Yine seninle geldi hayat

O terk edilmiş hayat, o çok susamış hâliyle geldi…

Bu şiiri yazdığın ve bana böylesi derin duygular beslediğin hâlde, sana karşı hemen kabuğuna gizlenen, yüreği ayazda, sevme yeteneksizi biri gibi davrandım… Hatta tedirginliğimi ve ürkekliğimi bana bu denli yoğun hissettirdiğin için sana gizliden gizliye öfke duyduğum anlar bile oldu… Sebebi belliydi: Yoğun bir sevda karşısında hemen yazılarına, öykülerine gizlenen bu sevgi yeteneksizini, bu ürkek, bu ayazda yüreği, nasıl bu denli gözü pek ve koşulsuz duygularla sevdiğini söyleyebilirdin ki?..

Görmüyor muydun hâlimi, hissetmiyor muydun, beni kendimle bir türlü örtüştürmeyen bu derin boşluğumu? Bu yüzden, her gün defalarca lanetler yağdırdığım ve başkalarından neredeyse utançla sakladığım bu sevgi yeteneksizini, nasıl böylesine koşulsuz sevebilirdin ki? Beni sevmekte ısrar ederek, bana verdiğin acı ve tedirginliğin hiç mi farkında değildin?

Üstelik bütün korku ve kaygılarıma aldırmaman, hatta bütün bunlardan sevgine ve varlığıma ilişkin gizli ve farklı duyarlık payları çıkarttığını ileri sürmen, ayazdaki yüreğimi haklı görmemi engelliyor, o zaman, kendime bütünüyle kapanamıyordum. O zaman, içimde bir yer hep sana doğru kanıyordu… Ve bu kanayış beni saklandığım yerden yukarıya, hayatın her anına, olup biten her şeye duyarlı olmaya; ne görüyorsam, aşkın o bambaşka ışığı altında görüp, herkesin her şeyle ilişkisi olduğunu hissederek anında tepki vermeye çağırıyordu…

Birisine araba mı çarptı, hemen o yaralıyı kucaklayıp hastaneye götürmeye; birisi birisine vurmaya mı kalktı, hemen ayırmaya; başı derttekilere yardımcı olmaya; karşı apartmandaki gözleri görmeyen adama roman okumaya; yan dairede çocuklarının terk edip gittiği hasta ve yaşlı kadının kapısını çalıp bir ihtiyacı olup olmadığını sormaya koşuyordu…

Oysa bilirsin sen, her gün böyle şeyleri defalarca düşünsem de bir türlü yapamam… Gördüklerim bana çok acı verse de müdahale edemem… Bilirsin, ben sadece önümde, çevremde olup biten şeylere maruz kalırım.

Dayak yiyen adamın, yerlerde tekmelenirken, yüzünü elleriyle kollarıyla korumasına; bıçaklanan bir kadının, "Yandım, anam!" diye bağırışına; yaralıların yardımına koşan insanların telaşlı ve çocuksu sevecenliğine; yatalak kadının, kendisini ziyaret edenlere bakarken, yüzünde beliren o sevinçli hüzne; mahkemede verilen ifadelere değil de ifade veren insanların, sanki o an başka bir gezegenden düşmüşçesine yüzlerinde beliren o yabancı, o ürkek ifadelerine; tam o esnada, orada yaşanan bütün o korkulu ve gizemli gerginliklerden uzakta, bir köşede mışıl mışıl uyuklayan bir kedinin huzuruna; güneşin, mahkeme odasının camlarındaki, sanki bütün bunların çok eski çağlardan birinde yaşandığını hissettiren o tozlu ve büyülü kırılmalarına…

Kendisine iyi kalpli biri tarafından roman okunan kör adamın, romanın dünyasında kaybolurken, kalbinden geçen o hasret titreyişlerine maruz kalırım…

Çünkü en dalgın, en silik, en beceriksiz tanığıyımdır, önümden hızla gelip geçen bu hayatın… Sadece kimsenin fark etmeye gerek görmediği ayrıntıları, belleğimin gizli bir köşesine kaydeder dururum. Sonra ruhumun mağarasına çekilirim; orada tarihlerinden ve yurtlarından kopan yüzleri, sesleri, kanayışları, acemilikleri, dikkate değer görülmeyen incelik ve ayrıntıları, çözümsüz gibi görünen çelişkileri, büyülü ışığında birleştirip aydınlatan o gümüş yağmurlarını seyrederim…

Başka bir zamana geçer ve susup gizli bir saygıyla seyrederim içimdeki bu anı… Gümüş yağmurlarının başka bir zamanın parmakları arasından sızmasını, susup seyrederim… Çünkü o anda, gümüş yağmurları sızarken, bütün ayrıntıları, bütün gizleriyle aydınlanan bu hayat, önümden usulca geçer… Ben ona dokunamadan geçer… Ona duyduğum hasret içimde kanarken, o önümden gelip geçer…

Sonunda yaralılar iyileşip kalkar; hapishaneler dolar boşalır; çocuklar, düşe kalka büyür; kör adam artık evine kimseler uğramayınca, kendisi roman yazmaya başlar; yaşlı ve hasta kadınlar, sevgisizlikten ölür…

Beni hep koşulsuz seveceğini ve bana ömrü boyunca bağlı kalacağını söyleyen sen bile sonunda bu sevgiden yorulur ve onu artık bir başka adama, sevgini, onun o uzak şehrine götürmeye karar verirsin… Yıllardır yüreğinde taşıdığın sevgi, büyüttüğün hayaller, seni artık bitkin düşürmüştür… Artık kararlısındır, sana acı veren geçmişi düşünmeye, biraz olsun ara vereceksindir… Bunu içinden geçirdiğin anda, derin, meleksi bir uykuya dalacak ve otobüsün camına yaslayacaksın, o kutsal başını… Seni görürüm buradan, otobüsün camına dayadığın başının sayıklar gibi titreyişini görürüm… Ağzının kenarından sızan o gümüşsü suda görürüm, kaderimi, ömrümü… Öylesine bitkin ve öylesine yorgun düşmüşsün ki sevmekten, biraz uyuyup dinlen diye elimi, o kutsal başınla otobüsün camı arasına usulca yerleştiririm… Sonra ağzının kenarından sızan o gümüşsü suyu, dudaklarımla silerim… Gözlerim yanar, sana duyduğum sevgiden… Benim gibi bir insanı onca yıl sevebildiğin, varlığına ve bana bu duyguları hissettirdiğin için sana sonsuz bir bağlılık ve minnet duyarım o an…

Şimdi, bindiğin otobüsle yaşadığım şehirden uzaklaştıkça, içimde giderek daha çok büyüyorsun… Kaygı ve unutuşlarla sislenmiş yüzün, içimdeki gizli derinliklerden usulca çıkıp aydınlanmaya başlıyor… Artık biliyorsun, bu yüz, beni bırakıp gittiğin mağaramın en hüzünlü, en kanayan aydınlığı olacak… İşte o zaman anlarım, otobüsün benden uzaklaşırken, yüzün bana gittikçe yaklaşmaktadır… Bu yüzden artık seninle her yere gider, seninle bütün sevgileri, özlemleri, acıları, yolculukları yaşarım…

Seninle severim, senin bakışınla katılırım hayata, senin gözlerinden çıkarım dışarı, senin gözlerinden

dönerim yine mağarama ama sen yine o savunmasız hâlinle yaşamaya ve yolculuklarına devam edersin…

Çünkü sen, benim gibi hayatı seyretmez, hemen anında tepki verirsin, gördüklerine… Sen benim gibi bir mağarada değil, alabildiğine açık ve savunmasız yaşarsın…

Şimdi sen benden uzaklaştıkça, giderek, ben, sen oluyorum… Sen giderken, ruhun bana akıyor… Bu yüzden, kavgaları anında ayırıyor, yaralıları hemen hastaneye taşıyor, savunmasız insanların yanına katılıp onları yok etmek isteyenlere karşı savaşıyor, yaşlı ve hasta kadınların kapılarını çalıyor, kimsesizlerin elinden tutuyor, mahkemelerde haklı olduğu hâlde zor durumda kalmış, kendini savunamayan insanların savunmasını üstleniyor, gözleri görmeyen adamların bir başlarına yazmaya çalıştığı romanları düzeltiyor, onları bu konuda yüreklendiriyorum…

Sonra yine mağarama dönüp seni düşünmeye, seni özlemeye başlıyorum… Seni, çekildiğim mağaramdan daha iyi görüyor ve daha iyi anlıyorum… Hatta zaman zaman, garip, anlaşılmaz bir boşluğa düşüp, "Sevgilerde yetmeyen bir şeyler var, sanki şu bulutun arkasında varlığıma giden gizli bir kapı, şu sisin ardında bana beni anlatan bir cümle, söz var ama göremiyorum o kapıyı, ne kadar istesem de dağıtamıyorum o sisi," dediğin zamanlarda, sana göremediğin o kapının ardını gösterip, o sisi aralayıp, duyamadığın o sözü kulağına usulca fısıldadığımda, gözlerin birdenbire sevinçle ışıldadığında, ruhumun mağarasından sızan gümüş yağmurlarını seyrettiğim anlardaki gibi, içimin daha bir aydınlandığını hissediyorum…

İşte en çok bu yüzden, ne kadar uzağa gidersen git, sen beni biliyor ve bağışlıyorsundur… O kapıların arkasındaki yolları, o sislerin ardındaki gizli sözleri, ancak mağarama çekildiğimde görüp anlayabildiğimi hissediyorsundur… Sen beni bıraktığın mağaramda, sıradan telaşların arasında kaybolup giden aşkların yüzlerini ve duygu hâllerini, bu gümüş yağmurun ışığı altında buluşturup birleştirdiğimi biliyorsundur…

Seni bir başka sevgiliye götüren otobüsün camına yasladığın başını nasıl derin bir sevgiyle koruduğumu, başınla otobüsün camı arasına usulca yerleştirdiğim elimi hiç çekmeyeceğimi, seni hiçbir zaman unutamayacağımı çok iyi biliyorsundur… Sen beni bırakıp başkasına giderken, ruhunu bana akıttığını ve benim hayata artık senin gözlerinden baktığımı, bu yüzden yaşamam için sana ne kadar mecbur olduğumu biliyor, çok iyi biliyorsundur…

Ve gecelerden birinde mağarama çekilip seni düşündüğümde, gümüş yağmurlarının aydınlattığı kâğıdıma, sana şu dizeleri yazdığımı, daha yazmadan biliyorsundur:

Kimsesizim benim,

yine seninle geldi hayat…

O terk edilmiş hayat,

o çok susamış hâliyle geldi…

O öksüz gözleriyle,

o hastalıklı midesiyle geldi…

Ölürken hayata tapan

o yaşama sevinciyle geldi…

Kimsesizim benim,

yine seninle geldi hayat…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi