Eski TCMB Başkanı Gültekin: Faizleri 'cin fikirlerle' indirmeye çalışmanın maliyeti yüksek oldu

Eski TCMB Başkanı Gültekin: Faizleri 'cin fikirlerle' indirmeye çalışmanın maliyeti yüksek oldu
1994 krizi sırasında Merkez Bankası Başkanlığı'ndan istifa eden Prof. Dr. Nihat Bülent Gültekin, 1994 ve 2001 krizlerini, kriz dönemlerinden hükümetlerin ders çıkarıp çıkarmadığını anlattı.

1994 krizi sırasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanlığı görevinden istifa eden Prof. Dr. Nihat Bülent Gültekin, Dünya gazetesine yaptığı açıklamalarda, "Açık ekonomilerde "dış atak" söyleminin anlamı yoktur. Sermaye hareketlerini serbest bırakmış ve kuru konvertibl olan bir ülke yerli ve yabancı bütün kişisel ve kurumsal yatırımcılara ve spekülatörlere açıktır. Kim yerli kim yabancı artık anlamını kaybetmiştir. Ekonomi yönetiminin bunu bilerek hareket etmesi gerekir. Son yıllarda "dış atak" söylemi ekonomi politikalarda yapılan ciddi hataları örtmek için yaratılmıştır" dedi.

Gültekin, şu değerlendirmelerde bulundu:

Merkez Bankası Başkanlığı’ndan "94 krizi" başladığında istifa ettiniz. Sizi istifaya götüren süreci anlatır mısınız? Bunun ekonomiye yansımaları nasıl oldu?

Tansu Çiller Hükümeti göreve başladığında, Hazine’nin yüksek faizle borçlanması ve Türk Lirası’ndaki değer artışı bir sorun olarak algılanmış, ancak açık bir ekonomide bu iki sorunun nasıl çözüleceği konusunda bir siyasa oluşturamamıştı.

1993’un sonuna gelindiğinde ekonomi, iç ve dış makro reel dengelerle sürdürülebilir değildi. Göreve geldiğim eylül ayından itibaren, durumun sürdürülemez olduğu konusunda hükümeti ikaz ettik ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) olarak bir istikrar programı önerdik.

Prof. Oktay Yenal ve Prof. Merih Celasun’un yardımlarıyla kısa bir istikrar programı hazırlandı. 3 Aralık’ta bu programı Prof. Yenal ile birlikte Başbakan Çiller’e sundum. Ana hatlarıyla yapılması gereken, para arzı artış hızını düşürmek, kamu harcamalarını reel olarak düşürmek, Türk Lirası’nın değer artışı trendini geri çevirmek, sübvansiyon ekonomisine son vermek ve reel ücretlerden bir süre fedakarlık etmek idi. Sayın Çiller durumu bildiğini söyledi ve bakmadan raporu bir kenara koydu. Belli ki 4 Nisan 1994’te yapılacak yerel seçimler öncesi bir dengeleme programını gündeme getirmeyi siyasi olarak uygun bulmuyordu.

Daha sonraki günlerde de, Hazine’yle 1994 yılı para ve borçlanma politikasını belirleme çabalarımız sonuç vermedi. Hazine yönetimi sorumsuzca Hazine tahvil ihalelerini iptal ederek faizi düşürmeye çalıştı. Dış borçlanmaya hız vererek Türk Lirası üzerindeki baskıyı önlemek istedi. Bu çabaların yanlış olduğunu ne Başbakan’a ne de dönemin Hazine Müsteşarı’na anlatabildik. Daha vahimi, Sayın Çiller 26 Ocak’ta Başbakanlık konutunda Hazine ve TCMB temsilcilerinin olduğu bir toplantıda yüzde 5 oranında devalüasyon kararı aldığını söyledi. TCMB olarak böyle bir kararın yanlış ve yapılma tarzının ise daha büyük bir hata olduğunu anlatmaya çalıştık. Tutarlı bir istikrar paketi olmadan yapılacak yüzde 5’lik bir devalüasyonun hiçbir anlam taşımadığını, piyasaları daha büyük devalüasyon beklentilerine iteceğini ve dövize olan talebi artıracağına ikna edemedik. TCMB’nin akşamüstü açıklaması gereken günlük döviz kurları çok geç saatlerde açıklandı. Yüzde 13.9 oranındaki devalüasyon yapıldığında ciddi bir istikrarsızlık dönemine girilmişti. 31 Ocak’ta hükümetin ekonomik para ve maiye politikalarında yaptığı yanlışlıkları izah eden ve acilen bir istikrar tedbirleri alınmasını anlatan istifa mektubumu bir basın toplantısında okudum. İstifam Çiller Hükümetini ciddi tedbirler almaya davet eden bir fırsattı. 3 Aralık’ta Başbakan’a sunduğum istikrar paketini, Çiller Hükümeti 5 Nisan Kararları olarak açıkladı. Prof. Oktay Yenal’ı da Başbakan Başdanışmanı atayarak, programın icraatı ile görevlendirdi. Ocak sonundan ve nisana kadar faizler tarihte görülmemiş düzeylere çıktı. Faizleri ekonomik kurallarını anlamadan, ya da yok bilerek, cin fikirlerle indirmeye çalışmanın maliyeti yüksek oldu.

HÜKÜMETLER KRİZDEN DERS ALMADI

Geriye dönüp baktığınızda Türkiye’de hükümetler ekonomiyle ilgili size göre hangi doğru ve yanlış adımları attılar? Kemal Derviş’in bakanlığı döneminde alınan kararlar, AKP’nin ilk dönemlerinde uygulaması nasıl yansıdı? AKP’nin daha sonraki dönemde ekonomide attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

2001 krizi, 1994 krizinin adeta bir tekrarıdır. Ölçeği daha büyüktür. Siyasi sonuçları ise geçmiş krizlerden çok daha farklı olmuştur. Türkiye’de iktidarın siyasi İslam’a geçmesi ile sonuçlanmıştır. 1994 krizinden kısa bir süre sonra, Çiller Hükümeti de dahil olmak üzere bütün hükümetler krizden sanki hiç ders almamış gibi davrandılar. Bütçe açıkları devam etti. Büyük ölçüde dış kaynaklarla fonlanma alışkanlığından vazgeçilmedi. Bankalar da eskisi gibi yurt dışından aldıkları sendikasyon kredileri ile kamuyu ve özel sektör fonladılar.

2001 Mayıs ayında Kemal Derviş ‘Güçlü Ekonomi Programı’ adı altında Dünya Bankası destekli IMF ekonomik programını uygulamaya başladı. IMF karşısında müzakerelerde aciz kalan hükümet batan bankaların yurt dışından aldıkları bütün özel kredileri millileştirdi. Banka sektörünün sermaye yapısını Hazine kaynaklarıyla artırdı. Hazine iç ve dış borçları yeniden yapılandırmaya git(e)meyince, programın yükü gayri adil vergilerle tamamen ücretliler üzerine yıkıldı. Programın önemli siyasi sonucu ise koalisyon ortaklarının siyasetten silinmesi ve AKP’nin iktidara gelmesi oldu.

AKP Hükümeti ekonomik ve siyasi açıdan bembeyaz bir sayfa ile işe başladı. Birkaç aylık tereddütten sonra, Kemal Derviş’in hayata geçirdiği IMF programı uygulandı. Uygulanan özelleştirme programı dış borçların azalmasını sağladı. Dünyada varlık değerlerinin artması da gecikmiş özelleştirme programına destek oldu.

Bu dönemi salt AKP’nin başarısı olarak nitelemek doğru değil. Kemal Derviş programıyla Ecevit Hükümeti makro dengesizlikleri büyük ölçüde düzeltmiş ve bunun siyasi bedelini ortaklarıyla ödemişti. AKP, bir mirasa konmuştu.

2005 yılına gelindiğinde AB ile tam üyelik için müzakerelere başlanması, Türkiye’yi uluslararası yatırımcıların görüş alanına soktu. Dünyadaki ekonomik büyümenin nüfusları hızlı artan yükselen ekonomilerden geleceği tezi çok popülerdi. AKP Hükümeti bu rüzgarı çok iyi kullandı. Özelleştirme gelirleri ve artan yabancı sermaye girişleri ile sağlanan imkanlar AKP’nin kapsayıcı bir sosyal devlet gibi davranabilmesine imkan verdi.

Bu dönemde AKP Hükümeti'nin iki önemli stratejik ihmali olduğunu düşünüyorum. Birincisi Türk Lirası’nın 2001 krizinden sonra değerinin çok yükselmesine izin verdi. Türk Lirası 2001 krizi ardında 2008 yılına kadar reel olarak iki kat değerlenmişti. İkincisi ise Türkiye’yi orta gelir tuzağından kurtaracak siyasaları, özellikle beşeri sermayeyi geliştirecek uzun vadeli projeleri tamamen ihmal etti. Bu ihmal, Türkiye’nin kaliteli bir büyümeyi yakalamasına engel oldu.

Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi, doğrudan yabancı sermayenin azalması ve özelleştirme gelirlerinin düşmesi ile 1994 ve 2001 dönemi öncesine benzer bir durum ortaya çıktı. Tasarruflar milli gelire göre düşmüştü. Ekonomideki büyüme nisbi ucuz ithalat ve tüketim kredileriyle desteklenen iç talep artışıyla sağlanmaya başlandı. 2008 ABD mali krizinin ardından AKP’nin bocaladığını ve ekonomik büyümenin yavaşladığını görüyoruz. 2010’dan sonra Türk Lirası sürekli reel devalüasyona girdi ve enflasyon arttı. Başkanlık rejimine geçildikten sonra ekonomi adeta kademeli bir enflasyon- kur kısır döngüsüne saplandı. Tamamen siyasi hedeflere kitlenip, ekonominin kurallarını yok sayarak yönetme eğiliminin maliyeti çok yüksek oldu.

AKP iktidarı da 1950’den beri devam eden Türkiye’nin yapısal problemini çözemedi. Düşük tasarruf olan ülkelerde, yabancı sermaye ile yüksek büyüme hızını yakalamanın yarattığı sorunlardan geç de olsa kurtulamadı.

BELİRSİZLİK VARSA ÜLKEYE YABANCI SERMAYE GELMEZ

Türkiye’ye doğrudan uluslararası sermaye girişinin yıllık 22 milyar dolarlık düzeye ulaştığı dönemler oldu. Daha sonra uluslararası sermaye giriş temposu yavaşladı. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

İki önemli neden görüyorum. Birincisi, baştaki büyük sevinç dalgasından sonra çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip Türkiye’nin AB’ne üye olmasının mümkün olmadığı anlaşıldı.

İkinci neden ise AKP ekonomi politikalarının sürdürülebilirliği konusunda giderek zorlanmasıydı. Büyük sermaye girişlerinin ekonomide absorbe edilmesi kısa vadede ithalatın artmasını gerektirir. Hızlı ve yüksek sermaye girişleri iki ucu keskin bir kılıç gibidir. Bir taraftan, halk kendini daha zengin hisseder, diğer taraftan da enflasyon daha kolay kontrol edilebilir. Yerli paranın değerlenmesi eğer üretkenlikle dengelenmezse, durumun sürdürülebilirliği sorun olur. Başlarda Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi ülkede adeta bir Lale Devri yaratmıştı. 2004 yılından sonra (2009 yılı hariç) Türk ekonomisi sürekli cari açıklar verdi. Özel sektör yatırımlarında ve tasarruflarda bir düşüş gözlenmeye başlandı.

Yabancı sermaye için nüfusu büyük Türkiye’de iç pazarı paylaşmak çok cazipti. AKP iktidarı bu dönemde uzun vadede ihracata yönelik büyüyen bir ekonomiyi nasıl yaratırız konusunu düşünmedi. Daha önemlisi teknoloji payı yüksek ihracata kayabilme stratejisi geliştirilmedi. Kaliteli büyüme hedeflenmedi. AKP iktidarının ilk döneminde dış dünyada ilgi uyandıran bir anlatısı vardı. Siyasi olarak liberal bir demokrasiyi ve liberal pazar ekonomisini yerleştireceklerini anlattılar. Hızlı özelleştirme programını, niyetlerinin bir göstergesi olarak sundular ve dış dünyada büyük beğeni kazandılar. Dış dünya, AKP’nin genç kadrolarından etkilendi. Bu kadrolar, Türkiye’yi yükselen ekonomilerin dinamik, siyasi ve ekonomik olarak dengeli ve güvenilir bir üyesi olarak sundu ve bir süre başarılı oldu. 2008 krizi nedeniyle dünyada belirsizliğin başladığı dönemde AKP’nin yeni bir anlatısı kalmadı. Ergenekon, Balyoz davaları, sık sık yapılan seçimler, dış politikada geleneksel çizgiden ayrılmalar dünyada, özellikle Batı’da ciddi soru işaretlerine neden oldu.

Türkiye’nin tekrar doğrudan yabancı sermaye çekebilmesi, yakın zamanda kendi yarattığı ekonomik ve yapısal birçok sorunu çözmesiyle mümkündür. Doğrudan yabancı sermaye siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu ülkelere gider. Yanlış ekonomik politikalarla geleceği derin bir belirsizliğe sürüklenmiş bir ülkeye uzun vadeli doğrudan sermaye girişi beklemek iyimserlik olur.

Türkiye, 2018 yılında bir ölçüde Rahip Brunson sıkıntısının da tetiklemesiyle dalga boyu yukarı doğru büyük kur atağı yaşadı. O günlerde ve sonrasında kur artışları hükümet tarafından "dış atak" olarak nitelendirildi. Sizce o günlerdeki büyük kur dalgasını sadece "dış atak"a bağlamak doğru mudur?

Bir ekonomide temel makro dengesizlikler varsa, kur atağı için müsait bir ortam vardır. Doların Türk Lirası’na karşı değerine zamansal bir grafik çizersek, 2011’den bu yana enflasyona paralel bir yükseliş gösterir. Bu zaman trendinden sıçramalar beklenmeyen şokların ve/ya da ciddi ekonomi politika hatalarının olduğu dönemlere rastlar. Bakan Albayrak döneminin ekonomide yarattığı türbülans daha dinmeden, ABD’nin yaptırım kararları şok etkisi yarattı. Rahip Brunson serbest bırakılınca da durum kısa surede tersine dondu. Açık ekonomilerde "dış atak" söyleminin anlamı yoktur. Sermaye hareketlerini serbest bırakmış ve kuru konvertibl olan bir ülke yerli ve yabancı bütün kişisel ve kurumsal yatırımcılara ve spekülatörlere açıktır. Kim yerli kim yabancı artık anlamını kaybetmiştir. Ekonomi yönetiminin bunu bilerek hareket etmesi gerekir. Son yıllarda "dış atak" söylemi ekonomi politikalarda yapılan ciddi hataları örtmek için yaratılmıştır.

TÜRKİYE’Yİ İZLEYENLER GELİŞMELERİ ANLAYAMIYOR

Hükümette şu anda ekonomiyle ilgili "faiz sebep, enflasyon sonuç" yaklaşımı hakim. TCMB başkanı gösterge faizi negatiflikte rekor kıracak düzeye çekti. Bu durumu 94 krizinde atılan adımlara benzetenler oldu. Sizce de böyle mi?

1994’te de ekonomi yönetiminde benzer bir durum yaşanmıştı. Açık ekonomide nominal faizler üç bileşenden oluşur. Doğal faiz haddi + enflasyon beklentileri + ülke risk primi.

Ülkeler arasında farklılıklar olsa da doğal faiz sabittir. Enflasyon beklentileri ülkenin makro dengeleriyle ilgili bir sonuçtur. Risk primi ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarı ile ilgilidir. Faizleri ancak enflasyon beklentilerini ve ülke risk primini azaltarak indirebilirsiniz. Şeffaf ve doğru ekonomi politikaları ülke risk primini azaltacaktır. Yüksek enflasyon ekonomide ciddi dengesizliklere işaret eder. Enflasyon sabit gelirliler için en gayri adil vergidir. Ayrıca, kalkınmasını yüksek enflasyonla gerçekleştiren bir ülke de yoktur. Enflasyonu ancak makro dengeleri gözeten bir büyümeyle kontrol edebilirsiniz.

Yüksek enflasyonu indirmek zahmetli ve acılı bir süreçtir. Kısa yoldan ve emirle yapılması mümkün değildir. Ciddi ekonomik tedbirler dizisi gerektirir. O yüzden de siyasiler, bıçak kemiğe dayanmadan enflasyonla mücadeleye girişmezler.

Bugün de döviz kurunun bu düzeylere çıkmasına neden olan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın "faiz sebep, enflasyon sonuç" düşüncesinin iktisadi hiç bir temelini yok.

Dünyada Türkiye’yi yakından izleyen çevreler gelişmeleri anlamakta zorlanıyorlar.

YANLIŞTA ISRAR İLE SORUN ÇÖZÜLMEZ

Hükümet, doların 19 lira, euronun da 20 liranın üzerine çok hızlı çıkması üzerine "Kur Korumalı Mevduat" formülünü gündeme getirdi. "Kur Korumalı Mevduat" uygulamasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

KKM muhtemel sorunları olan ve bence gereksiz bir uygulama. Ekonomide her hedef için dolaysız bir enstrüman gerekir. Kurun yükselişini dizginlemek için faizlerin artırılması ve eş zamanlı inandırıcı bir ekonomik program açıklanması gerekirdi.

Finansal mühendislikle temel unsurları değiştirmek mümkün değil. KKM vadeli mevduata karşılıksız bir opsiyon vermekte. Opsiyon vade sonunda değer kazanırsa, maliyetini Hazine yani halk ödeyecektir. Opsiyon vade sonunda değer kazanmazsa, maliyetsiz sona erecektir. Kur hareketine bağlı bir opsiyon. Kur, büyük sermaye hareketleri olmadığı sürece, enflasyona bağlı olarak değerlenecektir. Eğer enflasyon yükselirse, yük Hazine’ye binecektir. Bu uygulama, vadeli mevduatı dövize ve dolaylı olarak da enflasyona endekslemekte. Vadeli mevduatın döviz mevduatına kaymasını bir süre önlemeye faydası olabilir. Zaman kazanılır. Aynı yanlış politikalarda ısrar edilirse, sorun çözülmez.

İMKANSIZ ÜÇLEME’ KURALIYLA İNATLAŞMAYA ANLAM VEREMİYORUM

Hükümet COVID-19 krizi süreciyle birlikte 2020’de negatif faize doğru yol aldı. Bir yandan faiz indirilirken, diğer taraftan yükselen kurlar döviz satışlarıyla frenlenmeye çalışıldı. Merkez Bankası rezervleri önemli ölçüde eridi, negatife düşüldü. Bu durum "128 milyar dolar nerede?" sorusuyla sembolleşen tartışmayı gündeme getirdi. Sizin bu döneme ilişkin yorumunuz nedir?

Büyük hataların yapıldığı bir dönem söz konusu ve maalesef bu hatalar hâlâ devam ediyor. Makro ekonomide, imkansız üçleme diye anılan bir kural vardır. Sermaye hareketlerinin serbestliği, sabit döviz kuru ve bağımsız para politikası aynı anda yürütülemez. Faizler ve döviz kuru aynı zamanda kontrol etmek istenirse, sermaye kontrolü gerekir. Serbest sermaye rejiminde faizleri düşürmeyi hedeflerseniz, kurları kontrol edemezsiniz. Eksi reel faizler hedeflenirse, kur-enflasyon sarmalına girilir. Rezervlerin satışıyla müdahale kısa bir sure kurlar üzerinde etkili olabilir, bir süre sonra Merkez Bankası’nın rezervleri erimeye başlar. Türk Lirası’ndan çıkış hızlanır. Daha da tehlikelisi, 1994 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi banka sisteminden döviz nakit çıkışı başlarsa, bunun bir banka krizine dönüşme ihtimali artar. Nitekim faizler Haziran 2018 de yüzde 8’den 17.75’e yükseltilerek olası bir krizin önüne geçildi. Eğer eksi faizde ısrar edilmeseydi, bu kadar yüksek faiz artışına gerek kalmazdı. Bu kadar kesin bir ekonomik kural karşısında inatlaşmaya anlam vermek mümkün değil.

MERKEZ BANKASI BAŞKANLARININ KİŞİLİĞİ ‘BAĞIMSIZLIK’ SİNYALİ VERİR

Merkez Bankası eski Başkanı, Avrupa Finans Birliği eski Başkanı olarak, TCMB’nin son 2-3 yılını nasıl değerlendiriyorsunuz? AK Parti Hükümeti’nin kendi kadrosundan bir Merkez Bankası Başkanını 4.5 ay gibi kısa sürede görevden alması, dünyada nasıl karşılandı? Siz ilk duyduğunuzda ne düşündünüz?

TCMB başkan atamaları her zaman ilgi çeker. Başkanın kişiliği, birikimi, tahsili, liyakati kanunlarla çizilmiş çerçeve içinde ne denli bağımsız olabileceğine dair bir sinyaldir. Wharton School’un Finans Bölümünde arkadaşlarımdan Yaron Amir, 3 yıl önce Başbakan Netanyahu tarafından İsrail Merkez Bankası’na başkan olarak atandı. Bütün akademik hayati ABD’de geçmiş ve İsrail İşçi Partisi’ne yakın, solcu, saygın bir akademisyendir. Netanyahu ise aşırı sağın Başbakanı. İsrail’de akademik dünya dışında hiç bilinmeyen bir kişiyi atamakla, İsrail Merkez Bankası’nın teknik, politikadan uzak ve bağımsız olacağı sinyalini verdi. Benim istifamın nedeni Merkez Bankası’nı dinlemeyen bir Başbakan’a "kriz geliyor" sinyalini vermekti. Merkez Bankası başkanının görevden alınması ise çok daha ciddi bir olaydır. Hele görevini liyakatle yapan bir başkansa. Liyakatle görevini yürüten bir başkanın görevden alınması hukuk tanımayan ülkelerde olur. Türkiye’de kısa aralıklarla gece yarısı çıkan kararnamelerle başkan değiştirilmesi bütün dünyanın dikkatini çekiyor.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar