Sürgünün trajedisi: Toprağın tadını özlemek

İnsana en büyük acıyı veren, yaşadığı yerden, aidiyet duygusunun yarattığı güvenden ve sevdiği insanlardan uzak kalmasıdır.

Tarih boyunca birçok topluluk savaş ve tehcir politikaları nedeniyle kuşaklar boyu yaşadıkları topraklardan toplu olarak sürgün edildi. Sistemin muhalif olarak tehlikeli gördüğü kişiler de baskı ve ceza tehdidiyle sürgün durumuna düşürüldü.

Sürgün, kişinin doğup büyüdüğü, dilini, kültürünü özümsediği, anılarını biriktirdiği ülkesinden uzaklaştırılması ya da uzaklaşmak zorunda bırakılması olarak yaşanmakta. Anne rahminde yaşadığı cenneti doğumla yitiren, Erich Fromm’un deyişiyle yitik cennetini arayan insanın yaşadığı coğrafyadan ayrılmak zorunda kalması ona aynı duyguyu yaşatmakta.

Vatan anne ile özdeşleştirilirken İngilizcede motherland, Almancada mutterland, Türkçede anavatan olarak adlandırılmakta. Yitirilmiş olan anne rahmi kadar belirleyici olan sürgün durumu geriye dönüşün umudunu da taşımakta.

Mircea Eliade’a göre cennet özlemi tek tanrılı dinler açısından bakıldığında ilk insanın işlediği günah sonucunda meydana gelen‚ "düşüş"ünden (la chute), yani cennetten atılmasından önceki durumuna yeniden kavuşma özlemidir.

Dünyaya sürgün edilen insan dünyayı yapay sınırlarla bölünmüş bir sürgün yerine çevirmeyi becermiş durumda. İmparatorluğun ya da ulus-devletin sınırları içinde ideolojik kalıpların içine girmeyenlerin kaderi ya cezaevine girmek ya sürgüne gitmek ya da sürgünü kendi içinde yaşamak olmuştur.

İmparatorluk-Cumhuriyet döneminde Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Ebuzziya Tevfik, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Süleyman Nazif, Aka Gündüz, Ali Suavi, Refik Halit Karay, Ziya Gökalp, Cevat Şakir Kabaağaçlı eleştiri içeren edebi eserleri ve muhalif olmaları nedeniyle sürgünle cezalandırıldılar.

II. Abdülhamit döneminin olumsuzluklarından etkilenen ve umutsuzluğa kapılan Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi edebiyatçılar kendilerini sosyal hayattan soyutlayarak sürgünü kendi içlerinde yaşadılar.

Rıza Tevfik Bölükbaşı, Abdullah Cevdet, Mehmet Akif Ersoy, Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Refi Cevat Ulunay, Nazım Hikmet Ran dönemin siyasi baskıları sonucu hissettikleri can ve hukuk güvenliği endişesiyle gönüllü olarak kendilerini sürgün ettiler.

İnsana en büyük acıyı veren, yaşadığı yerden, aidiyet duygusunun yarattığı güvenden ve sevdiği insanlardan uzak kalmasıdır. Siyasi sürgünler ideallerinin yenik düşmesinin yarattığı travmayı entelektüel çabalarla atlatmaya çalışırlar.

Sürgüne gidenler ya da gitmek zorunda bırakılanların çoğu yazar olduğundan yaşadıkları yoğun duygu ve düşünceleri edebi anlamda ifade etmişlerdir. Namık Kemal en önemli eserlerini sürgündeyken yazmıştır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı gurbet duygusunu şiirleriyle anlatırken, Cevat Şakir Kabaağaçlı eserlerini sürgün edildiği Bodrum’da yazmış, Refik Halit Karay sürgündeki izlenimlerini "Memleket Hikâyeleri" isimli kitabında toplamıştır. Nazım Hikmet Ran memleket özlemini en yoğun duygularla şiirlerinde ifade etmiştir.

Cumhuriyet döneminde yaşanan ilk toplu sürgün olayı ise 1924’de rejimin muhalif olarak belirlediği 150 kişiyi 1924 yılında sürgün etmesi, 1927’de de özel bir yasayla vatandaşlıktan çıkartmasıydı.

1950’den sonra sol örgütlenme ve yayınlar daha baştan sıkıyönetim yasaklamaları, tutuklamalar ve mahkûmiyetlerle karşı karşıya kaldı. Tan Gazetesi’ne yapılan baskından sonra gazeteciler Sabiha Sertel-Zekeriya Sertel, Abidin Dino-Güzin Dino sürgünü seçmek zorunda bırakıldılar.

12 Mart döneminde Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Kemal Burkay, Emin Bozarslan, Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Bülent Tanör, Teslim Töre, Faik Bulut, Melek Ulagay, Cengiz Çandar, Yücel Sayman, Şahin Alpay gibi isimler sürgüne gönüllü razı olmak zorunda kaldılar.

12 Eylül askeri darbesi 30.000’den çok insanın Avrupa ülkelerine zorunlu sürgüne gitmelerine neden oldu. Oya Baydar, Melike Demirağ, Selda Bağcan, Cem Karaca gibi birçok yazar ve sanatçı ülkelerinden, ailelerinden, sevdiklerinden uzak kaldı.

Zorunlu sürgüne gidenler gittikleri yerlerde zor koşullarda var olmaya çalıştılar. Çoğu uzun süre ülkesine dönemedi. Gidenlerin yarısına yakını vatandaşlıktan çıkarıldı.

10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin düzenlendiği ödül töreninde yılın en iyi sanatçısı ödülünü alan Ahmet Kaya Kürtçe şarkı söylemek istediğini açıkladığı için linçe uğradı. Zorunlu olarak sürgünü seçen sanatçının kalbi 16 Kasım 2000’de Paris’te durdu. 

Türkiye 2016’dan bu yana yeni sürgünlerini yarattı. Çok sayıda gazeteci, yazar, akademisyen ve çeşitli meslek sahibi insan sürgün halini inkâr edilmiş yurttaşlar olarak yaşamakta.

12. yüzyılda yaşamış keşiş St. Victor’lu Hugo’nun aşağıdaki sözlerini asırlar sonra Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye sürgün olarak gelen edebiyat adamı Erich Auerbach milli ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için önermişti:

"Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür."

İnsanın bağımsızlığa, tarafsızlığa ulaşabilmesi, vicdanının sesine kulak verebilmesi, önyargı sonucu ortaya çıkan dışlama ve tepkilerden kurtulması "bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi görmek" şeklindeki özgün bir bakış açısı ile olanaklı olabilir. Bu bakış açısına zor olmakla birlikte belki dünyada sürgün gibi yaşamakla yaklaşılabilir.

İtalyan şair Dante Alighieri, Floransa’dan sürgün edilişini "İlahi Komedya"da evrensel bir dille, insanın içinde bulunduğu maddi dünyadan yabancılaşmasının bir simgesi olarak aktarır. Bu evrensel yabancılaşma, dışlandığı ve soyutlandığı kimliğinden farklı yeni bir üst kimlik edinme olarak ortaya çıkar.

İnsanların çoğu esas olarak tek bir yurdun, tek bir kültürün farkındadır. Sürgünler ise en az iki yurdun, iki kültürün farkındadırlar. Bu bakış açısı Edward Said’in tespitiyle çoğul düşünüp duyumsamaya, eş zamanlı diğer boyutlara ilişkin bir farkındalığa yol açarken, empati yapmayı kolaylaştırır.

Bir sürgün için yeni ortam da hafızanın arka planı önünde yaşanır. Her iki ortam da canlı ve gerçektir ve yan yana, bir arada bir farkındalık içinde duyumsanır. Ancak sürgün olan veya kendisini sürgün eden insan asla kendini mutlu ve güvende hissetmez. Uysal değildir, katılığa ve donmuşluğa karşı dağıtıcı gücü her an ortaya çıkabilir. 

Said’in Wallece Stevens’ten aktardığı gibi "bir kış ruhudur"  sürgün. Bahar ihtimali yakın ama ulaşılamaz bir yerdedir. Göçebedir, merkezsizdir. Sürgünler sınırları aşar, düşünce ve deneyimin önündeki engelleri yıkarlar.

Filistinli şair Mahmud Derviş, sürgündeyken geride kalan yurduna duyduğu kırgınlığın, sürekli ertelenen bir geri dönüşün yarattığı hayal kırıklığının, benliğini yeniden inşa etme ihtiyacının nasıl bir his olduğunu dizelerinde anlatıyor.

Ama ben sürgünüm / Gözlerinizle damgalayın beni. / Neredeyseniz oraya götürün / Her neredeyseniz oraya. / Yüzümün rengini geri verin bana / Ve vücudun sıcaklığını, / Kalbin ve gözün ışığını, / Ekmeğin tuzunu ve ritmi. / Toprağın tadını… Anavatanımı. / Gözlerinizle siper olun bana. / Hüzün malikanesinden bir kalıntı diye alın beni. / Trajedimden bir dize diye alın ;/ Bir oyuncak diye alın, evden bir tuğla diye, / Alın ki çocuklarımız geri dönmeyi hatırlasın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi