‘Üç kupona bir muhabir’den geldik bu günlere

Medya patronları, sendikalaşmayı engelledikleri, habercilik yerine züccaciyeciliği tercih ettikleri için şimdi Reis’in karşısında el pençe divan duruyorlar.

Doğan Medya’nın satılmaya zorlanması günlerdir önemli gündem maddeleri arasında, doğal olarak. Konu enine boyuna tartışıldı, bütün kesimlerce.

Doğrusu bana en ilginç geleni Aydın Doğan’a övgüler düzen medya çalışanlarının varlığı oldu. 

Biz medya çalışanları sık sık toplumsal hafızanın zayıflığına vurgu yapmayı severiz ama kendimizi toplumun dışında ve üstünde görmeyi alışkanlık edindiğimizden kendi hafızamızı, başımıza gelenleri sorgulamayı biz de sevmeyiz.

Ragıp Duran’ın tümüne katıldığım "cephe gazetesi" önerisi beni 1990’lı yıllara götürdü.

"Gazeteciler genelde aslında biraz fazla bencil insanlardır. Kendilerini toplum mühendisi ya da kamuoyu oluşturucusu olarak görürler. Sahne sanatçıları gibi alkış ister, övülmeyi bekler. Bu karakterleri hem bireyseldir hem de siyasi. Yani her gazete yöneticisinin temel mottosu ‘Küçük olsun benim olsun’dur. Bu nedenle birlik, işbirliği, cephe gibi kavramlardan kaçarlar. Böyle bir durumu kendi iktidarlarının azalması ya da topyekün kaybolması olarak görürler. Siyasi-ideolojik olarak ve yayıncılık anlayışı itibarıyla da, biraz da bahane olarak, en iyi ve en doğru gazeteciliği kendilerinin yaptığına inandıkları için başkasıyla işbirliğine girmekten çekinir. Bu zihniyeti kırmak lazım. Israr edenleri de devre dışı bırakmak gerekir" diyen Duran, öncelikle Gazeteciler Meclisi’ne ihtiyacımız olduğunu söylüyor.

1980’lerin sonlarına kadar "Cağaloğlu" demek "basın" demekti. Sonra İkitelli’de dev binalar yapıldı, Hürriyet ve Sabah gibi basın kuruluşları, görsel ve yazılı basını bir araya topladı. Beraberinde hızlı bir tekelleşme süreci yaşandı.

Artık "basın" değil "medya" olmuş, hatta "havuz" terimi ilk kez o zaman girmişti literatürümüze. Ortak bir haber havuzu oluşturuldu, binalara ve teknolojiye yapılan yatırımın maliyeti gazetecilikten fedakârlık edilerek dengelenmeye çalışıldı. Birkaç ekran yüzüne astronomik maaşlar ödenirken, muhabir sayısı hem azaltıldı hem de ücretleri düşürüldü. 

Ama habercilikten fedakarlık yapılması tiraj kaybına yol açmaya başladı. Buna rağmen çareyi "gazetecilik" dışında aramakta ısrar eden medya patronları, bu kez kupon karşılığı promosyon vermeye başladı. Haber rekabeti yerine promosyon rekabetine girişen patronlar nedeniyle bir dönem gazeteler, adeta tabak çanak yanında mecburen alınır oldu.

Bir süre sonra promosyonun maliyeti de fazla gelince kabak yine gazetecilerin başına patladı. Yeni bir tensikat dalgası geldi. 1993 ya da 1994 yılında basın tarihine geçen inanılmaz bir işten çıkarma örneği yaşandı. Sabah grubunda çalışan gazeteciler, sigara içmek için dışarıya çıktıklarında bir daha binaya sokulmadılar. Kişisel eşyalarını bile ancak güvenlik nezaretinde alabildiler.

Bu rezalet üzerine çalıştığım dergiye, hem işten çıkarılanlar hem de medya yöneticileri ile görüşerek bir dosya hazırladım. Yazının başlığı "Üç kupona bir muhabir"di.

Beklendiği gibi yazı, bazı medya yöneticilerini çok kızdırdı. Beklenmeyen; bugün de ‘demokrat’ kimliği ile bilinen kimi gazetecilerin de tepki göstermesi hatta işten atıldıklarını reddetmeleri idi.

Bütün bunlar olurken sonraki dönemlerde ‘mağdur’ olmaktan kurtulamayan bazı yazar ve gazetecilerin hiç birinin istifini bozmayıp, maaşlarının keyfini çıkardığını da not düşmek gerekir.

İlk kez bir tür "gazeteci meclisi" denemesi o zaman oldu. Olabildiğinde geniş bir gazeteci grubu olarak ÇGD’de bir araya geldik. Ben de dahil, halen çalışmakta olanların da işi bırakmasını, birlikte davranarak bu duruma sessiz kalmamayı tartıştık. Ne yazık ki, halen çalışmakta olanların bazıları, hatta işsiz olanların bile bir kısmı bu öneriye yanaşmadığından bu girişim başarılı olamadı.

Bir not daha düşmek gerekir.

90’lı yıllar devletin olanca ağırlığıyla Kürt basınının üstüne çullandığı yıllardı. Merkez medyada gazeteciler işten çıkarılıyordu ama Kürt basınında çalışan gazeteciler tek tek faili meçhul oluyor ya da tutuklanıyordu. Bunlar da yetmeyince 1994 yılında Özgür Gündem Gazetesi havaya uçuruldu.

Ne yazık ki Özgür Gündem ile ve daha genel olarak Kürt basını ile yeterince dayanışamamak, daha açığı meseleye mesleki ilkeler açısından değil ideolojik körlükle bakmak gazetecilerin birlik oluşturmasında çok önemli bir engeldi.

Bugün 90’lı yıllara kıyasla geniş bir kesimin Kürt basınıyla dayanışma gösterdiğini söyleyebiliriz. Ama kuşkusuz dayanışmanın boyutunu; günümüzün Özgür Gündemi’nin kapatılarak, kayyum atanması, çalışanların gözaltına alınması karşısında alınacak tavır belirleyecek. Bilindiği gibi daha yeni Genel Yayın Yönetmeni Avukat Eren Keskin’e 7,5 yıl hapis cezası verildi. Ondan önce de dayanışma için sembolik yayın yönetmenliği yapan bütün gazeteciler cezalandırılarak, mesleki dayanışma kriminalize edilmeye çalışıldı.

Sözün özü, eğer biz gazeteciler kendi tarihimizi sorgulamış, ders çıkarmış olsaydık, örgütlenmiş, sendikalaşmış olurduk. Bugün ne iktidar bu kadar kolay bir havuz medyası yaratabilirdi, ne de medya çalışanları yerini ‘memur’lara terk etmek zorunda kalırdı.

Dahası, Aydın Doğan başta olmak üzere, ellerindekini havuza devretmek zorunda kalan medya patronları bile bugün düştükleri duruma düşmezdi. Sendikalaşmayı engelledikleri, habercilik yerine züccaciyeciliği tercih ettikleri için şimdi gözyaşları içinde Reis’in karşısında el pençe divan duruyorlar.     

İktidarın ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünü bu kadar rahatça katletmesinde kendi payımızı da açıklıkla ortaya koymadan, bir başka deyişle, çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmadan bu cendereden sittin sene kurtulamayız.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi