa kadar gitmektedir. Bu çağda hukuk devletinin temeli, insanların doğuştan sahip oldukları hakları kullanmalarına dayanan doğal hukuk kavramıdır. Burada esas olan, kişilerin doğuştan sahip oldukları haklarını kullanmalarına engel olma potansiyeli bulunan egemenin, hukuk kuralları ile sınırlandırılmasıdır. Yani bu çağda hukuk devletinin anlamı, devleti bireylerin haklarını kullanmalarını engellemekten uzak tutmaktır. Ancak bu doğal hukuk uygulaması, ortaçağda kilisenin ağır baskısı altında kaldı. 

17. Yüzyılda Rönesans'ın etkisi ile hukuk alanında laikleşme sürecinin başlamasıyla birlikte, kilisenin baskısından kurtulan antikçağın doğal hukuk kavramı, insan hakları kavramı ile tanıştı. Bu sürecin en belirgin özelliği, toplumun sosyal ve kültürel değişikliğe uğraması ve kapalı kent yapısının yerini kentin dışına taşan sanayileşmenin almasıdır. Sosyo- ekonomik durumun değişmesi ile birlikte, toplumsal yapıda büyük feodal beylerin yerini burjuvazi aldı. Kendi sisteminin hakimi olmak isteyen burjuvazinin yaptığı ilk iş, kilisenin baskısından sıyrılmak oldu. 

Sanayi devriminin ortaya çıkması ile sanayide çalışmak zorunda bırakılan mülksüz köylüler, hızla kentlere göç ettiler. Böylece kentlerin kenar mahallelerinde, ağır koşullar altında yaşama tutunmaya çalışan işsizler ordusu ortaya çıktı. İşsiz milyonları, emek maliyetlerini aşağı çekmek için kullanan sermaye sürekli büyürken, düşük ücretle, uzun süre, sağlıksız ortamlarda ve ağır çalışma koşulları altında çalışmaya mahkum edilen işçiler arasında huzursuzluk artıyordu. Bu süreçte devlet, kendisine biçilen rol gereği olan bitene müdahale etmiyordu. Zira sisteme hakim olan zamanın liberal anlayışına göre, ticaret ve sanayinin gelişmesi devletin bu faaliyetlerin dışında kalmasıyla mümkün olacaktı. 

18. yüzyılın sonu, 19.yüzyılın başlarından itibaren bireysel özgürlükler, yazılı metinler haline gelmeye başladı. Kuşkusuz bunların en önemlisi, 1789 Fransız Devrimi sonrası yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. Bu bildirgenin ve diğer bazı belgelerin, bireysel hakları koruyup devleti hukuk kuralları ile bağlarken, ekonomik haklara dair düzenlemeler içermemeleri eleştiri konusuydu. Bunlar üzerine kurulan sisteme eleştiri yönelten düşünürler, sistemin felsefi olarak bireysel hakları korumayı esas alan yapısının yanına, devletin sistemin mağdur ettiği kitleleri korumasına dair tedbirler almamasının, onun hukuk devleti olmasını engellediği yönünde eleştiriler yöneltmekteydiler. Bir başka deyişle eleştirenler, sosyal olmayan devletin tam bir hukuk devleti olamayacağı tezini ileri sürüyor, "Devletin risklere karşı yurttaşları koruyan görevleri üstlenmesi ve bunun için yapılanmaya gitmesi, eksiksiz bir hukuk devleti olmasının gereğidir." diyorlardı. Kuşkusuz, hukuk devletinin bu eksik yönüne yapılan vurgu, sosyal devletin temellerini oluşturdu. Bu süreçte sosyalist düşünürler, özellikle 1789 bildirgesinin bireysel hakları esas alan yapısına eleştiriler yöneltirken, yapılması gerekenin, devletin işçi sınıfı ve ezilen kitleler lehine sisteme müdahale etmesi olduğu tezini ileri sürmüşlerdir. Eleştirenler, liberal ekonomik modelin yol açtığı adaletsiz gelir paylaşımının mağdur ettiği kitlelere dikkat çekiyor ve devletin müdahalesinin zorunluluğunu dile getiriyorlardı. Burada kastedilen müdahale, devletin sosyal sorumluluk üstlenmesi ve gelirden yeterince pay alamayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere gelir desteği vermesiydi. Bu amaçla, süreç içinde devletin bu tür gelir desteği sağlayacağı araç olarak sigorta sistemi öne çıktı ve devletler değişik sigorta kollarını birer birer yürürlüğe koymaya başladılar. Sağlık sigortası, kaza sigortası, emeklilik sigortası, işsizlik sigortası gibi değişik sigorta kolları, ücretsiz eğitim, ucuza mal edilen sosyal konutlar, aile ve çocuk yardımları bunlardan birkaçıdır. Sosyal devletin esas itibariyle, bireyin refahını piyasa koşullarından bağımsız olarak iyileştirmek, hastalık ve işsizlik gibi beklenmeyen risklere karşı kişiyi ve ailesini korumak, dini, dili ve ırkı ne olursa olsun herkesin sosyal devletin korumasına ulaşarak hayatını idame ettirmesini sağlamak gibi üç temel görevi vardır.     

Sistem, bir yandan huzursuzluk nedeniyle yükselen işçi sınıfı mücadelesinin, diğer yandan 1840’lı yıllardan itibaren, piyasacı liberal kapitalizme yönelen aydın eleştirilerinin zaman içinde ideolojik politik bir harekete evirilmesinin basıncına maruz kaldı ve devletin işçi sınıfı lehine müdahalesini kabullenmek durumunda kaldı. Ancak bu eleştirileri yönelten Marx öncesi bilim insanları, sistemin eşitsizliklerini ortaya koyarken, sistemde üretime ve üretim araçlarına yönelik değerlendirmeler yapmaktan uzak durdular ve önerileri bilimsel temelden yoksun, sistemi revize eden öneriler olmanın ötesine geçemedi. Buna karşın Marx, sistemi üretim ve üretim araçları ilişkileri yönünden değerlendiren bilimsel analize yöneldi ve sistemin revize edilmesinin yetersizliğini ortaya koyarak, işçi sınıfının kurtuluşunun sınıf iktidarına, yani sosyalizme geçmekle mümkün olduğunu ortaya koydu. Marx ile öncesi düşünürler arasında, bu anlamda temelde derin ayrılık olsa da, Marx’ın sisteme yönelik eleştirisinin, sosyal devletin gelişiminde önemli katkı sağladığı bir gerçektir. Onun özellikle özgürlük kavramına getirdiği özgürleştirme açılımının temelini teşkil eden yabancılaşma teorisi, bu alanda önemli bir katalizördür. Marx, burada ilkel komünal toplumun ardından gelen ilkel köleci, feodal ve kapitalist toplumların, mülkiyete dayandıklarını ve ilkel komünal toplumun temel ilkesi olan üretilen malın üretende kalması ilkesinin aksine, üretim araçları mülkiyetini ellerinde tutanların üretilene el koyduğunu ortaya koymuştur. Marx el koyulanın aslında emek olduğunu, dolayısıyla ürettiği malı pazardan satın almak zorunda kalan emekçinin kendisine yabancılaştığını belirtmiştir. Marxsizmin bu teorisi, özgürlük kavramının daha geniş değerlendirilmesini ve sosyal devlet uygulamasında esas almasını sağlamıştır.     

Tüm bu süreçler yaşanırken, sosyal devletin anayasal güvenceye alındığı ilk anayasa, 1848 Fransa Anayasası olmuştur. Fransız işçi sınıfının 1848 yılında yükselen mücadelesinin, işçi-işveren uzlaşması ile sonuçlanmasının ardından, hazırlanan Fransa Anayasası, klasik hakların yanı sıra ekonomik ve sosyal haklara yer verilen ilk anayasa olarak tarihe geçmiştir. Tüm bu gelişmelerden sonra, sosyal devlet yapılanmasına yönelik ilk somut adımların atıldığı ülke Almanya’dır. Almanya 1871 yılında İş Kazası Sigortası'nı, 1883 yılında Sağlık Sigortası'nı, 1889 yılında ise Emekli Maaşı Sigortası'nı uygulamaya koymuştur. Bunun yanında, Bismarck döneminde 1883 yılında yürürlüğe konan Sosyal Sigorta Programı da dünyada ilktir. Daha sonra Avusturya, İngiltere ve Fransa’da da aynı yönde adımlar atılmıştır. 

20. yüzyıl sosyal devletin ağırlıkla uygulandığı yüzyıldır. Hemen 1900’lü yılların başından 1910’lara kadar birçok devlet, değişik sigorta kollarını uygulamaya koydu. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, Almanya’da yürürlüğe giren Weimar Anayasası, hukuk devletini sosyal devletle bütünleyen önemli haklar getirmekteydi. Sadece sosyal haklar getirmekle kalmayan bu anayasa, mutlak mülkiyet ilkesini geri plana iterek, işyeriyle ilgili kararların işveren-işçi birlikte alınmasının yanı sıra, işçilerin işyeri komitelerinde yer almalarına ve söz sahibi olmalarına olanak tanıdı. 

Buraya kadar, özellikle 1929 ekonomik buhranı ve ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından, kendisine çok daha fazla ihtiyaç duyulacak olan sosyal devletin tarihsel sürecini, sanayi toplumunun getirdiği eşitsizliklerin devletin müdahalesini zorunlu kılmasını ve devletin geliştirdiği tedbirleri irdelemeye çalıştım. Önümüzdeki süreçte, sosyal devletin dünya örnekleri ile Türkiye’deki uygulamalarını ele almaya devam edeceğim.

Öne Çıkanlar