waldo sen neden burada değilsin

bir başkasına zarar vermedikçe, tek tek bireylerin korkuyla hareket etme hakkı var. bu hakkı ne kadar az kullansak o kadar iyi ama tek tek, birbirimizi yargılama hakkımız yok.

henry david thoreau, 1917 yılında, ekim devrimi’nden üç yüzyıl önce, abd’nin massachusetts eyaletinde dünyaya geldi. daha sonra, harvard’da öğrenci olduğu yıllarda transandantalizme ilgi duydu, akımın öncülerinden ralph waldo emerson’ın yazdıklarını okudu, okuldan sonra onunla tanıştı. thoreau’nun walden adlı kitabında yer alan çevre konusundaki fikirleri modern çevreci hareketlerin öncülleri arasında. köleciliğe karşıydı,- daha sonra gandhi’ye de ilham veren- sivil itaatsizlik konusundaki makalesini, meksika savaşı sebebiyle istenen ek vergileri ödemeyi reddettiği için hapis yattıktan sonra kaleme aldı. thoreau ve emerson çok yakın arkadaştılar, adları birlikte anıldı, biyografilerinin ortak yazıldığı bir kitap bile var. ikisinin de eserlerini türkçe bulmak mümkün ama türkçe okuyan kamuoyu waldo’nun adını, ismet özel’in otobiyografik kitabının da ismi olan başlıktaki cümle ile tanıdı daha çok. thoreau’yu cezaevinde ziyaret eden emerson, ona, "henry neden buradasın?" diye soruyor ve "waldo, sen neden burada değilsin?" cevabını alıyor.

yakın bir dosta, bir fikir arkadaşına sitem içeren bu cümle çok şık açıkçası. ama herkese böyle sitem etmeye ya da herkesi böyle yargılamaya hakkımız var mı?

tarihin her döneminde iktidara muhalefet etmek ya da söylenmesini istemediği gerçekleri dillendirmek çeşitli sonuçları göze almayı gerektiriyor. bu sonuçlar suikasta uğramaktan işsiz kalmaya, işkenceden malından mülkünden olmaya, hapis cezasından toplumsal yalnızlaşmaya, şimdilerde sosyal medyada hakaret yağmuruna tutulmaya kadar uzanıyor. insanların bunlardan çekinmesi son derece insani, bence. ama örneğin kendimiz hapis yatmamak için bir başkasının hapis yatmasına sebep olmak gibi, yükünü bir başkasının sırtına vermek sayılacak şeyler kabul edilemez. tam da bunun için toplu hareket etmeye, toplu halde kampanyalar yürütmeye, örgütlü olmaya çalışıyoruz. ama yine de bütün bunlarda yer almayanları da yargılamaya hakkımız yok. örneğin, geçtiğimiz yıllarda, özgür gündem gazetesiyle dayanışmak için yürütülen nöbetçi genel yayın yönetmenliği kampanyası. buna katılan her isim bizim için mutluluk ve gurur kaynağıydı, hatta kampanya bittikten sonra bile katılmak isteyenler olduğunu duyup ümitle dolduk. ama kim katılmadı, kim yanından bile geçmedi gibi bir hesap tutmak aklımıza gelmedi. kimseye, "sen neden orada değildin?" diye sormadık, doğrusu da buydu.

ama tek tek muhalif kişilerin birbirlerini yargılama konusunda çok acımasız olduklarını görüyorum. tarihimizin en iyi döneminden geçmiyoruz, bunun sebep olduğu bir öfke var ve bunu "içeri"ye boşaltmak daha kolay sanki. bu öfkeyle hareket etmek, bir tartışma yürütmekten farklı çünkü tartışmada fikirler üzerine konuşuyoruz, kişilerin tutumları hakkında değil. politik mücadeleyi kişilerin aldığı tutuma indirgemek kendimizi kendi elimizle dar ve etkisiz bir alana hapsetmek demek. en doğru muhalif tutum almaktan sorumlu seçkinler (ki bunlar genelde herhangi bir sebeple ünlenmiş insanlar oluyor) ve onlara sosyal medyada destek verenler gibi bir paradigmayı mücadele addetmek zaten sorunlu çünkü kitlesel bir toplumsal muhalefet, adını kimsenin bilmediği, fikirlerini kimsenin merak etmediği, mikrofon tutulmayan, vatandaştan sayılmayanların bir araya gelmesiyle oluşur ve onların kendi taleplerini oluşturmasıyla ilerler. kimisinin kerameti kendinden menkul, kimisi de kendi kendisini demokrat aydın olarak atamış insanların arasındaki tartışma ve rekabetle değil.

bir başkasına zarar vermedikçe, tek tek bireylerin korkuyla hareket etme hakkı var. bu hakkı ne kadar az kullansak o kadar iyi ama tek tek, birbirimizi yargılama hakkımız yok. bu dostu düşmanı ayırt etme meselesi değil, dostlarımız arasında kiminle daha yakın olabileceğimiz, kime sırtımızı dönebileceğimizle ilgili bence. kendi adıma yakın bir geçmişte böyle bir süreçten -başka arkadaşlarımla birlikte- geçtim. ama bana bu yazıyı yazma itkisini veren, irfan aktan’ın ersin korkut’la ilgili yazısı oldu. türküm, yazılarımda diyarbakır’dan defalarca payitaht olarak bahsettim. hayatta başıma bir şeyler gelmişliği de vardır ama bu ifadeden dolayı değil. çünkü ulaşabildiğim okurun önemli bir kısmı bunu dert etmez. yani mesele ersin korkut’un kürt olması değil sadece, ondan daha belirleyici olan çok ünlü olması. (söz konusu video da yoksulların, mahrumların instagram’ı sayabileceğimiz tiktok’ta yayınlanmış) ve onun bu ifadeyi bu kadar kolaylıkla kullanabilmesiyle saldırılar karşısında kendini savunamaması aynı sebebe dayanıyor; politik bir bakışının bulunmaması. öyle olmasa şive mizahı yapar mı zaten! ama geri adım attığı için, onu -hem de ağır saldırı altında olduğu bir dönemde- yargılamak nasıl adil olabilir? ersin korkut yol arkadaşımız değil, bize bir vaadi olmadı, eğer bir kürt olarak kendisine mutlaka sahip çıkılacağını hissetmiyorsa kabahat bizdedir; sadece türkleri değil, kürtleri de kastediyorum. çünkü fark etmek ya da daha önce fark etmiş olmak yetki değil, sorumluluk verir insana. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi