Zarfını ben açardım sana yazdığım mektupların

Akşamüzeri Bodrum Gümüşlük’teydik. Manzara ona duyduğum aşk gibi mükemmeldi. Küçücük bir koy, koca bir Akdeniz’i sarıp sarmalamış içine almıştı.

Hayatımın en çaresiz, en kötü günleriydi belki de…

Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Ailem askere gitmemi istiyordu. Oysa o zaman askerlik bana sadece acımasızlığı ve dehşeti çağrıştırıyordu. Heryerden ölüm haberleri geliyordu. Sürek avı çoktan başlamıştı. Hiçbir şeye bulaşmamış sıradan insanlar bile işkence tezgahından geçiriliyordu. Kan kokuyordu ülke. Ama yine de bugüne göre çok başkaydı herşey… Dokunduğum ve gördüğüm herşeyde bir tılsım vardı…

İçe kapanık ve yaralı bir çocuktum. Öylesine utangaç biriydim ki konuşurken yüzüm kızarırdı. Kendimden çok, ama çok utanırdım. Bu derin utanç yaşamak için enerji bırakmazdı bende. Gün bitmeden yorgun düşerdim.

Hep hayatımın anlamını sorgulardım. İnsanlara, hayata anlamlı birşeyler katmadığımı düşünür, kendimi herkesten ve herşeyden çok ölüme yakıştırırdım. ‘’ Bir imparatorluk kadar uzun olan’’ ilk gençliğimde tek sevgilim ölümdü…

Ölümden sonra en çok onu seviyordum. Hayatımda bir tek onun peşinden koştum. Sıkılır mıydı bilmiyorum, ama ne zaman çağırsam yanıma gelirdi. Bir keresinde benimle buluşmak için o yıllar sıkça gittiğimiz Kalamış’taki Köhne adlı iskele kahvesine üç kez düşerek gelmişti. O ise alkole sevdalıydı ve sıkça mide kanaması geçirirdi…

Utanırdı ona duyduğum sevgiden. Üzülürdü halime. O denli umutsuz olmasına rağmen beni korumak isterdi.

Yaz başıydı. Birlikte sinemaya gitmiştik. Evden çıkmak için istemiyordu. Filmi çok sevmişti. O zaman yazlık sinemalar vardı. Sokaklar hala hanımeli kokuyordu. Saatlerce yürüdük o gece. Ben o hep ölüm yıkımından bahsettim. O ise bana hep yıldızları anlatıyordu. Hayatın şaşırtıcı güzelliklerini. Bu hayatta sadece ölümün olmadığını, güzellikleri de görmemiz gerektiğini söylüyordu… Bir kaldırımın kenarına oturduk. Bir ara o hüzün yeşili gözleriyle yüzüme kaygı dolu bir sevecenlikle baktı: İyi değilsin sen, istersen Bodrum’a, Gümüşlük’e gel. Ben iki gün sonra gidiyorum. Orada bizim bir pansiyon var. Daha doğrusu eşimin ve arkadaşlarının işlettiği bir pansiyon. Para vermezsin. Biraz dinlen. İhtiyacın var buna, dedi…

Hayatımın en sefil günleriydi. İşsizdim, parasızdım. Ölümü özlüyordum. Ama yine de başkaydı herşey. Umut vardı havada… Mevsimler insanların kanına girebiliyordu henüz. Ve ben, kimsenin farketmediği, dahası hiç ciddiye almadığı ben, dünyanın ilk ve son aşkını yaşamaya çoktan hazırdım…

Ama bir sorun vardı. Bodrum’a nasıl gidecektim? Cebimde değil yol parası, kimi günler çay içecek param bile olmuyordu. Evden para istemek ağrıma gidiyordu. Hoş, onların da durumu pek parlak değildi. Hızla yoksullaşıyorduk…

Durumu çok yakın bir arkadaşıma açtım. Bedava kalacağımız pansiyonu duyunca onun da aklına yattı. Yol paramı o çekecekti. Gerisi kolaydı. Aç kalmaya alışıktım. Yeter ki ona ulaşayım, herşey kabulümdü…

O yolculuğu hiç unutamam. Aç ve susuz geçen 13.14 saat. Gözümü kırpmadım bir an bile. Kilometreleri saydım sayıklar gibi…

Gökyüzüne bakıyordum durmaksızın. İçim kamaşıyordu. Dokunduğum ve gördüğüm heryerde içimden dışarı taşan bir tılsım, gizemli, kutsal bir ışık vardı. Sanki dünya bu ışıkla aydınlanıyordu. Dünyanın en zavallı, en kimsesiz insanıydım o sıralar ama, evli bir kadına duyduğum aşkla aydınlanıyordu sanki bu hayat, ben o zamanlar böyle hissediyordum…

Hiç umursamıyordum acınası halimi, ama hiç. Üzerimde eski bir kadife pantolon vardı. Zavallı ayaklarım Sümerbank’tan aldığım kışlık ayakkabılarımın ve kalitesiz naylon çorapların içinden sıcaktan inim inim inliyordu, ama kimin umurundaydı bu.

Yıllardır kullandığım rengi atmış solgun mayolarımı ve evden gizlice aşırdığım yüz havlularımı içine alelacele tıkıştırdığım naylon poşetimle ona gidiyordum işte. Ve inanın cebimde beş kuruşum yoktu. Yanımdaki arkadaşımın insafına kalmıştım. Ama dedim ya, kimin umurundaydı. Masumdum, seviyordum ve o zaman dünya yine de bambaşkaydı… Havada, ışıklarda, gördüğüm ve dokunduğum heryerde garip bir tılsım vardı…

Akşamüzeri Bodrum Gümüşlük’teydik. Manzara ona duyduğum aşk gibi mükemmeldi. Küçücük bir koy, koca bir Akdeniz’i sarıp sarmalamış içine almıştı. Nereye baksanız içinize ürpertici bir sonsuzluk damlıyordu. Güneşin sevgisiyle bağışlanmış ve özünü aşktan alan bir sonsuzluktu bu… Ağladım evet… Bana bu sonsuzluğu hediye eden ve dokunduğum heryerde bana sırlarını açan bu aşk için ağladım…

Denizden hiç gözlerimi ayırmadan pansiyonun bahçesindeki masalardan birine saygıyla oturdum. Sakallı, uzun saçlı, küpeli gençten biri geldi. Ne içersiniz? Diye sordu. Ondan başka hiçbir şey istemiyordum o an. Nilgün dedim, Nilgün Marmara burada mı, beni bekliyordu da… Çok sıradan, ama yine de profesyonel bir kibarlıkla şunu söyledi: Nilgün hanım bir iki saat önce buradan ayrıldı, İstanbul’a döndü!...

İşte hepsi buydu…

Ben hemen o anda çok eski bir alışkanlıkla asıl sevgilime, ölüme döndüm birden… Çünkü ölüm hiç aldatmayan ve sonsuz şefkatli bir anneydi. Ölüm hayattan daha netti, orada böyle derin düşkırıklıkları yoktu…

O masada ne kadar hareketsiz kaldığımı hatırlamıyorum. Sonra önüme adamın teki bir zarf bıraktı. Baktım üzerinde ben el yazım var. Başımı kaldırdım. Bu Nilgün’ün kocasıydı. Çarşıya inmiş. Erzak almış. Sonra da postaneye uğramış. O Gümüşlük akşamında bu zarftan, içinde ona yazdığım aşk şiirinden başka kimsem yoktu. Açtım okudum. Sanki o bana yazmış gibi, sanki o bana aşkını ilan etmiş gibi, ellerim titreye titreye okudum yazdığım şiiri. Ve o an dize düştü gönlüme ve uzun yıllar nereye gidersem gişeyim tekrarladım bunu kendime: Zarfını ben açardım, sana yazdığım mektupların…

Sonra hava iyiden iyi karardı. Gece oldu. Bodrum’dan yatlarla şairler, yazarlar ve onları seven insanlar geldi pansiyona. Pansiyonda o sıralar şair Ece Ayhan’da kalıyordu. Sofranın en başında o oturuyordu. Benim dışında herkes mutluydu halinden ve o geceden. Yukarı, odama çıktım. Yatağımda öylece kıvrıldım. Acıdan kaskatı kesilmiştim. Aşağıdan müzik kahkaha sesleri geliyordu. Arada edebiyat ve ençok şiir konuşuluyordu, ama ben başka bir yerdeydim artık… Nereye gitsem bir başka yeri özlemem belki de o zaman başlamıştı bende. Hiçbir yere kendimi ait hissetmemem, o derin, o iflah olmaz köksüzlüğüm o gece başlamıştı belki de…

Sabah uyandığımda yol paramı çeken arkadaşımın yüzü asıktı. Günaydın dedim, ama cevap vermedi. Neyin var? Diye sordum. Sen bilirsin, dedi. Galiba gece uykumdan uyandırmak istemiş beni, ben de yaşadığım acıdan olsa gerek, uykuyla uyanıklık arası biraz sert davranmıştım ona. Bozulmuş. Ama anlamıştım onu. İnsan bu hayatta neleri anlamıyor ki… Yol paramı çeken adamdı o. Misyonu büyüktü! Ama o şiir dolu geceden sonra bensiz de kalabilirdi o pansiyonda. Anlamıştım. Peki, dedim, peki Bodrum senin olsun, dönüş paramı ver, ben gidiyorum. Peki dedi hemen, hiç kal demedi, sanki bunu dememi bekliyordu… Öyle çok acı çekiyordum ki, çok koymadı böyle demesi… Oradan ayrılırken son kez bir daha baktım, Nilgün’le buluşacağımız pansiyona. Adı Sisifos’tu pansiyonun.Tıpkı efsanedeki gibi. Ben de ağır, çok ağır bir taşı, çok yüksek bir dağın en tepesine çıkartmaya çalışmış, ama o taş yine aşağıya, en aşağıya düşmüştü… Hayatımı boyunca hep böyle olacaktı. En tepeye çıkartıp, başardım dediğim anda, taş yine bana aldırmadan ve alay edercesine aşağıya yuvarlanacaktı… Aşk benim için hep bu efsane gibi olacaktı…

Cebimde sadece İstanbul’a dönüş param, üzerimde eski kadife bir pantolon, ayağımdaki kışlık ayakkabılarım, içinde solgun mayolarımı taşıdığım naylon poşetimle Bodrum sokaklarında yapayalnız ve derin bir hüzünle dolaşırken, yolda tesadüfen İstanbul’dan bir kız arkadaşıma rastladım. Bir barda çalışıyormuş. Gitme hemen, Bodrum’u birkaç gün daha yaşa. Barın üst katında bir yer var, orada kalırsın, dedi…

Öylesine kimsesizdim ki, her sıradan ilgi bile yolumdan döndürebilirdi beni… Her sıradan yakınlık ölüme duyduğum sevdayı unutturabilirdi bana… Aşk altında kaldığım tonlarca ağırlıktaki acımasız umut kayalarıydı zaten.

Aşk, hastalığı tedavisi olmayan bir hastalıktır ve çoğunlukla ayakta geçirilir. Ama içki, ama alkol, bu hastalığı geçirmese bile, hastanın tek isteğidir. Barda oturmuş arkadaşımı seyrediyordum. Bütün gece yüzlerce kadeh doldurdu gelenlere. Canım öyle çok içki içmek istiyordu ki, gelgelelim hiç param yoktu. Ve öylesine gururluydum ki, ikram edilmeden hiçbir şey kabul edemezdim…

Bardaki arkadaşım dahil, kimse de bu kadeh bizden, iç ve yıkımını kutla demiyordu… Sonra, bar kapandı. Bara bakan arkadaşım kendine bir şişe soğuk içki doldurdu, üzerini utangaç bir kağıtla örttü, hadi gel, biraz yürüyelim dedi. Halikarnas’a doğru yürüdük. Bodrum’da gece hiç bitmeyecek gibiydi… Aşklar, sevgiler, ilişkiler kör bir ten tutkusuyla, o hastalıklı şehvetle gölgelenmişti… Herkes karşısındakini görmeyecek kadar vurulmuştu kendine. Alkol seks ve kışkırtıcı dünya nimetleri ve o ‘’ paylaşılmamış zenginlik’’ ve bolluk insanları o karanlık, o gizemli göle doğru çağırıyordu hızla… Bense sadece susamıştım. Umutsuz aşk ve o utangaç, o zavallı karakterim beni çok, ama çok susuz bırakmıştı…

O zamanlar Zeki Müren hayattaydı. Ve sığındığımız kayalıklara onun kahkaha sesleri geliyordu. Muazzam bir mehtap vardı gökyüzünde. Ve Bodrum kopmuştu herşeyden. Vaatlerinin ötesine geçmişti. Ama susuzdum ben. Arkadaşım bana içkisinden bir yudum bile vermeden, herşeyi içip bitirmiş ve şişeyi herkes gibi kendine vurgun kayalıklarda kırmıştı. Sanki arkadaşlığa, dostluğa ve bunları çağrıştıran herşeyi kayalıklarda kırmıştı… İşte o an yemin ettim kendime, yemin ettim o zavallı geçmişime… Madem aşk yok, madem bu dünyada seven hep terkediliyor, madem bu dünyada saf insan soluksuz bırakılıyor, öyleyse çok, ama çok başka bir şekilde gelmeliyim buraya… Böyle söz verdim kendime. Verdiğim söze kendim güldüm. Yerim yoktu Bodrum’da. Gülünesi, zavallı genç bir aşıktım. Ve kimse eni fark etmemişti. Beni konuk eden arkadaşım bile farketmemişti.

Sokağın ışığında bir kez daha baktım o barın ismine. Hades’ ti adı. Mitolojideki anlamı cehenemin yedi kat dibiydi. Tıpkı hayatım gibi, tıpkı aşklarım gibi, Tıpkı umutlarım gibi… Sabaha karşı barın üst katındaki yer yatağında günler önce serilmiş ve sperm kalıntılarından sertleşmiş çarşafa uzanıp yatarken kendime verdiğim söze kendim yazıklanıyordum ençok…

Aradan tam onbeş yıl geçti. Onbeş yıl boyunca Bodrum’a ayak basmadım. Onbeş yıl sonra birileri beni aradı. Yana yakıla Bodrum’a gelip kitapevlerinde imza günü yapmamı istediler benden. Boğazım düğümlendi Bodrum adı geçince. Burnumda bir kan tadı hissettim. Ama belli etmedim. Biraz sustum, biraz yutkundum. Peki, dedim sonra. Bu defa uçakla gittim oraya. Cüzdanımda kredi kartları ve üzerimde yüklüce para vardı…

Hesap sormak için inmiştim oraya. Aklımda bir tek bu vardı. Ne tuhaftı, onca acıdan sonra hala yaşıyordum. Mükemmel bir karşılama yapıldı. Flaşlar yüzümü aydınlatıyor, televizyoncular beni kitaplarımı imzalarken görüntülemek için birbiriyle yarışıyorlardı… Önümde uzun bir okur kuyruğu vardı. Hayranlık ve sevecenlikle bakıyorlardı bana…

Ne tuhaftı, onbeş sene önce bir yudumunu içemediğim içkiler şimdi kadeh kadeh sunuluyordu bana… İnsanlar beni pansiyonlarında, otellerinde kalmam için olmadık diller döküyorlardı… Birçok resturantta benim için özel yer ayrılmıştı… Kartvizitlerini bırakıyordu birbirinden güzel kadınlar kitap imzaladığım masanın üzerine… Gecenin yarısı Bodrum’un en gözde diskosu olan Halikarnas Diskosu’ nun garsonları, güvenlik elemanları geldi yanıma… Onlar için Hevaldim ben. İnanılmaz seviyorlardı beni. Çoğu Diyarbakır’lıydı… Heval dediler, yerini ayırdık, sahneye en yakın masa. Bu akşam bizim davetlimizsin…

İmza günü bittikten sonra Halikarnas Disko’ya gittim. İnsanlar çılgınca dansediyorlardı. Bana ayrılmış ve göz kamaştıran yiyecekler, pahalı içkilerle donatılmış masayı gördüm uzaktan. Ama tam o an içime derin ve çok eski bir acı saplandı. Onbeş sene önce, eski kadife pantolonlu, kışlık ayakkabıları, içine solgun mayolarını sakladığı naylon poşetiyle dolaşan o kimsesiz, o çok kırgın, ama sevgi dolu çocuk geldi gözlerimin önüne… Bugün ne elde etmişsem hepsini, ama hepsini o aşk kırgını, o tedirgin ve o çok utangaç çocuğa borçluydum ben… O derin utançtan almıştım bugün yarattığım herşeyi…

Herkes beni beklerken, neredeyse koşarak çıktım diskodan. Ve bana ayrılmış otel odasına kapandım. Bir bira açtım. Odamın balkonuna çıktım. Yine dizginleri kopmuştu Bodrum’un… Aşklar, sevgiler, ilişkiler o kör ten tutkusunun, o hastalıklı şehvetin gölgesindeydi yine, hem de eskisinden daha çok… Herkes eskisinden daha çok kendisine vurgundu. Alkol, seks, kışkırtıcı dünya nimetleri ve o ‘’paylaşılmamış zenginlik’’ artık daha çok çekiyordu insanları o karanlık ve gizemli göle… Gökyüzüne baktım. Havada o garip tılsım yoktu. Bir zamanlar dokunduğum ve gördüğüm heryerde hissettiğim o tılsım kaybolmuştu dünyadan… Özünü aşktan alan o sonsuzluk ise yıllar önce ayrılmıştı aramızdan…

Sonra o sahte, o kışkırtıcı ışıklarla aydınlatılmış sokaklarına baktım Bodrum’un, o sokaklarda o eski kendimi aradım…

Tam onbeş yıl önceHades adındaki bir barın üst katında, sperm kalıntılarından kaskatı kesilmiş çarşaflara içimdeki derin sızıyla sarılıp yatarken kendime verdiğim sözü hatırladım… Ve önce kesik kesik, sonra uluyan bir köpek gibi ağladım… Anlamıştım…

Bir daha kimseyi öylesine derinden sevemeyecektim…

En çok buna ağladım…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi