Yeni dönemin liderleri: Demirtaş, İmamoğlu, Babacan

Yeni dönemin liderleri: Demirtaş, İmamoğlu, Babacan
İşler iyi gidiyorken yaptığınız her şey, 'hoş ve kabul edilebilir', hatta desteklenebilir görünüyorken, işlerin ters gittiği bir durumda aynı tarz tersliğin sorumlusu olarak da görünür.

Kemal BOZKURT


Farklı ekollerden olsa da siyasette ortaya çıkmış olan üç ayrı kişi; Demirtaş, İmamoğlu ve Babacan. Öyle sanıyorum ki geleneksel politikacıların yaptığı; hitap ettiklerini de, rakip gördüklerini de çoğu zaman bağırarak, korkutmaya çalışarak hakimiyet sağlamaya çalışan konuşma biçimlerinin tam tersine, bu anlayıştan uzakta durarak ortaya çıkmış bu üç kişi. Elbette kürsüye ve sözlerine hakim değiller demek istemiyorum. Onların ki gelenekselin dışında görünen bir etkileme türü. Gerçi farklı siyasi ekollerden konuştuklarım ‘’İyi ama insanlar hâlâ güçlü lider, masaya vurduğunda sallayan lider istiyor’’ diyor olsalar da cevabım; işler iyi gidiyorken insanlar kendisini güçlü olanla özdeşleştirebilir ancak ya işler kötüye gittiğinde..? Evinize ekmek götürebilirken, işiniz gücünüz yerindeyken liderin güçlü olması ile özdeşlik kurulabileceği, onun güçlü olması ile bu ‘zenginliğin’ sağlandığı da düşünülebilir ancak şimdilerde olduğu gibi işsizliğin arttığı, huzursuzluğun havada aslılı duran toz zerreleri gibi gözle görüldüğü bir dönemde liderin güçlü olması sizin değil sadece onun güçlü olması anlamına gelir. Bu güçlülük hali çekici değil pekala itici de olabilir.

 

Pandemi sürecinde iktidarın bir arada durdurulan işçilerden nasıl da uzakta durduğu bunun en temel göstergesiydi mesela. 'Hayat eve sığar!' denilirken koca iş alanında küçücük bir alana sığdırılan, birbirlerine yakın durdurulan işçilerin iktidara uzaklıkları başka nasıl izah edilebilirdi? Sağlıklı yaşam herkes için değildi işte...

 

İnsanları boğan koca koca hamasi cümleleri sarfetmeyen ‘küçük’ hayatlarımızda ‘küçük küçük’ konuşup ama kendi yollarında da bir o kadar kararlı görünüyorlar. Evet biliyorum ve hepsini aynı kefeye koymadığım gibi aynı yolda olduklarını da elbette söylemiyorum. Kendi ekollerinin farklılığına rağmen benzerlikleri anlatmaya çalıştığımın anlaşılmasını umuyorum. Demirtaş ve İmamoğlu’ndan ayrı bir tek Babacan hakkında yeterli fikre sahip olmadığımı da söylemeliyim. Biliyorsunuz, Demirtaş hapiste ve çok zorlu yollardan geçerek olgunlaştı. O acıların kederlerin ve zorlu yolculuğun içinde sözlerine ve kürsüye hakim oldu. İmamoğlu da bir çok hamasi söylemcinin aksine sakin ve agresifleşmeden ama aynı oranda da kararlı olarak 31 Mart gibi zor ve kritik bir süreci başarıyla geçti. Babacan ise hep kendinden daha büyük bir hakimiyet alanının içinde yolunu sürdürdü şu ana kadar. Şimdi 'bir başına partisiyle' ne yapar bilemiyorum ama bu bilinmezlikleri iktidarların hiç sevmediğini de biliyorum.

 

Bu süreçler bize güçlü olmanın bağırıp, çağırmadan da sakin ve tutarlı konuşarak pekala mümkün olduğunu gösterdi, daha doğrusu bildiğimizi hatırlattı. Güç başka bir yerde! Güç halkın kendi içinde!

 

Mesela Muharrem İnce gibi hamasi konuşan ama kritik aşamada ‘’adam kazandı’’ diye geri çekilen bir siyaset tarzı sadece onun için değil halk yoksullaştıkça Erdoğan için de bitmeye yüz tutmuş görünüyor. Sıcağı sıcağına hissedilmeyen bu durum gün geçtikçe daha da net anlaşılıyor. Daha doğrusu onlar için bitmese de halklar için öyle görünüyor. Halk zorluklar yaşarken, konuşmakta, yaşamakta zorlanırken onların üst perdeden konuşması ise halkla aralarındaki bağı daha da koparıyor. Tam olarak şöyle ifade etmeliyim sanırım: çoğunluk için işler iyi gidiyorken yaptığınız her şey, 'hoş ve kabul edilebilir', hatta desteklenebilir görünüyorken, işlerin ters gittiği bir durumda aynı tarz tersliğin sorumlusu olarak da görünür. Başarılı olanların her davranışında bir hikmet aranırken, başarısızların her doğrusu bile yanlış sayılabilir. Başarılı olursanız; ne yaparsanız yapın, ‘Başarılı olduğuna göre doğru yapıyor’ diye ele alınırken, başarısızsanız ne yapsanız da yanlış sayılırsınız demek istiyorum. Böylece doğru olanı başarısız kılmanın yolları nelerdir üzerine kafa yorulduğu bir dönemin içinde yaşıyoruz uzun zamandır. Doğru olan diyaloğun, birbirini duymanın ortadan kaldırılmaya çalışılması bunlardan biri sadece. İşte şimdi bu koşullarda yüksek ve kibirli konuşmalar insanları çekmiyor, umuda da sevketmiyor; aksine uzaklaştırıyor. 2019 Aralık ayında yayınlanan ve birazdan bahsedeceğim Piar anketinin çarpıcı sonuçlarından biri olan, ekonominin kısa vadede düzeleceğine inanıyor musunuz sorusuna yüzde 60’ın hayır cevabı vermesi bu durumu ifade ediyor. Artık yüksek tondan bağırıp çağırmak değil, sakin ve kararlı bir şekilde halkı duymak zorunda olmanın dönemi geliyor gibi. Birinci ve ikinci kibir dönemi bitmeye yüz tutmuş görünüyor. Şili’de başlayan ve bütün dünyaya yayılan kadınların danslı performansını öylesine bir şey diye geçiştirmemek, bunun sadece Türkiye değil dünyada da başladığının sembollerinden biri olarak düşünmek gerekiyor. İnsanlar liderlere bakmıyor kendi ihtiyaçlarına ( Eşitlik, Özgürlük, İş) bakıyor. İktidarlar sadece gizli, özel ve basına çoğu zaman kapalı toplantılarda ve kapalı salonlarda buluşabiliyorken halkların kısa sürede açık ve meydanlarda buluştuğu bir durum bu. Sakin ve güçlü… 

 

Bağırmanın, bazen güçsüzlüğü örtmek için yapıldığını anlıyoruz. 

 

Buradan yola çıkarak o halde, Erdoğan tarzını değiştirse yine eskisi gibi olur mu diye düşünemeyiz. Halk bu tür taktik değişikliklerini sevmez diye genelleme riskini bilerek konuşacağım. Halklar birini nasıl tanıdıysa ve kabul ettiyse öyle bilir, ki Erdoğan değişme hakkını Milli Görüş gömleğini çıkardık diyerek ilk döneminde zaten kullanmıştı. Neyse, yaşları birbirine yakın üç ayrı genç lider de konuşulabilir, dinleyebilir ve en önemlisi ulaşılabilir duruyor. İktidarın öğretmen zannettiği gazeteciye dahi nasıl oturup kalkacağını bildirdiği bir yerde bunun ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Elbette bu üç insan kendiliğinden ortaya çıkmış değil. Toplum kendi ihtiyaçları ne ise kendi siyasi görüşüne göre onun öznesini de bir şekilde ortaya çıkarıyor. Belki bu günlerde çok söylenen, genel geçer olan ama benim de bir o kadar hoşlanmadığım ‘Herkes layık olduğu gibi yönetilir’ önermesinin az da olsa gerçeklik payı olabilir mi? Yani toplum kendi layığını seçerse kendine layık olarak kimi görüyorsa ona yöneliyorsa ondan vazgeçebilir de, değil mi? Eğer komplocu düşünmeyeceksek eski olanlar da böyle ortaya çıktı diyebilir miyiz? Bahsettiğim üç kişinin kendi kişisel yeteneklerini de gözardı edecek değilim. Ancak siyasette yetenekli olsanız da toplum size dönüp bakmadığı sürece bir anlamı yok. Zaten siyaset toplum size dönüp baksın diye yapılır. Bakıldığınız oranda da etkili olursunuz. Etkili olduğunuz kadar başınıza iş gelmesi de muhtemeldir. (Bu bölümlerde içimden Demirtaş'ın geçtiğini söylemeli miyim?) Ancak önemli gördüğüm bir şeyi yazıyı iyice ağdalaştırması pahasına yazmak zorunda hissediyorum kendimi. O da mağduriyet meselesi. Mağdur olunca seçilirsiniz efsanesi. Toplum bir şeye karar verdiğinde, hapse girdiğiniz için, mağdur olduğunuz için seçilir değilsiniz. Toplum karar vermişse, hapse atılsanız da, mağdur olup olmamanızdan ayrı olarak bu kararlılık daha da artar demek istiyorum. Yoksa her hapse giren giren siyasetçi seçilmez. Seçilmişleri biliyoruz ama seçilmediği için bilmediğimiz hapse atılmış siyasetçi dolu ortalık bir yandan da.

 

Artık ikitdarın nefsi kavgacı dilinden iyice boğulduğumuz bu sıralarda, günlük hayatın karmaşası, komplikasyonları içerisinde her şeyin çok da basit olmadığını biliyoruz. İktidarın bu karmaşayı ve dolayısıyla yaşamlarımızı yok sayarak İskenderin kılıcı gibi her şeyi keserek ilerlediği bir yerde sorunlarımız çözülmüş olmuyor ama kesilmiş oluyor. Kesilen sorunlarımız böylece binlerce parça olarak hayatlarımızın ortasında duruyor. İktidar siyasetinin bu dümdüzlüğü içerisinde onlar meseleleri basit gördükçe halklar olarak komplikeleşiyoruz. Dünyada tüm ürünlerde indirim yapılan bir cuma gününün, 'yeterince alışveriş olmaz' diye bir haftaya kadar uzatıldığı Türkiye'de; bir dijital platformun en çok satılan ürünün çocuk bezi olduğunu açıkladığı zamanlardayız nihayet.

 

Bu kadar zor bir dönemin, hamasetin son yıllarımızı iyice belirlediği bir dönemde hamaset dışında konuşan üç ayrı kişinin de ortaya çıkması ne acayip değil mi? Aralık 2019'da yayınlanan Piar’ın cumhurbaşkanlığı seçimi anketi bu açıdan durumu belirginleştiriyor. Bugün bir seçim olsa Erdoğan 39,7 iken İmamoğlu 44.5 olarak çıkmış. 31 Mart öncesi İmamoğlu için ''kim ki o!'' diyenlerin bir daha alay edemeyeceği kadar sarsıcı bir anketti bu. İmamoğlu’nun aday olarak meydanlara inmediği bir durumda bile bu oluyorken, bir de aday olarak konuştuğu durumu düşünsenize. Demirtaş’ın hapishanede değil de meydanlarda konuşabildiği bir seçimlere katıldığını düşünsenize? İmamoğlu’nun bu kadar önde çıkması elbette garip değil.  İnsanların ne yapacağını bildikleri birisinden ziyade artık ''ne yapacağını bilmediklerine'' yönelmeleri garip mi? Belli ki yapılanlardan o kadar hoşnut değiller ki İmamoğlu ne yapsa da bundan daha kötü olmaz diye düşünüyorlar. Halkların içgüdülerini hafife almamalı. Onun daha iyi olabileceğini hissediyor olabilirler mi? Hislerin ne önemi var diye siyasetin dışına atmamak gerek. Öyle olmasa İBB sonrasında Erdoğan da  asla seçilemezdi değil mi? Öyle olmasa asla yeni bir parti, liderler de ortaya çıkamazdı. Zaten sarsıcı olan; ne kadar güçlü olursanız olun her şeye rağmen toplumun mutlaka yeni ve kendi liderlerini çıkarması. Kim hangi planı yapıyor olsa da halkın da kendi planı var ve gerçekten de o bir şekilde birbiriyle anlaşıp ona doğru yönelebiliyor. Burada iktidarın tüm medya gruplarına sahip olması da durumu değiştiremiyor. Halklar kendi liderlerini çıkaramazsa geçmişe bakıp durur ama bu zorlu koşullar söylenenin aksine yeni insanların ortaya çıkmasının da zeminini sağlıyor aslında. Objektif olarak Erdoğan da o zorlu koşullarda oraya çıkmıştı. Zor, baskı toplumu bir dönem kontrol etmiş gibi görünse de bir dönem sonra o zorluğun içerisinde kendince mücadele etmeyi öğrenmiş öznelerini de ortaya çıkarıyor. Yani Erdoğan zorlu koşullardan çıkan birisi olarak ve şimdi zorlu koşulları yaratarak yeni liderlerin ortaya çıkmasını da sağlıyor, tıpkı kendisinden önceki dönemin ona sağladığı gibi. Bu özneler belirginleşmediğinde ise toplum şöyle söylüyor ‘Seçecek kim var ki?’ Bunu geçen yıllarda ne çok duyduk değil mi? Ancak ‘’Oy verecek kim var ki!’’ dendiğinde ‘aslında birileri olsa dönüp ona bakarım’ı da  içeriyor bu söz. İşte bir dönem sıkça duyduğumuz ‘kim var ki?’ sözü artık toplum tarafından kendi yeni öznelerini de ortaya çıkarmış bulunuyor şimdilerde. Şimdi şöyle diyor halklar ' Ne çok lider var''

 

AKP seçmeni olan tanıdıklarıma sorduğumda, Babacan’ı Erdoğan kadar etkili bulmuyorlar, ancak garip bir şekilde karşısında da durmuyorlar. Siyasette en büyük engeli böylece aşmış oluyor Babacan. ‘’Karşımda durmuyorlar o halde yanıma geçmelerini sağlayabilirim?’’ Babacan ve Erdoğan son kez görüştüğünde onu ikna edeceği beklentisi oluşmuştu. Ancak bir kez daha anlaşıldı ki, sakin konuşmak sizi zayıf değil daha güçlü de kılabiliyor. Bu beklenti aynı gün bitti. Babacan böylece başka tür bir güçlülüğün olabileceğini anlatmış oldu eski partisinin sürekli bağırarak konuşanlarına.

 

Zorlu koşullarla mücadelesini sürdürenler toplumun içinden çıktıkları gibi onlar da toplumu belirliyorlar diye tamamlamalıyım cümleyi sanırım. Ne yazık ki toplum başarısız olanla değil başarılı olanla özdeşlemek ister. Ama eninde sonunda mırıldanarak söylense de Galileo kazanır, o ayrı…

 

Bahsettiğim 3 genç lideri herhangi bir esnaf lokantasında görsek poz verdiklerini değil de gerçekten öyle olduklarını düşünebiliriz (Aslında Babacan’ı bilmiyorum, nihayet o tartışmasız burjuvazinin temsilcisi!) Ancak bu durum iktidar açısından öyle değil. Poz olduğuna inanmamız gerektiğini ‘İtibardan tasarruf olmaz!’ diyerek kendi söylemiş oldu çoktan. Bizi bazen batıdaki başbakanların bisikletle işine giderken ya da döktüğü kahveyi eline paspas alıp temizlerken izlediğimizde sarsan şey de burada gizli. Yaptıklarının poz değil gerçekten öyle olduklarını hissediyoruz çünkü. (Batıda da yolsuzluk yok mu, emperyalist değiller mi tartışmasını ayrıca yapmak gerekir elbette)

 

Erdoğan İBB’de görevden alınıp neden sonra Başbakan seçildiğinde 40lı yaşlardaydı. Şimdi kendine yaratılan gibi bizatihi kendisinin yarattığı zorlu koşullardaki bu üç isimde benzer yaşlarda. AKP kuruluşu ve öncesinde nasıl yollardan geçtiyse, bugünlerin o günlerden daha ağır olduğunun yazıldığı şimdilerde birbirinden farklı ama yetenekli liderlerin çoktan yetiştiğini söylesem abartı olmaz sanırım. Hoş, liderler de zaten durduk yere değil o zor anda ortaya çıkarak lider olurlar değil mi?

Neyse bitiriyorum;

Sene başında Irishman üzerine çok konuşulurken, o sıralarda Dolemite is my name filmini de seyrettim. İlk olarak Irishman’i seyrederken 60 ve 70lerin ABD’sinde siyahlar nerede, filmde hiç görünmüyor diye düşünürken Martin Luther King aklıma geldi. Nikson ve Kennedy’nin konuşulduğu filmde onun adı dahi hiç geçmedi. Neden sonra Dolemite is my name ile birlikte siyahların o zor mücadeleyi sürdürürken kendileriyle dahi alay eden (Cinsiyetçi konuşmalar, filmin görsel, sinematografik eleştirileri bu yazının konusu değil) pür haliyle nasıl ortaya çıktığını anladım. Esas meseleleri, ortaya çıkmaktı anlaşılan… Irishman'de biz sadece güçlü olanlara baktırılırken tam o yılllarda siyahlar sadece bir film çekebilmek, sözlerini söylemek için dahi sessizce mücadele yürütüyorlardı. Hiç bir siyahın ''benim dedelerim, anneannlerim köle değildi'' diyemediği bir ülkede siyahların nasıl da var olduğunu artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Nasıl da ortaya çıktılar ama... Kimsenin siyahlara bir ihtimal dahi vermediği, filmlerde bir figüran olarak bile zor göründüğü, (Dolemite is My Name’in yönetmeni bu figüranlığı ile ‘hava atarak’ yönetmen oluyor) beş kuruş paraları olmadan zar zor film çektikleri bir dönemden sonra siyahların ABD’nin kültür, siyaset, sporunun neresinde olduğunu söyleme gerek var mı? Rap’in ilk cümlelerinin söylendiği iddia edilen bu filmden biraz da daha bahsetmeli miyim?

 

 

Öne Çıkanlar