Türk Tipi Başkanlık sistemi 3 yılda iflas etti

Türk Tipi Başkanlık sistemi 3 yılda iflas etti
2018’de sistem değişikliğine giden Türkiye, kısa süre içinde tek adamın ihtiraslarının bedeline öder hale geldi.

ESRA ÇİFTÇİ 


1950’de yapılan seçimlerle çok partili parlamenter sisteme geçen Türkiye’de kör topal giden, demokrasisi eksik parlamenter sistemini 24 Haziran 2018’de değiştirdi. Anayasasında yapılan köklü değişikliklerle hükümet sistemini değiştirdi. "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" adıyla yeni bir sistem uygulamaya konuldu. Başkanlık sistemine geçilmesi rejim değişikliği tartışmasını da beraberinde getirdi.

Sağ görüşlü liderler dönem dönem başbakanlık sistemine geçmeyi istedi. Demirel ve Özal bunlara örnektir. Ama bu isteğe Tayyip Erdoğan erişti.  Ancak yaratılan model, başkanlık sistemi değil, "Erdoğan için düzenlenmiş, ucube bir model"di. Bunun için "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" veya" Türk Tipi Başkanlık Sistemi" adı verildi. 

Bu modelde başkanlık sisteminin olmazsa olmazı "kuvvetler ayrılığı ilkesi" kaldırıldı, yerine cumhurbaşkanının şahsında birleşen "kuvvetler birliği ilkesi" konuldu. Bütün dünyada başkanlık sisteminde görülen "denge-denetim mekanizmaları" kaldırıldı, yerine bütün siyasal gücün tek bir elde toplandığı bir model getirildi. Başkanlık sisteminde denetlemeyi yapan, kanunları kabul eden Meclis’in yetkileri elinden alındı. Yerine ülkenin Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetildiği, şahsa dayalı bir sistem getirildi. Zira bütün milletin kaderini belirleyeceği hâlde milli bir uzlaşıyla değil; referandumların kısır yüzde 50 artı 1 matematiğiyle kabul edilen  sistemin Türkiye'yi yönetilemez bir ülke hâline getireceği, daha o geceden belliydi. 

Dünyanın hiçbir yerinde uygulanmayan bu sistem, üç yılını doldurmuş bulunuyor. Peki sonuç ne?

Türk Tipi Başkanlık, beklendiği gibi, kriz üretti: Derin bir ekonomik buhran, durdukça biriken ve çözümsüzlükte boğulan sorunlar, milleti esir aldı. Maliyeti, halkın cebinden çıktı. 

Bütün yetkiler Cumhurbaşkanlığı’nda toplandığı için parlamenter sistemde bağımsız olan ancak bakanlar kurulu kararıyla görevden alınabilen Merkez Bankası Başkanı, Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Erdoğan da Merkez Bankası başkanlarını "cuma gecesi kararnameleri" ile görevden aldı. Üç yılda 4 Merkez Bankası başkanı değişti. Merkez Bankası’nın rezervleri eridi. "Merkez Bankası’nın 128 milyar doları nerede" sorusu Türkiye’nin en önemli gündem maddesi oldu. 

Muhalefet milletvekillerinin sordukları sorulara atanmış bakanlar, yanıt bile vermiyor. Oysa parlamenter sistemde, konu Meclis’te tartışılır, 128 milyar dolar için araştırma komisyonu kurulabilirdi. Bütün dünyada hukuk devletinin, temel güvencesi olarak kabul edilen Anayasa Mahkemesi’ne saldırılar da yoğunlaşıyor. Açıkçası, Anayasa Mahkemesi istenmiyor.  

Üç yılın sonunda Türk tipi başkanlık sistemi iflas etti. 

Bu koşullar altında, muhalefet "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" adı verilen ve partili cumhurbaşkanını devletin tepesine oturtan sistemden Türkiye'nin bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyor. Geliştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönülmesi, demokrasi için önemli bir zemin kabul ediliyor.

Peki iktidar Türk Tipi Başkanlık sistemiyle neyi hedefledi? Neler oldu? Bu karanlıktan çıkmak için neler yapmak gerekiyor. Yeniden parlamenter sisteme nasıl geçilecek? Muhalefet ne düşünüyor? Buradan geri dönüş olabilir mi? Artı Gerçek olarak, siyasetçiler ve sivil toplum örgütleriyle bu soruların yanıtlarını aradık.

‘Bir ülke tek adamın ihtiraslarına teslim edildi’

CHP İstanbul Milletvekili Dr. Ali Şeker, 2000’li yılların başında yaşanan ekonomik ve siyasal krizden sonra iktidara gelen AKP’nin, Gezi’den 3 yıl sonra, yani 2016 sonlarında Türkiye’ye özgü başkanlık sistemine  geçiş için anayasa değişikliği teklifini ülke gündemine getirdiğini söylüyor.
 
AKP iktidarı getirdiği cumhurbaşkanlığı sistemi teklifi hakkında yaşanan tartışmaların kamuoyu tarafından bilinmesini engellemek amacıyla komisyonda ve genel kurulda kameraların kayıt ve görüntü almasını yasakladığını söyleyen Şeker, o tarihlerde ‘Şeker  TV ‘adıyla sosyal medya üzerinden canlı yayınlar yaptığını hatırlatıyor: 

"Yaşanan tüm görüşmeleri Türkiye kamuoyuna ve dünyaya aktardım. Hem Anayasa Komisyonu’nda hem de Genel Kurul görüşmelerinde cumhurbaşkanlığı sistemi teklifinin bir ‘tek adam rejimi’ öngördüğünü; bu rejimin ülkeyi kaosa, çıkmaza, yoksulluğa, adaletsizliğe götüreceğini ve reddedilmesi gerektiğini ifade ettim. Ben ve partim bu teklifle demokrasinin olmazsa olmazlarından kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırıldığını; denetleme mekanizmalarının tamamen yok edildiğini; meclisi güçlendiriyoruz derken aslında meclisin yetkilerinin önemli bir kısmının tek adama aktarılacağını; bütçe yapma yetkisi millet adına meclisteyken bu yetkinin tek adama devredildiğini; meclis bütçeyi reddetse bile yeniden değerleme oranında artırılarak uygulamaya sokulacağı gibi bir garabeti içerdiğini; spor kulüplerinde, memleket derneklerinde ve hatta apartman yönetiminde bile tüm yetki tek adama verilmezken getirilen teklifle ülkenin geleceğinin tek adama devredildiğini belirtmiştik." 

Şeker, yapılan muhalefete rağmen teklifin AKP-MHP meclis çoğunluğu ile önce komisyondan sonra genel kuruldan geçtiğini, referanduma götürüldüğünü ve devamında  YSK’nın aldığı mühürlenmemiş zarfların kabul edilmesi kararı ile de şaibeli şekilde kabul edildiğinin anlatıyor.

Seçmen katılım oranının yüzde 85 olduğu referandumda, geçersiz oylar hesaba katıldığında referandumda onay oranının halkın yüzde 40’ını geçmediğini belirten Şeker , "Referandumun hemen arkasından seçilmiş başbakan yok sayılarak başkanlık rejimi fiili olarak uygulanmaya başlandı ve bunun üzerinden 4,5 yıl geçti. Anayasa görüşmelerinde ve referandumda dile getirdiğimiz ve uyardığımız tehlikeler bir bir yaşanmaya başlandı" diyor.

Şeker, yeni sistemin getirdiklerini uzun bir liste halinde sıralıyor:

- İşsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, ekonomik kriz, TL’nin hızlı değer kaybı, alım gücündeki gerileme, tarımsal üretim ve hayvancılığın sürüklendiği çıkmaz; 

-İfade özgürlükleri önündeki kısıtlamalar, bilimsel özerklikleri ortadan kaldırılan üniversiteler, sosyal medya üzerinde kurulan ve yasaklamayı öngören tartışmalar; gazetecilerin işsiz bırakılması.

-Kamu özel ortaklığı adı altında beş yandaş müteahhitte aktarılan kaynaklar; komşularımızla kavgalar, Suriye krizi, büyükelçiler krizi, Merkez Bankası krizi; gazetelere ve televizyonlara ‘kayyum işadamları’ eliyle ve kamu bankaları kaynaklarıyla fütursuzca el konulması, Gezi, Demirtaş,  Kavala ve benzeri bir çok davada yargıya müdahale krizi; 

-Seçilmiş belediyelerden üniversitelere kayyum atamaları, yerel yönetimlerin yetkilerine el koyma krizleri; ülkenin her noktasında ekolojik sistemi yok eden doğa yağmaları, yolsuzluklar…

Şeker, "Tüm bunlar ülkenin artık tek adamla yakın çevresinin ihtiraslarına teslim edildiğinin ve yönetilmediğinin göstergesi" diyor.

Şeker, böyle bir dönemde Türkiye’de yeniden parlamenter sisteme geçiş tartışmalarının yaşandığını, bu tartışmayı doğru ve değerli bulduğunu belirtiyor. Şeker’in sözleri şöyle, 

"Geçmişte yaşananlardan edinilen tecrübelerle; eksikleri giderilmiş, güçlendirilmiş demokratik parlamenter sistemin Türkiye’nin geleceğini yeniden kurabileceğine, yaşanan sorunları çözebileceğine inanıyorum. 
Demokratik yaşamın olmazsa olmazı güçler ayrılığı ilkesinin yeniden ve bozulamaz şekilde inşa edildiği yasama, yürütme ve yargının birbirini denetlediği, kamu adına bağımsız denetleme mekanizmalarının kurulduğu bir sistem inşa etmek gerekiyor.

Güçlendirilmiş parlamenterler sistemde halkın karar süreçlerine doğrudan katılabildiği, şeffaf, katılımcı, denetlenebilir ve sürdürülebilir yöntemlerin uygulandığı doğrudan demokrasi yolunu açmak zorundayız. Geçmişte yaşandığı gibi genel başkanların inisiyatif bırakılmış milletvekili belirleme yöntemleri yerine ön seçimin zorunlu olduğu halkın temsilcilerinin meclise girdiği bir siyasal partiler yasası; barajların olmadığı ve atılan her oyun dolayısıyla her görüşün parlamentoda temsil edildiği bir seçim sistemi ve yasası; siyaseten zenginleşmenin önüne geçecek bir siyasi etik yasası çıkarılmalıdır" 
Şeker, ülkenin yüzde 99’unun uygulanan bu düzenin mağduru olduğunu, buna AKP’ye oy verenlerin de dahil olduğunu belirtiyor. Sorunun sadece AKP iktidarından kurtulmak değil, 70 yıldır sürdürülen sağ neoliberal yağma politikalarından ülkeyi kurtarmak olduğunun altını çizen Şeker sözlerini şöyle bitiriyor, 

"Zamanında yapılması halinde 2023 seçimleri bu sistem değişikliği için önemli bir fırsattır. Muhalefet bloğunun maksimum 2-3 yıl içerisinde güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüşü sağlayacak yeni bir anayasayı tüm toplum kesimlerinin görüşlerini alarak hazırlaması ve ülkeyi seçime götürmesi gerekmektedir. Üzerinde uzlaşılmış muhalefet bloğunun ortak adayı ile gidilecek seçimde, seçmen hem uzlaşılmış cumhurbaşkanı adayı için hem de desteklediği partinin milletvekili adayı için sandığa gider. Çok adayla seçime gitmek sıkıntılı olabilir. Çünkü seçime çok adayla gidilir ve ikinci tura kalırsa, kendi adayını seçtiremeyen parti seçmenlerinin ikinci kez sandığa gitmeleri konusunda katılım düşüklüğü yaşanabilir. Bu nedenle 2023 seçimlerinde muhalefetin seçimi kazanması ve parlamenter sisteme geçiş adımlarını atabilmesi için tek adayla seçime gitmek önemlidir"

+++++


Parlamenter sistem demokrasi için bir başlangıçtır

İktisatçı ve siyasetçi Nesrin Nas ise yeni rejimin Türkiye’nin bir ihtiyacından kaynaklanmadığını, özellikle 2013 sonrasında yavaş yavaş gücünü, popülaritesini kaybeden Tayyip Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu bir durum olduğunu söylüyor.

Erdoğan’ın önceliklerini değiştirmeye Arap kalkışması ve özellikle Suriye iç savaşı ile başladığını, kırılma anının ise Gezi olduğunu söyleyen Nas, "Erdoğan’ın her bulduğu fırsatta Gezi’yi anmaktan ve Gezi’yi lanetlemekten kendini alıkoyamaması da bunun kanıtı" diyor Nas sözlerini şöyle sürdürüyor,

"İktidardaki ortağı Fetullah Gülen Cemaati ile kavgalı bir yol ayrılığı yaşaması, özellikle 17-25 Aralık süreci, Erdoğan’a kontrolün her an kendi denetiminden çıkabileceği korkusunu yaşattı. Bu korkuyla, sistemin merkezinde kendisinin olacağı yeni bir yönetim şekli arayışına girdi. Başkanlığı kontrolünü pekiştireceği bir sistem olarak düşündü. Zaten sık sık ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetmekten bahsediyordu. O nedenle işe ilk olarak fiilen anayasayı uygulamamakla başladı"

Erdoğan’a ikinci uyarının 2015’teki 7 Haziran seçimleriyle geldiğini söyleyen Nas, "Erdoğan parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Bunu sindirmek, hazmetmek ve bir koalisyonla ülkeyi yönetmek yerine tüm güçleri kendi elinde toplayacağı ve seçimi de yenileteceği bir sistemin bir an önce hayata geçirilmesi konusuna hız verdi. 2016 darbe kalkışması da Erdoğan’a aradığı fırsatı verdi. Zaten bunu kendisi de söyledi, ‘Allah’ın lütfu’ dedi. Yani yeni sistem, Türkiye’nin ihtiyacı olmaktan ziyade iktidarda bulunan AK partinin ve daha çok AK parti liderliğinin bir ihtiyacıydı"

Peki, ‘Güçlendirilmiş parlamenter rejim bir çare mi?’ Nas, bu soruya şöyle yanıt veriyor: 

"Parlamento neresinden bakarsanız bakın birçok kesimin siyasi temsilcilerinin bir arada bulunduğu bir yerdir. Bu açıdan asgari düzeyde de olsa çoğulculuğun karşılık bulduğu bir zemindir. Tabii bunu baraj sınırlamasından daha doğrusu belasından hariç söylüyorum. Bu anlamda zemini inşa etmek bir başlangıçtır. Çare değil çarenin bulunması için çözümün ortaya konabilmesi için ve ortak bir müzakere masasının kurulabilmesi için etrafında oturacağınız masanın bir şekilde kurulması gibi bir şey. Onun için güçlendirilmiş parlamenter rejimini, bir zemin inşası olarak düşünmek lazım"
Tabii ki bu durumda akla ‘Eğer parlamenter sistem ortak bir zeminse bu zemin geçmişte niçin yeterli biçimde gerçekleşmedi sorusu akla geliyor. Nas, bu soruya da şöyle yanıt veriyor: 

"Daha önce de Türkiye’de siyasetin alanı dardı. Ülkenin milli güvenlik çerçevesini belirleyen, kırmızı çizgilerini oluşturan, bir Milli Güvenlik Kurulu vardı. Milli Güvenlik Kurulu’nun çizdiği sınırlar içinde bir siyaset alanının tanımlanmış olması Türkiye’nin demokrasisinin eksikli demokrasi olması sonucunu doğurdu. Zaten bu eksikliği nedeniyle sihirli sözcük ‘vesayet’ kullanılarak tüm kurumsal yapılar çok kolaylıkla çökertildi. 

Türkiye’de başta Kürtler olmak üzere bazı kesimlerin Milli Güvenlik Meselesi olarak görülmesi ve 12 Eylül sonrasında uygulanmaya başlayan yüzde 10’luk seçim barajı ile Türkiye’deki bazı kesimlerin, bazı halkların siyasette temsili büyük ölçüde engellendi. Bu da eksik aksak bir demokrasi ve onun üzerine oturan eksik bir hukuk sistemi ve güvenlikçi bir devlet anlayışını ortaya çıkardı. O sistem de Türkiye’nin birçok sorununu çözmüyordu ama bugün Erdoğan’ın kurduğu sitem/rejim tüm sorunları içinden çıkılmaz hale getirdi. Dün güvenlik meselesi olan Kürt meselesi bugün tehdit düzeyine çıktı."

AKP’nin gelirken sürekli ‘vesayet’ diye bahsettiği ancak eskiyi yıkarken yerine yeni bir vesayet sistemi kurduğunu belirten Nas, vesayet söyleminin uzun süre Türkiye’de karşılık bulduğunu ve o vesayet ortadan kalkınca Türkiye’nin kendiliğinden demokrasiye kavuşacağının düşünüldüğünü, ama o demokrasinin her zaman kendi yararına işlemediğini gören AKP’nin gücünü maksimize eden ve siyaseti kendisinin belirlediği sınırlar içine hapseden bir sistem tasarladığını ifade ediyor. Nas, Türkiye’nin bu karanlıktan çıkması için mevcut iktidarın değişmesi gerektiğini belirtiyor.

Referandum kanuna aykırı bir şekilde yapıldı

İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, Türkiye’yi bugüne getiren 16 Nisan 2017 tarihli referandumun kanuna aykırı bir karar olarak tarihe geçtiğini söylüyor.

Mühürsüz oy pusulası ve oy zarflarının geçerliliğine ilişkin YSK kararıyla referandumun şaibeli hale geldiğini söyleyen Türkdoğan, İstanbul, Ankara ve İzmir’den "hayır" oyu çıkmasına, bu üç ilin Türkiye’yi genellikle hep yansıtmasına rağmen toplamda ‘evet’ oyunun nasıl çıktığına dair soruları sormak gerektiğini söylüyor.

Türkdoğan, olağanüstü hâl koşullarında yapılan anayasa referandumunun sağlıklı geçemeyeceğinin aşikâr olduğunu, özgür bir propaganda yapma imkanının birçok kesime tanınmamasının bile yeterli olduğunu belirtiyor. Türkdoğan sözlerini şöyle sürdürüyor, 

"Bu nasıl bir rejim değişikliği? Kimisi buna cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diyor, kimisi Türk tipi başkanlık diyor. Aslında bu rejimi tanımlarken öncesini ve sonrasını birlikte ele almak gerekir. Türkiye’de özellikle 24 Temmuz 2015 tarihinde silahlı çatışmalar başladıktan sonra bir fiili durum oluştu. Bu fiili durum esasen 7 Haziran 2015 seçim akşamı oluşmuştu.

Yani HDP’nin barajı geçip yüzde 13,5 oy alması. AKP’nin Meclis çoğunluğunu yitirmesi, Erdoğan’ı yeni ittifak arayışlarına itti. MHP ile ve çeşitli ulusalcı kesimlerle kurduğu ittifak sayesinde 1 Kasım’da seçimleri tekrarlattı ve AKP yeniden tek başına çoğunluğu sağlayarak hükümet oldu ama bu ona yetmedi."

Türkdoğan, bu yeni rejimin tipik özelliğinin esasında Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine, Kürt sorununu şiddet, çatışma ve savaş yöntemiyle çözme üzerine kurulmuş ittifakın dayattığı otoriter bir model olduğunu, tek kişi yönetimine dayalı bir model olduğunu söylüyor. Türkdoğan sözlerine şöyle devam ediyor:

"Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliğine danışmanlık yapan Venedik Konseyi Mart 2017’de yayınladığı raporda referanduma sunulacak anayasal değişikliğinin kabul edilmesi halinde kuvvetler ayrımının sona ereceğini, yargının tamamen bağımlı hale geleceğini neredeyse bir kuvvetler birliğine geçileceğini belirterek tek kişi yönetimine dayalı bir otoriter sistem eleştirisi yapmaktaydı ve maalesef haklı çıktılar. Nilgün Toker gibi hocalarımızın da aslında bu rejime belirsizlik rejimi adını verdiklerini görüyoruz. Bu yeni rejimin bazı yönleri demokratik gibi gözükebilir. Parlamento açık, meclis kanun yapıyor, yargı kurumları açık ama bütün yetkiler tek bir kişide toplandığı için o kişinin alacağı kararların ne olacağı öngörülemiyor yani öngörülemeyen belirsiz rejim otoriter özelliklerinin yanı sıra bu şekilde de adlandırılabilir." 

Bu rejimin sorunlara çözüm getirmediğini, antidemokratik rejimlerin ekonomik, sosyal, siyasal, hukuksal, kültürel sorunlarını dünyanın hiçbir yerinde çözemediğini söyleyen Türkdoğan, Türkiye’nin en temel probleminin yeni ve demokratik bir anayasa olduğunu, bu anayasanın Türkiye’nin temel sorunlarını çözmeye dönük hazırlanması durumunda bir anlam ifade edeceğini vurguluyor. Türkdoğan, sözlerini şöyle noktalıyor:
 
"Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunudur. Türkiye’nin en temel sorunu vesayet rejimidir. Türkiye’nin en temel sorunu ifade özgürlüğü sorunudur. Türkiye’nin en temel sorunu ademi merkeziyetçiliğe dayalı olmayan katı bir merkeziyetçi sistemdir. Türkiye’nin en temel sorunu yargının tarafsız ve bağımsız olmamasıdır, hukukun üstün ilkesine uygun bir yargı yapılanmasının olmamasıdır. 

Bunları yan yana koyduğumuzda bunlara çözüm bulacak bir anayasa yeni ve demokratik bir anayasa olabilir. 
Tabii ki Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerini asla unutmamak gerek. Ayrımcılığı temellendirirken de LGBTİ bireylerinin cinsel kimlik ve cinsel yönelik haklarını asla unutmamak gerek. Şimdi muhalefet eğer bunları bir kenara bırakalım güçlendirilmiş parlamenter rejime dönelim, yeni anayasa yapalım diyorsa, bu yeni anayasadan ne anladığını ortaya koymalıdır.

Aksi taktirde ademi merkeziyetçi olmayan bir güçlendirilmiş parlamenter sistem sorunları tam olarak çözemeyecektir. Belki kuvvetler ayrılığı ilkesi gözetilmiş olacaktır ama Türkiye’nin temel sorunlarını çözmeyen yaklaşımların orta ve uzun vadede kalıcı olma ihtimali yoktur."

Öne Çıkanlar