Taliban'ın ideolojik temelleri ve Müslüman ülkelerde şeriat

Taliban'ın ideolojik temelleri ve Müslüman ülkelerde şeriat
'Selçuklulardan günümüze birçok Müslüman ülkeyi ulema-devlet ittifakı olarak adlandırdığım güç ikilisi yönetmiştir. Bu ittifakın değişik ülkelerde şeriat ile ilişkisi farklılıklar gösterir.'

Amerika Birleşik Devletleri'deki San Diego Eyalet Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Ahmet T. Kuru, "Taliban'ın ideolojik temelleri: Devlet artık ulemadır" makalesinde Taliban özelinden yola çıkarak Müslüman ülkelerdeki şeriat sisteminin kökenine iniyor.

"Dünyada Müslüman çoğunluklu 50 ülke var ve bunların 18 tanesinin anayasasına göre şeriat yasal düzenin temel kaynaklarından" diyen Kuru, "Selçuklulardan günümüze birçok Müslüman ülkeyi ulema-devlet ittifakı olarak adlandırdığım güç ikilisi yönetmiştir. Bu ittifakın değişik ülkelerde şeriat ile ilişkisi farklılıklar gösterir. Devlet geleneğinin güçlü olduğu Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde II. Mahmud ve Mehmed Ali Paşa dönemlerinden günümüze kadar reformcu devlet adamları modernleşme projeleri uygulayabilmişler ve ulema’nın etkisini sınırlayabilmişlerdir. Bu otoriter projeler bazı olumsuz sonuçlar doğursalar da ülkelerinin katı bir şeriatla yönetilmesini engellemişlerdir" ifadelerini kullanıyor. 

Kuru'ya göre, "Taliban’a kızmak kolay ve faydasız, onun teorik zeminini çürütmek zor ve asıl yapılması gereken şey".

Ahmet Kuru'nun Euronews'ta yayınlanan makalesi şöyle:

Taliban'ın ideolojik temelleri: Devlet artık ulemadır

 

 

Taliban’ın Afganistan’da yönetimi tekrar ele geçirmesi iki konudaki tartışmaları alevlendirdi. Birincisi dünya siyasetinde güç dengeleri. Yirmi yıl süren işgalinde yüzbinlerce asker kullanmasına ve trilyonlarca dolar harcamasına rağmen ABD başarısız oldu. Amerikan işgalinin yanlışlığı, Afgan siyasetçilerin yolsuzlukları ile Pakistan, İran ve Rusya’nın Taliban’a destekleri bu sonuca yol açan sebepler arasında.

İkinci ve teorik etkileri daha derin konu ise şeriata dayalı devlet yönetimi. Taliban’ın kurucusu Molla Ömer (1960-2013) dahil birçok yöneticisi medreselerde, özellikle de Hint Yarımadası’nda yaygın olan gelenekçi Deobandi medreselerinde eğitim almış, yani ulema sınıfından. Zaten "talebeler" anlamındaki isimleri de medrese eğitimlerinden geliyor.

1979’da Sovyetler Birliği’nin işgaline karşı başlayan "Afgan cihadı"nın destekçileri ABD ve Pakistan ile beraber Suudi Arabistan idi. Suudilerin Selefi görüşleri birçok Afganlı/Pakistanlı grup gibi Taliban’ı da etkiledi. Neticede Taliban Deobandi medreselerinin katı Hanefilik yorumu ile Selefi etkisini birleştirdi. Taliban’ın kadınları ikinci sınıf gören zihniyeti ile tarihi heykelleri yıkma ve müzisyenleri idam etme gibi uygulamaları bu bileşimin bir sonucu.

Taliban Türkiye dahil birçok ülkede İslamcılar arasında Batı-düşmanlığı ve şeriat özleminin karışımı bir heyecan uyarmış durumda. Peki bu şeriat özleminin kaynağı nedir ve nasıl Taliban rejimi gibi acımasız bir yönetimin bile sempati kazanmasına yol açabiliyor?

Müslüman ülkelerde şeriat

Dünyada Müslüman çoğunluklu 50 ülke var ve bunların 18 tanesinin anayasasına göre şeriat yasal düzenin temel kaynaklarından. Bu ülkelerin 22’sinde ise şeriattan bahsetmeyen göreceli laik anayasalar var. Kalan 10 ülke ise İslam’ı resmi din ilan ettikleri için anayasaları laik değil, ama aynı zamanda anayasalarında şeriata bir atıf da bulunmamakta.

Anayasalarında şeriat bulunan ülkelerin hepsinde İslam aile hukuku uygulanmakta; bu da evlenme, boşanma ve miras gibi konularda erkeklere üstünlük sağlamakta. İslam ceza hukukun el kesme, taşlama gibi hükümleri ise çok az ülkede (İran, Suudi Arabistan, Pakistan, Yemen) yasalarda yer almakta ve sadece İran ve Suudi Arabistan’da uygulanmakta. Kısacası Taliban’ın yerleştirmeye çalıştığı şeriat düzeni çok az yerde tam uygulanıyor.

Madem Taliban, İran ve Suudi Arabistan marjinal örnekler, neden bu rejimler hem Batı medyasının hem de dünyadaki İslamcıların gündeminde? Çünkü bu rejimler egemen Sünni ve Şii teorinin uygulamadaki en etkin örnekleri.

Kur’an, Hadis, İcma ve Kıyas

Egemen Sünni teori tarihi olarak Şafii’nin fikirlerine dayanır. Bu teoriye göre hem hukukun hem de diğer birçok alanda bilginin kaynağı dörttür: Kur’an, hadis, icma (din alimlerinin, yani ulema’nın ittifakla kabul etmesi) ve kıyas (benzetmelerle mantık yürütme). Şii teori de bazı detaylar dışında benzerdir.

Sünni teoride hadisi merkez konuma sokan anlayış Buhari ve Müslim’de geçen hadislerin neredeyse Hz. Peygamber’in ağzından çıktığı bizzat duyulmuş gibi doğru kabul edilmesidir. Diğer dört temel hadis kitabı da eklendiğinde, sorgulanamaz binlerce hadis hukukun ve hatta bilginin kaynağını oluşturmaktadır. Bu teori ve anlayış her konuya müdahale eden ve gerçek hayattan kopuk fetvalar üretmektedir.

Mesela, Taliban’ın ana eğitim kaynağı olan -ve 150 yılı aşkın süredir faaliyet gösteren- Deobandi medreselerinin hemen her konuda verdiği fetvaların toplam rakamı on binlerle ifade edilmektedir. Bu fetvalar içinde televizyon ve fotoğrafın haram olduğu da yer almaktadır.

Kuran ve hadis yoruma açık olduğu için egemen teorinin can alıcı noktası icma kavramında saklıdır. İcma ulemanın ittifakı olarak tanımlandığı için, ulema dışında kalan Müslümanların yorum ve görüşlerinin hiçbir önemi bulunmamaktadır. Hatta ulema içinde gençlerin ve kıdemli ulema bile olsa azınlıkta kalanların görüşleri etkisiz kalmaktadır.

Egemen teori içinde değişimin zorluğunun bir sebebi de bu teorinin gözleme dayalı (ampirik) bilgiyi ve rasyonalist anlamda akıl yürütmeyi reddediyor olmasıdır. Bu teoride hukuk ve bilgi, zaman ve mekan üstü bir anlayışla üretilir. "Bu zamana ve toplumun şartlarına" uygun bir yorum talebi genellikle İslam’ın "ebedi ve evrensel" hükümlerine karşı bir hakaret veya dinden çıkma olarak kabul edilebilir. İslam’a hakaret ve irtidadın sonuçları da dışlanmaktan idama kadar uzayan bir dizi cezadır.

Bu nedenle ulema (veya Türkiye’deki isimleriyle Diyanet ve ilahiyatçılar), İslamcı siyasetçiler, cemaat liderleri ve tarikat şeyhleri gibi aktörlerin demokrasi, laiklik, kadın-erkek eşitliği, gayrimüslimlerin hakları gibi konularda yeni ve özgürlükçü söylemleri dürüstçe ve tutarlı bir şekilde dile getirmeleri -egemen teoriye bağlı kaldıkları müddetçe- mümkün değildir. Bu aktörlerin gelenekçi yorumlarını eleştirmek de, yaptıkları demokratik çıkışları alkışlamak da vakit kaybıdır. Zira söylem ve çıkışlar unutulur, teori kalır. Asıl yapılması gereken şey egemen teoriyi eleştirerek yeni teoriler üretmektir.

Hukuku üretenler: Ulema ve sultan

Taliban Afganistan’da demokrasiye izin vermeyeceğini ilan etti. Hukuk ve siyasetin ne olacağını şeriat belirlediğine ve kendileri de ulema olarak şeriatın ne olduğunu en iyi bildiklerine göre seçim gibi demokratik kurumları anlamsız görmekteler.

Sorun yine egemen teori ile alakalı. Zira demokraside hukuk günün şartları ve toplumun ihtiyaçlarına göre halkın katılımı ile yapılır. Egemen İslam hukuk teorisine göreyse hukuku bir grup uzman erkek -yani ulema- üretir ve bunu yaparken de günün şartlarını ve toplumun ihtiyaçlarını (maslaha) ancak metinlerin izin verdiği kadar ve eski içtihatların ışığında dikkate alabilir.

Kısacası demokratik hukuk üretimi ile egemen İslam hukuk teorisi birbiri ile bağdaşmaz. Bu da İslam dünyasında neden çok az sayıda demokrasi olduğunu ve neden İslam hukuku güçlendikçe bu demokrasilerin bile zayıfladığını bir ölçüde açıklamaktadır.

On birinci asırdan günümüze, ulema hukuk üretimindeki tekel iddiasını sadece bir etken karşısında bırakmıştır: kılıç. Osmanlı’daki padişahların ürettiği kanun ve ulemanın ürettiği şeriat ikilemi -her ne kadar teoride şeriatın idareciye tanıdığı bir hak olarak açıklanmaya çalışılsa da- aslında sultanların kılıç gücüyle ulemaya kabul ettirdikleri bir realitedir.

Öte yandan, ulema kılıç sahibi sultanlar karşısındaki anlayışlı tavrını seçilmiş meclisler karşısında genelde göstermez. Demokratik bir parlamento kadın-erkek eşitliği gibi konularda reformist kanunlar çıkarmaya kalktığında karşısında ulemanın direnişini bulabilir.

Ulema-devlet ittifakı

Selçuklulardan günümüze birçok Müslüman ülkeyi ulema-devlet ittifakı olarak adlandırdığım güç ikilisi yönetmiştir. Bu ittifakın değişik ülkelerde şeriat ile ilişkisi farklılıklar gösterir.

Devlet geleneğinin güçlü olduğu Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde II. Mahmud ve Mehmed Ali Paşa dönemlerinden günümüze kadar reformcu devlet adamları modernleşme projeleri uygulayabilmişler ve ulema’nın etkisini sınırlayabilmişlerdir. Bu otoriter projeler bazı olumsuz sonuçlar doğursalar da ülkelerinin katı bir şeriatla yönetilmesini engellemişlerdir.

Devlet geleneğinin zayıf olduğu Suudi Arabistan’da ise kuruluşundan itibaren şeriat katı bir şekilde uygulandı. Bu uygulamalar Vehhabiliğin radikal yorumları ile kabile geçmişinden gelen Suudi hanedanının birleşiminin sonucu olarak okunabilir. Fakat bu ülkede bile, günümüzde veliaht prens Muhammed bin Selman’ın katı Vehhabilik’ten ayrılma isteği ve reform çabaları gözlemlenmektedir.

Klasik manada ulema-devlet ilişkisi modern İslamcılar tarafından yetersiz görüldü. Hasan El-Benna’dan günümüze birçok İslamcı "İslam hem dindir hem devlet" iddiasında bulunmuş, ama bu sloganı uygulamaya koyamamışlardı.

Bu konuda tek istisna Şii İran idi. Şiilik, Sünnilikten farklı olarak, ruhban sınıfının varlığını teoride de kabul ettiği için, İran ulemasına daha net bir pozisyon sağladı. İhtilal sonrası İran’da ulema sadece kanun yapma ve mahkemeler konusunda değil, idarede de gücü eline geçirdi.

Taliban rejimi Sünni dünyada bir ilki temsil ediyor. Devletin çok zayıf veya çökmüş olduğu Afganistan’da Taliban hem kanun yapımı, hem mahkemeler, hem de hükümeti kontrolüne alarak modern dönemde ulemanın tam egemen olduğu tek Sünni örnek haline geldi. Kısaca söylemek gerekirse, Taliban uleması Afganistan’da "Devlet biziz" dedi.

Yeni bir teori mümkün mü?

Tüm teorik ve pratik krizlere rağmen Müslüman dünyanın geleceğinden ümitli olunabilir. Yeni teoriler iki nedenle mümkün.

Birinci neden tarih. İslam tarihinin ilk dört asrında Müslümanların hukuk ve bilgi üretimi dinamik ve çeşitliydi. Ulema’nın büyük çoğunluğu -Ebu Hanife ve İbn Hanbel örneklerinde görüldüğü gibi- devlet memuru olmayı reddediyor ve geçimlerini ticaret ile sağlıyorlardı. Bugün bile Müslümanların övündüğü bilimsel ve ekonomik gelişim bu düşünsel bağımsızlık ve dinamizmin bir sonucuydu.

İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık: Küresel ve Tarihi Bir Karşılaştırma adlı kitabımda detaylı açıkladığım gibi, bu dinamik dönem on birinci yüzyıl ortasında yaşanan çok boyutlu bir kriz ile sona ermeye başladı. Ekonomi sistematik olarak devlet kontrolüne geçerken, ulema da Nizamiye medreseleri ile devlete bağımlı hale geldi. Sonuçta ulema-devlet ittifakı ortaya çıktı ve bu ittifak zamanla Müslüman dünyada fikri ve iktisadi durağanlığa yol açtı.

Ulema-devlet ittifakı meşruiyetini Şafii’nin (767-820) hukuk metodunu (usul-ü fıkıh) egemen teoriye dönüştürerek sağlamlaştırdı. Daha önceki dönemlerde Şafii’nin teorisi alternatiflerden sadece biriydi. Ama zamanla Mutezile gibi rasyonalist kelamcılar sapık ilan edildi, Ebu Hanife’nin akla çok daha fazla yer veren "rey (kişisel görüş)" temelli teorisi unutturuldu. Hanefilik, Şafii teorisi içinde asimile edildi. Akıl sadece kıyas’a (mevcut hükümlere benzeterek çıkarım yapmaya) indirgendi.

Yeni bir teoriyi mümkün kılan ikinci neden ise Kuran ve hadis. On birinci asırdan günümüze ulema-devlet ittifakı ve onun egemen teorisini savunanların tezleri İslamın kutsal metinlerine dayanmıyor. Öncelikle Kur’an-ı Kerim’de ne devlet geçiyor, ne ulema, ne de ulemanın icma’sı. İbn Teymiyye (1263-1328) gibi ulema-devlet ittifakını savunanların yorumlayabildikleri tek metin Nisa Suresi 59. ayetteki "uli’l-amr" (otorite sahipleri) ifadesi, ama bu ayette de ne ulema geçmekte, ne de devlet.

Bu nedenle ulema-devlet ittifakını savunanlar "Din ve devlet ikiz kardeştir" gibi -aslında Hz. Peygamber’den üç asır önce yaşamış olan Sasani kralı Ardaşir’e ait sözleri- hadis olarak yaydılar ve hala yaymaktalar.

Dahası, icma’nın dayanağı olarak öne sürülen "Ümmetim hatada ittifak etmez" hadisinde de ulema kelimesi geçmemekte, tüm Müslümanlardan bahsedilmektedir.

Sonuçta bugün egemen olan teori dini olmaktan çok tarihidir. On birinci yüzyıl öncesinde var olan çok sayıda İslami teorilerden sadece birisi iken, sonrasında ortaya çıkan güç ilişkilerinin bir sonucu olarak egemen hale gelmiştir. Müslümanların ilerde yeni teoriler kurmaları mümkündür. Yeter ki Kur’an-Hadis-İcma-Kıyas dörtlüsüne dayalı hukuk üretiminin Şafii’nin yorumu olduğu, İslam’ın emri olmadığı, unutulmasın.

Tutarlılık fırsatı

Taliban’ın yeniden yönetimi ele geçirmiş olması hem Afganistan’da yaşayanlar hem de dünyadaki Müslümanlar için bir trajedi. Birçok insan Afganistan’da özgürlüklerini kaybedecek ve dünya medyası Taliban uygulamaları ile İslam’ı beraber anacak.

Öte yandan, Taliban rejimi tüm Müslümanlar için bir tutarlılık fırsatı ve dürüstlük testi. Baskıcı rejimlerin şeriat adına insan hak ve hürriyetlerini yok ettiği bir dönemde, hala "şeriat aslında İslam demek" veya "şeriat ve fıkıh farklı" gibi semantik tartışmalar ve kelime oyunları ile vakit geçirmek anlamsız.

Müslümanlar demokrasi, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, eşit vatandaşlık gibi konularda özgürlükçü olup olmadıklarına karar vermeli. Eğer özgürlük tarafında iseler mevcut şeriat kurallarının artık tarih kitaplarında kalması gerektiğini kabul etmeli. İslam’dan ilham alarak hukuk ve bilgi üretmek istiyorlarsa, egemen teoriyi eleştirerek, gözleme dayalı bilgiye ve akla yer veren yeni teoriler üretmeli.

Taliban’a kızmak kolay ve faydasız, onun teorik zeminini çürütmek zor ve asıl yapılması gereken şey.

Öne Çıkanlar