Üç çocuk isteği ve çocuklarımızın gerçeği

Üç çocuk isteği ve çocuklarımızın gerçeği
Ülkemizde gelecek kaygısı var. Bu yüzden çocukları kısa yoldan hayata atılsın, rahat ekmek kapısı kazansın, yaşlılıklarında da kendilerine baksın istiyor.

Tacim ÇİÇEK*


Ülkemizle ilgili söylenebilecek çok şey var aslında. Çünkü gündem öylesine hızlı ve değişken ki daha siz sıcak gündeme dair düşüncelerinizi toparlamaya çalışırken bakmışsınız başka bir gündemle çalkalanıyor. Ülkemiz âdeta fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi,  dünya denilen şu okyanusta. Bana garip gelen de gemideki çoğunluğun çalkantıları kanıksamış olması ve duruma sessiz kalmasıdır.

Her dış uyaran kendine benzeyen bir şeyi anımsatır insana.

Önce Bülent Arınç’ın camilerden yükselen selâ ve duaları tartışmaya açmasını; ardından bunu yorumlayan Ankara Ü. İ. F. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu’nun ve katıldığı televizyon programında 12 yaşın doğurmak için ideal yaş olduğunu savunan İstanbul Aydın Üniversitesi’ndeki görevine son verilen Prof. Dr. Muttalip Kutluk Özgüven’in gazetelere düşen açıklamasını okuyunca; ben de Alper Görmüş’ün, "Erdoğan, (26 yıl önce) Belediye’nin mekânlarından birinde açılan bir resim sergisinin kokteylinde içki sunulmasına izin vermemiş, bunu da, Ben bu şehrin yalnızca belediye başkanı değilim, aynı zamanda imamıyım ve başkalarının günahlarından da sorumluyum dediğini aktardığı yazısını anımsadım. 

İnsanların ve toplumların hayatında değişimin pek de kolay olmadığı gerçeği düşünülünce içinde bulunduğumuz her şeyin daha doğru değerlendirilebileceğini ve anlaşılabileceğini belirtmeliyim. Tüm çıkışı, söylemi ve siyaseti, "Tek Adam" olmak, ülkeyi tek başına yönetmek üzerine olduğu biliniyor.  Geçmişte, "Türkiye’ye özgü başkanlık"ta ısrarcı olması da dilediği gibi davranmak istemesinin sonucuydu. Aslında geçmişte de yasalarüstülüğü vardı ama kafasındaki model Türkiye, model yaşam, model gelecek ve model gençlik için yeterli değildi. Bize görelik olanın (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) çağımıza uyarlanmış bir tür krallık, padişahlık olduğunu dillendirenler de az değil. Yürütme, yasama ve hatta yargı gücünün dolaylı biçimde bile olsa elinde olduğu da sır değil… Alanında uzman teknokrattan oluşacak elli altmış kişilik bir kadro ile toplum mühendisliğine soyunmak olanağı için engel görülen ‘şeyler’ tek tek kaldırılıyor. 

Konuyu dağıtmadan yazının özüne döneyim. 

Birkaç yıl önce sık sık dediği, ama şimdilerde pek sözünü etmese de aklından asla çıkarmadığı ‘üç çocuk ve fazlası isteği’ üzerinde durayım. Kadınlara yaptığı seslenişlerde, En az üç çocuk yapın… Allah rızkını verir. Ve zaten biz de onların geleceğinin garantisiyiz, bu ülkeyi onların yaşayacağı hâle getirmeye başladık.  Allah’ın izniyle gibi sözlerini anımsatmak isterim. Sonra gittiği Kazakistan’da, o kardeşim dediği Başbakan Masimov’a, Ben Türkiye’de biliyorsun, en az üç çocuk diyorum. Sizin burada en az üç çocuk değil, en az beş çocuk demeniz lazım. Çünkü 2 milyon 700 bin kilometrekareyi aşkın bir yüzölçümü, mali imkânlar vesaire, bunlar yerinde. Bu nüfusla bu arazi, bu arsa, bu yüzölçümü birbirine uygun düşmüyor. Ama anlaştık. Zaten kendisinin şu anda üç tane var. Ama şimdilik kaydıyla… Aile meclisinde konuşuyoruz, rahat konuşuyoruz, dediğini de... 

Yine Hilton Otel'de düzenlenen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Programının uygulanmasına dair 5. Uluslararası Parlamenterler Konferansı kapanış oturumunda yaptığı konuşmada, kürtaj konusuna da değinmişti ve Sezaryenle ilgili doğumlara karşı olan bir başbakanım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı. Ha anne karnında bir çocuğu öldürürsünüz ha doğduktan sonra öldürürsünüz. Hiçbir farkı yok, demişti. Türkiye olarak, çocuklar konusunda da büyük bir hassasiyet içindeyiz. Çocukları çok seviyorum. Ben ülkemde en az üç çocuk istiyorum. Genç dinamik bir nüfusa ihtiyacımız olduğunu biliyorum ve bu çalışmayı sürdürüyoruz, diye de sürdürmüştü... Başka şeyler de söylemişti ama bunlarla yetinelim.

O isteğin bana anımsattıklarına gelince:

Sör Winston Leonard Spencer-Churchill’in (30 Kasım 1874 Oxfordshire-24 Ocak 1965, dünya tarihinde önemli yeri olan İngiliz devlet adamıdır; son zamanlarını yazarak ve de resim yaparak geçirmiştir. Nobel Edebiyat Ödülü de almış, 91 yaşında da ölmüştür.) bir anekdotu var. 

2. Dünya Savaşı günlerinde genç bir çiftin nikâh şahitliğini yapar. Tören sonunda da onlara, "Üç çocuk yapın," önerisinde bulunur. Gençler şaşırır, "Niçin üç çocuk? Çok değil mi o kadarı?" der ona. Churchill de şöyle karşılık verir: "Çok haklısınız, üç çocuk çok aslında. Ama ne zaman biteceği bilinmeyen bir savaş var. Trafik kazaları var maalesef… Bu yüzden biri savaş,  biri lanet olası trafik kazaları, öteki de sizin için…" 

Ezcümle: R. T. Erdoğan, günümüzde hâlen ülkemizin büyük sorunu olan trafik belasını düşünüyor. Çünkü ne kadar önlem alınsa, maddi/manevi yaptırım uygulansa da, ülkemizde bir yıl içinde verilen trafik zayiatı (ölü-yaralı vs ) dünyadaki şiddetli savaş ortamlarının neredeyse iki üç katı demek bir abartı olmasa gerek. Bir gerçeklik de yaralı coğrafyada durmadan akan ve ne zaman kesileceği bilinmeyen bir kan kaybı var… Her ne kadar İslâmî referansı olsa ve halkların kardeşliğini din alçısıyla gerçekleştirmek istese de sonuçta AKP de bir düzen partisidir. Doğasına uygun olarak verili düzenin koşulları içinde siyaset yapacak; doğru bildiğini uygulayacaktır. Müzmin sorun açısından da bu böyle. Tüm uygulamalar, yöntemler bunca yıldır bir sonuç üretemediği bir anlaşılsa, belki denenmeyen yollar denenecek ve bu sorun halledilecek, canlar da kaybedilmeyecektir. 

Doğru ve iyi şeyler olmayınca yanlış kestirme yol oluyor ne yazık ki ve gencecik canlar kaybediliyor. Oysa insan en değerli varlık zenginliğimizdir. Her birey çok kıymetlidir. Ama anlıyoruz ki onca yıl daha sürecek olan bu durum için insan gereklidir. Çünkü kullanacaklar olmazsa toplar, tanklar, uçaklar, silahlar ve bombalar neye yarar ki; dediği gibi Brecht’in…

Üçüncü çocuk da aileler için. 

Korona günlerine bile üzerine konuştuğumuz LYS, YKS ve sonuçları ortada.

Çünkü eğitim üretim için olmadı pek, olamayacak gibi de görünüyor. 

Köy Enstitüleri gerçeğini ayrı tutuyorum. O bir istisna ve başka bir yazı konusu. 

Maalesef eğitimin bizde görünen üç sonucu var:

1-Memuriyete, aybaşını beklemeye…

2-Sokağa işsizlik, üniversite önlerinde bekleyen yüz binleri anımsamamız yeterli bence…

3-Beyin göçü, gazetelerden okuyor ve tv’lerden izliyoruz gelecekleri için Avrupa ve Amerika sevdalısı olan yetişmiş insanımızın gidişlerini… Oysa ülkemizin geleceği için telafisi neredeyse olanaksız büyük bir insan ve yetişmiş beyin kaybı…

Ülkemizde gelecek kaygısı var. Bu yüzden ilkokuldan üniversiteye kadar, köyde ya da kentte çocuklarını okutabilen ailelerin -ne yazık ki- büyük bölümü, çocukları kısa yoldan hayata atılsın, rahat ekmek kapısı kazansın, yaşlılıklarında da kendilerine baksın istiyor. Yani pantolonu ayakta tutan kemer gibi görüyor çocuklarını. Bu gibi onlarca neden yüzünden eğitim üretime dönük olamıyor.

Yine R. T. Erdoğan’ın üç çocuk ısrarı onu eski Cumhurbaşkanı ve siyasetçi Süleyman Demirel’le de sözel bir düelloya götürmüştü. Tinerci, kapkaççı olmak ve olmamakta kilitlenmişti sürtüşme diyeceğim o düello. Sokak çocuklarının gün geçtikçe artan sayısı özellikle metropol kentlerdeki insanları kara kara düşündürtüyor/du. Çünkü rahat gezemedikleri, belli saatlerde caddelere çıkamadıkları haberleriyle doluydu günlük gazetelerin iç sayfaları. Ve gün geçtikçe de bu çocukların neden olduğu yaralama, öldürme olayları artıyor/du. Onları rehabilite etmek, topluma kazandırmak köklü bir çözüm değil, sorunu bir süreliğine ötelemekti/r. Sivrisinekleri öldürmekle, (sineksavarlarla ötelemekle) sıtmayla baş edilemediği gibi... Çözüm, onu oluşturan ortamı, yani bataklıkları kurut(a)bilmektir.  

Korkulan da büyük kentlerin giderek bu açıdan birer Rio de Janerio olmalarıydı.  

Şimdi Korona tedbirlerinden dolayı pek ortalıkta olmasalar da… 

Üçüncü sayfa haberlerinde dövülmelerini, öldürülmelerini okumak; onlara yapılanlara ve onların da masum insanlara yaptıklarını kabullenmek; sindirmek hiç kolay değil maalesef. Çünkü tek tük de olsa bunu onlara yaşatmak, onlardan da kötülük görmek çok iç yakıcı bir gerçeklik. Onlar da insanımız ve onları koruyup kurtarmak da hepimizin öncelikli sorumluluğu ve görevi olmalı.

Emperyalist Kültüre Genel Bakış adlı yazımdan özetleyeyim Rio de Janerio’daki Sokak Çocuklarının yaşadıklarını: On binlercesi sokaklarda yaşıyor. Çöplüklerden besleniyor. Geceleri koyun koyuna, bazen gazetelere, kışın yakalayabildikleri sokak köpeklerine sarılarak uyuyorlar. Hayırsever kişiler ve kurumlar (kiliseler) onlara çorba dağıtıyor, kendince koruyup sahipleniyor. Gündüzleri ise kente inmiş aç kurt sürüleri gibiler. Büyük sosyal bir sorun yani.     

Bazı asker-polis emeklileri ve sivil faşistlerden kurulu silahlı örgütler Rio da bu çocukları öldürüyor. Hem de güpegündüz, bir dönem bizim bazı belediye yetkililerinin -naklen yayın- sokak hayvanlarını katlettikleri gibi. Seçtikleri birini kıstırıp ensesine bir kurşun sıkıyorlar. Ellerinden kaçanının da peşini hiç bırakmıyorlar. Öldürüleceklerini bile bile sokaklara, caddelere iniyorlar yine de. Kendi aralarında örgütleniyorlar; hayatta kalabilmek için. (Tanrı Kent filmini bir göz atmanız yeterli bunu anlamak için)

O grupların öldürme gerekçeleri; tek kurşunla enselerinden vurdukları çocukların cesetleri üstüne iğneyle iliştirdikleri kâğıtlarda yazılı:  Sana kişisel olarak karşı değiliz. Hıncımız yok. Ama senin hiçbir geleceğin yok. Seni bu nedenle öldürdük. Sen çocuklarımız için büyük bir tehlikesin." 

Rio da çocuklar 'itlaf' ediliyor hâlen. Bu çocuklara çorba dağıtanlarla, kurşun atanların bir ortak yönü var: Bu sorunu yaratan kapitalizmin anlayışıyla çözüm sunmaları...

Bu durum normal karşılanabilir, hatta kanıksanmış da olabilir. Oysa hiç öyle olmamalı. Çünkü bizim de üç büyük kentimiz başta olmak üzere birçok kentimizde bu iç yakıcı olaylar yaşanıyor; şu zorlu günlerde onları sokaklarda pek göremesek de... Bizde olmaz, denilen pek çok gerçekliği yaşadık, yaşıyoruz; böyle bir durumu yaşamayacağımızı kimse iddia edemez, bu yüzden başka ülkelerde yaşananlardan ders almalıyız pandemiden dolayı aldığımız dersler gibi ve tüm sorunlarımızla yüzleşip çözümler üretebilmeliyiz.

Yönetenler, gerçekliğin ve işinin uzmanlarının yaptığı açıklamaların dayattığı şu olguyu görmek, bilmek durumunda: Gelecek 75 yılda nüfusu genç kalacak ülkeler sıralamasında başta yer alan bir ülke olduğumuzu... Çocuklarımıza reva göreceğimiz gelecek de bu açıdan çok ama çok önemli. Unutulmasın ki çocuklarına "gemicik" alacak babalar Türkiye’sinde değil, babalarına, annelerine "kemer" olmaları için okutulmaya ve iş sahibi yapılmaya çalışılan çocukların Türkiye’sinde yaşıyoruz.

Sahi yaşıyor muyuz?

 

*  Yazar

Öne Çıkanlar