Yavuz Önen, 50’nci yılda Mahir’leri anlattı: Pusulayı yeniden ele almamız lazım

Yavuz Önen, 50’nci yılda Mahir’leri anlattı: Pusulayı yeniden ele almamız lazım
Mahir Çayan ve arkadaşlarını Ankara'da saklayan Yavuz Önen. aradan geçen yılları değerlendirdi: 'Anmalarla yetinmeyelim, gerçek adımları atalım.'

Mahir Çayan ve arkadaşlarını Kızıldere yolculuğu öncesinde Ankara’da saklayan Yavuz Önen, aradan geçen 50 yılı değerlendirdi. Mahir Çayan ve arkadaşları   bilinç, örgüt ve eylemden oluşan bir düşünce sistemi olduğunu ve bu düşüncenin zaman faktörü olmadığını vurgulayan Önen, "Pusulayı yeniden ele almamız lazım" dedi. 
 
Türkiye Halk Kurtuluş Parti Cephesi (THKPC) Lideri Mahir Çayan ve arkadaşları, eşi benzerine az rastlanır bir devrimci dayanışma örneği göstererek, 50 yıl önce Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını durdurmak için 26 Mart 1972’de Ünye Radar Üssünde çalışan biri Kanadalı, ikisi İngiliz üç teknisyeni kaçırarak, Kızıldere’ye götürdü. Çayan, burada girdikleri çatışmada 9 arkadaşıyla birlikte yaşamını yitirdi. Mahir Çayan'ın, Maltepe Cezaevi’nden kaçtıktan sonra, Ankara’da ilk durağı, Ertuğrul Kürkçü üzerinden tanıştığı Yavuz Önen idi. Önen, o dönemler 34 yaşında üniversite mezunu bir genç. Önen, Dev-Genç kadrolarını kendi evi ile arkadaşlarının evinde sakladı. 
 
Kızıldere yolculuğu öncesinde de devrimci gençler, Önen’in ayarladığı Ankara’daki evlerde kaldı. Önen, ilk o zaman Mahir Çayan'la tanıştığını anlattı. Hayatının en önemli anlarından biri olduğunu dile getiren Önen, Mahir'lerin gitmemesi için başka bir öneride bulunduğunu, Suriye’ye çıkışları için çaba gösterdiğini ancak Mahir Çayan ve arkadaşları verdikleri karardan dönmeyince zor bir veda kucaklaşması gerçekleştirdiğini söylüyor.
 
Ölümlerinin ardından 50’nci yılda, Mahir'lerin bir düşünce olarak yaşadığını ve içinde bulunduğu sistemsel saldırıda onların düşüncelerinin ve birikimlerinin kullanabilir araçlar verdiğini ifade eden 68 kuşağından ve HDP’nin Kurucu Eş Başkanı Yavuz Önen, dönemi, yaşadıklarının ve önerilerini Mezopotamya Ajansı’ndan Deniz Nazlım'a paylaştı. 
 
Mahir Çayan ile yolunuz ne zaman kesişti, dönemin atmosferi nasıldı?

68 Hareketi’nden söz etmek lazım. Bütün dünyada başlayan, mevcut kapitalist-emperyalist sistemi hedef koyan, onu eleştiren, ona alternatif geliştirmeye çalışan bir başkaldırı hareketi bütün dünyada başladı. Sadece gençlik hareketi olarak sunulan şey, gerçekte dünya sistemi eleştirisiydi ve bir dünya hareketiydi. Türkiye’de de bu gerçekliği yaşadık. O zamanlarda, Mimarlar Odası ortamındaydım. Üniversitelerle ilişkilerimiz çoktu. Sadece üniversite ve meslek odaları değil köylüler, işçiler, öğretmenler, öğrenciler, toplumun bütün çalışan kesimlerinin hak talebi vardı. Üniversitelerde solun değişik fraksiyonlarının temsilcileri vardı. Mimarlık fakültesinde onlarla doğal bir ilişki içine girdik ve tabii ki benim de ideolojik olarak eğilimlerim, umutlarım, hayallerim vardı. Buralarda buluştuk. Sadece bir sosyal hareket değil ideolojik-politik bir birliktelikti.
 
Ertuğrul (Kürkçü) ile çok yakın tanışıklığımız vardı. O zaman Dev-Genç başkanıydı. Meslek konularda bir arada oluyorduk. Başlangıç ve kuruluş aşamasında yaşamın bütün alanlarıyla ilgilenen, toplumun hemen hemen bütün kesimleriyle ilişki içinde olan Dev-Genç hareketi, toplumda büyük bir sempati yaratmıştı. Devrimci bir harekete, gençlik hareketine sempatik bakıyorduk. O ortamda Ertuğrul beni aradı. Mahir’in tutuklanması ve cezaevinden kaçışından sonraki süreç bir nevi girdaptı. İradelerimizi zorlayan ve hızlı bir süreçti. Girdap dedim ama tabii ki tercihler de var. Ertuğrul beni aradığında Mahir’lerin saklanması için bir talebini dile getirdi. Ben zaten daha önce o işi yapmıştım. Yusuf Küpeli, Sinan Kazım Özüdoğru ve Ertuğrul Kürkçü’yü hem kendi evimde hem arkadaşlarımızın evinde zaten saklamıştım.
 
Kürkçü sizi aradığında sanırım Dev-Genç dönemi sona ermişti? 
 
Evet, Dev-Genç safhası bitmiş Mahir’ler, Türkiye Halk Kurtuluş Parti Cephesi (THKPC) kuruluş aşamasına gelinmişti. Ertuğrul’un talebine tabii dedim. Mahir’ler, bir heyet olarak İstanbul’dan Ankara’ya gelmişlerdi. Benim eve daha çok gelen giden olduğu için riskli mekan olarak tanımladık. Onları üç dört ayrı eve getirdik. İşte o zaman doğrudan ben Mahir ile tanıştım ve birkaç kez konuştuk. Buluşmamız bundan ibaretti. 
 
68 den bu yana hem dünyada hem de Türkiye’de devrimci gençler kriminal hareketler olarak tanımlandı ve büyük bir şiddetle karşı karşıya kaldılar. Bunun aksine o dönemi nasıl tanımlamak lazım?
 
Kapitalist dünya, böylesi bir devrimci gençliği, toplumsal uyanışı ve dünyadaki isyanı görmezden gelemezdi ve yanıtsız da bırakmazdı. "Çete hareketedir" denildi. Bazı siyasi muarızların solda da olsa "bu bir öğrenci gençlik macerasıdır" diye tanımladı. Ben bu devrimci kalkışmayı başka türlü görüyorum. Marksist ideoloji düşünce sistematiği olarak kabul etmiş, örgütlüğü zorunlu görmüş ve eylemli devrim hareketini başlatma kararı vermiş, devrimci, siyasi, ideolojik bir harekettir. Her ne kadar banka soygunu, insan kaçırmak, rehin almak gibi olaylar olsa da esas amaçlar bunlar değildi. Esas itibariyle bugün 50’nci yılını anıyoruz devrimcilerin.

Bu ne anlama geliyor? Ömrünün yarım asır kadar uzun adımları olan sosyal gerçeklik demek oluyor. O düşünce yaşıyor, bundan dolayı yaşıyor. Mahir Çayan ve arkadaşları, Kızıldere’de yitirdiğimiz On’lar, özveri ve kralı çıplak görmenin verdiği kararlılık ve cesaretle yürüdüler. 50 yıl sonra, eskimiş, yok olmuş, unutulmuş bir hadise yok ortada. Bugün bile dayatıyor bu düşünce, bur bir kurtuluş arayışı. 50 yıl sonra kendi tezlerinde yazdığı gibi, sistem sürekli krizler yaratıyor. Kapitalizm sürekli toplumu bastırarak, şiddet uygulayarak, savaş açarak, sömürerek kendini sürdürebildi. O nedenle bu arayış bugün de kendini dayatıyor. Bir tükeniş değil bir başlangıç diyebiliriz. Hala da Türkiye’de, faşizm istikrarlı bir şekilde değişik siyasi kılıkları giyerek, evrimler geçirerek, hegemonyasını yani faşizmini sürdürüyor.
 
ABD’nin başını çektiği pasifikasyon hareketi Türkiye ile de sınırlı değildir. Diyelim ki bizimkiler, "maceracı ve çeteciydi", peki Şili’deki Allende neydi? Allende seçildi ve halkın oylarıyla geldi. Bir liderdi, bir sosyalist liderdi. ABD bileşik devletleri yok etti. Mahir ve arkadaşları ağzıyla kuş tutsa, Kızıldere ya da bütün o banka soygunları olmasa bile tıpkı daha önce devrimcileri tek tek nişan alarak vurdukları gibi onları da vuracaklardı. 
 
Mahirler Kızıldere’ye gitmeden önce neler konuşuldu aranızda?
 
Kızıldere için farklı bir yol izlemeleri gerektiğini hissettim. Açıkçası onları kaybetmekten korktum. O yolculuktan, Ankara-Kızıldere yolculuğundan söz ediyorum. O süreçte ‘farklı yollar deneyebilir miyiz’ diye düşündüm. THKPC ile THKO kadroları bir aradaydı. ‘Politbüro’ olarak tanımladığım bu insanların yaşamasını, yaşaması halinde Türkiye Devrimci Hareketi’ne çok daha katkılarda bulunabileceklerini, böyle bir hareketin yöneltilmesi gerektiğini düşündüm. Bu özverinin ölümle sonuçlanmaması gerektiğini düşündüm ve onun için de çabalar harcadık. Ben Mahire "sizin yok olmamanız lazım, yaşamanız lazım" diye düşüncelerimi söyledim.

Yakın dostlarım ve akrabalarımla istişare ettikten sonra Mahir’e bir öneride bulundum. Onları Güney sınırından Suriye’ye geçirebilir miyiz diye araştırmalar yaptım. Batman’a gittim, orada Raman aşiretinin lideriyle buluştum. Saygıyla anıyorum onu da. Çok açık yürekli ve kararlı bir insandı. Mahir’leri Suriye’ye geçirmemizi kabul ettiler. "Yalnız buraya kadar getirin" dediler. Ankara’ya döndüm. Sonra Mahir’le tekrar görüştük. Mahir bana, "Sen gittin geldin ama arkadaşlarla ben konuştum. Kararımızda bir değişiklik yok, biz gidiyoruz" dedi. İşte o zaman kucaklaştık. Bir veda kucaklaşması gibiydi, zor bir andı. 
 
Ben geri dönebileceklerini düşünmedim. Köy evinde kuşatılmış bir grup sağ yakalanabilirdi ama bunun yapmadılar. Bence bahaneydi. Deniz’ler idam edilebilecek nasıl bir suç işledi. O bir öç almaydı. Karadeniz seyahati Deniz’lerin idamlarını engellemek üzere bir çırpınıştı, bir hareketti. Bu insanları öldürmeyebilirlerdi. Onları yakalama değil bir yok etme operasyonuydu. 
 
Kızıldere’ye Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamını durdurmaya gittiler. Çok büyük bir devrimci dayanışma örneği. Bu açıdan 50 yıl sonra, Mahir’lerin temsil ettiği değerlere ne kadar ihtiyacımız var?
 
Aynı yolda yürüyen insanların serüveni çok önemli. Soruna bir önsözle başlamak istiyorum. Mahir’in birlikte yürüdüğü arkadaşları daha bu eylemlerden önce ayrılmaya başladılar. Bu her hareket içinde olagelen bir şey. İş başa düştüğünde, devrimci nutukların hayatla buluşma anında, korkaklıklar, vazgeçmeler, teslimiyetler, ürkmeler… Yavaş yavaş azaldılar, devrimci kadro azalarak bu eylemli mecrada yürümeye başladı. Kızıldere bir dönüm noktasıydı. Ondan sonra da anti-propagandanın etkisi altında kalmış, kendine devrimci diyen isimleri yazarsak az değiller. Mahir, Deniz, İbrahim gibi devrimciler daha çoğaltabiliriz, bütün o devrimciler kararlı ve inanmış, kralı çıplak gören, gerçeklikle ve sömürgeci siyasetle yüzleşerek yürüdüler.

Kızıldere sonrasında bu süreçlerde alabildiğine bir polarizasyona yani giderek parçalanmaya uğradı devrimci hareket. Bu büyük bir zaaf ve önemli bir gerçekliktir. Yalnız Kürdistan değil Türkiye’nin bütün bölgelerinde devrimci ve sosyalistleri sürek avı takip etti. 50 yıllık sürece bakarsak, büyük bir yozlaşma ve zehirlenme var. O da genç kuşakların devrimci harekete katılımında handikap oluşturdu. Bir devrimci okul görevini, işlevini görecek bir siyasi ortam kalmadı. Sanki Kızıldere mahşer günüymüş gibi, dünyanın sonuymuş gibi yaşandı. Onlara ağıt yakmak, onların anılarıyla hemhal olmak sanki bize yetiyormuş gibi. Bizim de yaptığımız o aslında. Böyle olmamalıydı.
 
50 yıl sonra Mahir’leri konuşuyor olmamızı neye bağlıyorsunuz? 
 
Arkadaşlara "Kızıldere’ye gitmeyin, gelin bu siyaseti olgunlaştırın, daha uzun bir yol yürüyelim beraber" demiştim. Çünkü Türkiye’deki sistem ikiyüzlüydü, bize söylenen demokrasi kavramının sadece içi boşaltılmış bir yalandan ibaretti. Sadece 61 Anayasası’nın göreli özgürlük ortamında biraz filizlenmiş bir hareket olarak biz bu şartları değerlendirdik. Kapitalizm ve emperyalizm sürekli kriz yaşattığı tezi, çok doğru çıktı ve bu sahte demokrasi kılık değiştirerek, günümüze kadar geldi. Kapitalizm, sömürü-baskı düzeni, Kürt halkının asimile edilme süreçleri hep devam etti. Ben kendi yaşamımda, salt bir sınıfsal meselenin olmadığını Türkiye’de bir halk hareketinin başat olduğunu farkındaydım. İşte bizi bu devrimci gençlerle buluşturan başka bir gerçeklikti.

Deniz’in idam sehpasında haykırdığı "Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlığı" sözünü hatırlatayım. Bunu da gizlediler pek çok zaman. Sanki Deniz bunu söylememiş gibi bir süreç de yaşadık. Bunun üstü örtüldü ve hala bu hastalık devam ediyor. İkinci bir zehirlenme yaşadık. Siyasal İslam’ın demokratik, insan haklarına saygılı olabileceği yalanı. Sorunlara çözüm olamadılar ve sorunu artırdılar. Sömürü, şiddet, yoksulluk büyüdü. Açlık sınırından söz ediyoruz. Esas itibariyle özgürlüklerin tamamı yok edildi. 
O nedenle halkların eşitliği ilkesinin bilinciyle ama sınıf hareketinin gerçekliliğiyle, ciddi devrimci yeniden yürüyüşe ihtiyaç var. Bu çok açık çünkü karşımızda bütün halkları kullanarak iktidar olan sonra o halkların tamamını yok ederek, yöneten bir karşı devrimle karşı karşıyayız.
 
 Deniz’in idam sehpasındaki sözlerinden bahsettiniz. Keza İbrahim Kaypakkaya da Kürt sorununda çok ileri çözümlemeler yapan bir komünist lider. Mahir dahil o dönemin liderleri Kürt sorunu meselesinde hangi noktaydı?
 
Mahir, Kürt halkının sorununu kabul ediyordu. Aynı düşündüklerini biliyorum. Ayrılıkları örgütseldi. Kızıldere onları da bir araya getirdi. Devrimci hareketi, Kürt meselesini göz ardı eden bir hareket değildi. 
 
Mahirin devrimci ruhu, iradesi, duruşu… destansı bir anlatıma dönüştü. Onların mirasına nasıl sahip çıkılır?
 
Tabii biz hep liderler üzerinden ifade ediyoruz. Orada bir kadro hareketi var, arkadaşlar var ve pek çok destekleyenler var. Bu hareket, sömüren-sömürülen esası üzerinden yani sadece sınıf hareketi üzerinden bir değerlendirme yapmıyor dünyadaki hegemonyanın tarihsel evrimini de anlatıyor. Onun için Mahir’ler yok olabilecek bir şey değil, onlar bir düşünce. Bu düşüncenin zaman faktörün yoktur. Sömürü tarihten bu yana vardır. Anılarımı yazarken biraz bölgeye dair tarihi gerçeklikleri de okuyordum. Fransız bir gezgin ve bilim insanının Mezopotamya’yı dolaşırken karşılaştığı bir gerçeklik var. Mezopotamya’yı dolaşmış,

Dicle-Fırat arasındaki bereketli topraklarda, dünya tarımının beşiğinde hastalık, açlık, yoksulluk görmüş. Çok şaşırmış. Güneş, su, toprak her şey var, bu yoksulluk bu hastalık neden? İşte o neden sürüyor. Yüz yıllardır boyu süren gerçeklik bugün de sürüyor. Bizi topraktan, güneşten, üretmekten kopartan gerçeklik ile burun burunayız. Mahir’in devrimci düşüncesi bu temel bu esas üzerine kurulduğu için eskimez, yaşıyor. Mahirin tezleri de bir ihtiyacı karşılamak üzerine formüle edilmişti. Bunlar kapitalizme alternatif oluşturacak, yeni dünya düzeni için gereklidir.
 
68 kuşağı kadrolarının yok edilmesi, bazılarının sizin dediğiniz gibi farklı yollara sapması, dünyadaki ve Türkiye’deki askeri darbe süreçleri ve son olarak 90’larda Sovyetlerin dağılışı, kapitalizmin alternatifsiz olduğu yönünde bir ideolojik kara propaganda başladı. Bu durumla nasıl başa çıkılır ve devrimci hareketin mirası burada nasıl bir rol oynar?
 
 İlk saldırı ne oldu? Amerikan emperyalizminin hegemonyası için önce Türkiye’deki bütün devrimci beyinleri ele geçirmeye çalıştı. Beyinlere hitap etti ve düşünceyi dağıttı. Yani ideolojik bir propaganda-saldırı gerçekleştirdi. "Marksizm bir ütopyadır, gerçekleşmesi imkansız bir hayaldir, gerçek olan kapitalizmdir" denildi. Bu düşünsel bir bombardımandı ve kapitalizmin hükmünü sürdürmesinde çok etkili oldu. 
 
İkinci saldırdıkları alan, örgütlülüktü. İdeolojik düşündüğün zaman çok suçlu ve demode olmuş biri gibi muamele görürsün. Ayrıca "örgüt" lafı ettiğin ve örgütlü davrandığın zaman "modası geçmiş" gibi bir propagandayla karşılaşırsın. Dünyada artık halk hareketleri, sivil toplum örgütlerinin meydanlarda değişik kılıklarla gerçekleştirdi ve örgütlü siyasi mücadeleye alternatifmiş gibi sunuldu. Sivil toplumcu hareket dünyada boy göstermeye başladı ama başaralı olamadı, yenildi. Bu deneyimi de yaşadık.
 
Üçüncü saldırı alanı eylemdi. İzin almadan eylemli bir harekete geçme anayasal hak olduğu halde 100 kişi bile çıkıp bir yerde bir şey yapamıyorsun. O da bir suç, demode olmuş bir şey. Aslında kent savaşları için çok hazırlık yaptı kapitalizm, kentte kullanacağı silahlar, gazlar, kurşunlar geliştirdi. Savaşı kentlere yıktı ama bu savaşın bir tarafını tamamen yok ediyor. Savaş şartlarını da değiştirdi. Bu mesele ideolojik kuşatmayı bizim aşmamız lazım. 
 
Kapitalizmden başka hatta neo-liberal ekonomiden başka alternatif yok dediler. Buna inanan pek çok aydın ve sosyalist-toplumcu insan da çıktı. Bütün bu kargaşa içinde, Deniz, Mahir ve İbrahim ışıldıyor çünkü onlar bir düşünceler. Hele hele bugünkü şartlarda ihtiyaç olarak parlıyorlar. Onların birikimi bugün bir ihtiyaçtır, kullanılabilir ve değerli bir birikimdir. 
 
 Bugün ihtiyaç olan saldırı altındaki bilinç, örgütlülük ve eylemselliğin tekrar ortaya çıkartılması mıdır?
 
Bu üç şey önemli araçlardır. Günün koşullarında devrimci bir program yazılabilir. Bu yolları biz terk edemeyiz. Sokaktaki insanla buluşmamız, dayanışmada olmamız gerekiyor. Pusulayı yeniden ela almamız lazım. Devrimci hareket bir pusula olabilir. 
 
Mahirlerin deneyimi ve birimine hala ihtiyaç olduğu ifade ettiniz. Sizin de kurucu eş genel başkanı olduğunuz HDP deneyimi var. Partinin kuruluşunun ardından PKK Lideri Abdullah Öcalan, "Mahir Çayan'ın emanetini HDP'ye teslim ediyorum" demişti. Hem Mahir’lerin mücadele arkadaşı hem de HDP Kurucu Eş Genel Başkanı olarak, bu tarihsel ifadeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Şimdi yaşadığımız zulmün ağırlığını ve dehşetini, herhangi bir siyasi hareketi başlatmanın yükünü zorluğunu bilen bir kişi olarak, HDP ortamında, Türkiye dinamiklerini bir araya getirme tarzını izledim. Kürt, devrimci sol, Alevi dinamiği ve mağdur olmuş bütün halkların dinamiklerini bir araya getirmekti amacımız. Konjonktürün meydana getirdiği bir siyasi formülasyon olarak algıladım ve pek çok şeye evet dedik. Hala da HDP’nin üyesiyim ve başka bir seçeneğim de yok, benim hala ocağımdır. HDP bir gerçektir, 6 milyon almış bir gerçektir ve hepimizi aştı. Hepimize öğretici oldu. HDP, Türkiye’deki siyasi partilerin benzeri değil. HDP bir siyasi harekettir, bir halk hareketidir. Ben de bu düşüncedeyim. 
 
Zaman ve şartlar senin sorunda olduğu gündeme bizi itiyor. Evet, 10 yıl önce HDP şöyleydi ama 10 yıl sonra nasıl bir HDP olabilir, nasıl bir HDP 10 yıl sonra etkili olabilir, bunun araştırılması çok değerli. Çok önemli, sorun da bu açıdan çok önemli bir soru. Şimdi birilerinin çıkıp "HDP sosyalist bir parti değildir" dememesi lazım. Bunu diyenler var. İçine bileşenler var, eğer içinde sosyalist bir parti varsa, HDP sosyalist bir partidir. HDP yaşamın kendisidir, biz günler geçtikçe HDP’nin nasıl yaşanması gerektiğini konuşacağız.
 
Bu sorunda, yaşamımda önemli bir evreye değinmek istiyorum. HDP’nin kuruluşu, yaklaşık 7 yıllık bir emeğin, onlarca insanın hatta siyasi hareketin insanın arasında yer almamış bireylerin, kadınların, gençlerin halk unsurlarının çabasıyla oldu. Ama öyle bir gerçekliğimiz de var. Kürt siyasi hareketinin bir dokümanı geldi bana. Biz Ankara’da demokrasi kurultayları yapıyorduk. Dediler ki, bir mesaj var, mesaj dedikleri sayfalarca kalın bir dokümandan ibaretti. Ben yönetiyordum toplantıyı ve o mesajı okuttum. Öcalan’ın mesajıydı. Tarihe samimi olarak yaklaşacaksak ve dürüst olacaksak burada söylemem lazım. Öcalan mesajında, 68 hareketi içinde Kürt devrimci hareketi ile Türkiye devrimci hareketinin bir bütün olduğunu, hep beraber büyüdüğümüzü ve bu sosyalist hareket içinde piştiğimiz ama bir dönem sonra yollarımız aldığını söyledi. Tabii kısaltarak söylüyorum çünkü sayfalar dolusu bir mesaj. Öcalan bunları söylerken bütün siyasi hareketleri saydı. Bütün isimleri sayarak, hepsine saygılarını ve devrimci selamlarını göndererek onları andı. Onları, saygıyla sevgiyle andı ve şöyle bağladı: "Bir kavşağa geldik, şimdi de buluşma zamanıdır." Böylesi bir gerçekliği de benim yaşadığımı ve bunun farkında olduğumu, hareketin içinde de bunu bildiğimi söyleyeyim. Ben işin başından beri neyin ne olduğu biliyor ve görünüyordum. Hayatın içinde sıkıntı olsa da onu aşacağımızı biliyordum.
 
Tüm bu süreci, Mahir’lerin bıraktığı mirası konuşup ve "artık buluşma zamanı" dedikten sonra, belki de Demokrasi İttifakı çalışmalarını da eklemek gerekiyor. HDP’nin çağrısıyla birçok siyasi parti bir araya geldi, seçimin ötesinde oluşum, stratejik bir hamle olarak değerlendiriliyor. Bahsettiğiniz sistemsel sorunlar içerisinde ve yine konuştuğumuz devrimci düşünce ve değerleri de gözettiğimizde, bu ittifakın toplum için nasıl bir önemi ve zorunluluğu bulunuyor? 
 
Bu hayatın getirdiği, yaşamın dayattığı bir şey. Türkiye’de yaşadığımız zorlukların, ihanetlerin ve Türkiye halklarına yapılan zulme karşı bir çözümdür. Gerçek demokrasi değerlerini biz koruyabileceğiz. Böyle bir açılımın emarelerini hep veriyorduk. Şimdi hayat dayattı. Solda bir açılımın işaretidir ve bir ihtiyacı karşılayacak. Burjuva demokrasisinin ihya edilmesi, ayağa kaldırılması için değil sınıf esaslı bir kavganın, devrimci bir dönüşümün gerektirdiği bir harekettir. Zorunlu, gerekli ve başarılı buluyorum. Bu adımı atan dostları ve yoldaşları canı gönülden kutluyorum. 
 
Bu noktada, cezaevinde olan bütün arkadaşlarımıza, dostlarımıza selam ve saygıları göndermeliyiz. Onların da katkılarıyla bu hareket gelişerek, devam edecek.
 
Son olarak, anmalarla yetinmeyelim, gerçek adımları atalım…

Öne Çıkanlar