Pelin Cengiz
Alakır'a şimdi sahip çıkılmayacaksa ne zaman?
Dünyanın neresine bakarsanız bakın, ekoloji mücadelesinin giderek zorlaştığını görüyorsunuz. Yeryüzünde sadece halkların değil, insan dışındaki tüm canlıların ve doğanın haklarını savunmak için mücadele eden, onları korumaya çalışan pek çok insan bugün dava, şiddet, ölüm tehditleri altında yaşamak zorunda bırakılıyor, hatta kimileri ölümle karşı karşıya kalıyor.
Global Witness'ın geçtiğimiz aylarda açıklanan raporuna göre, 2016 dünyada en fazla çevre aktivistinin öldürüldüğü yıl oldu. Daha çok Latin Amerika ülkelerinde olmak üzere 24 ülkede 200 aktivist yaşam alanlarını yok eden maden, baraj, yasadışı ağaçsızlaştırma ve endüstriyel tarım projelerine karşı seslerini yükselttikleri için katledildi. Yaşam alanını, deresini, ormanını, dağını, yaylasını koruma mücadelesi veren binlercesi de ciddi mağduriyetler, engellemeler, tehditler ve şantajlar altında direnişini sürdürmeye çalışıyor.
İşte Alakır Vadisi'nin ve Alakır Nehri'nin savunucuları da o binlerden sadece birkaçı. 2004 yılında İstanbul'dan Antalya Alakır Vadisi'ne göçerek, kendilerine doğayla iç içe yeni bir yaşam alanı kuran Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu'nun, ilk beş yıl toprakla, suyla ahenk içinde sakin geçti. Ancak, zaman içinde kendilerini Alakır'da yapılmak istenen HES'lere karşı mücadelenin içinde buldular.
2009'a gelindiğinde sınırlarla parsellenen vadinin taşının, toprağının, suyunun vadide yaşamayan birileri tarafından yine vadide yaşamayan birilerine 49 yıllığına 'kullanım hakkı' satılmaya başlandı. Alakır Vadisi, Antalya'nın Kumluca ilçesinde 90 bin hektar alana yayılıyor. Düşünün ki, 70 kilometre uzunluğunda, 20 kilometre genişliğinde, milyonlarca canlıya ev sahipliği yapan Alakır Vadisi, boydan boya üzerine kurulacak sekiz adet HES ile yok edilmek isteniyordu.
(Şu anda üçü bitmiş HES var, iki tane 1980'lerde Alakır Barajı zamanında yapılmış olan var. İki HES'in lisansı iptal edilmiş, birinin akıbeti ise henüz belli değil)
Nitekim, HES talanına karşı 2009'da Alakır Nehri Kardeşliği doğdu ve mücadele günümüze kadar aralıksız devam etti, hala da tüm gücüyle sürüyor. Vadideki mücadele, aynı zamanda Türkiye'de HES'lere karşı verilen en uzun soluklu mücadelelerden biri. Ancak, burada tüm güçleriyle mücadele eden iki kişi, "birilerini" öyle çok rahatsız etmiş olmalı ki, kendilerine yönelik tacizler de son dönemde giderek artış gösterdi.
Yaşanan gözdağı verme girişimlerinin ardından Tuğba ile telefonda konuştuk, haklı olarak, "İnsan susuz kalmayınca, susuz kalmak ne demek anlayamaz" diyor.
Yaşananları onun anlatımlarıyla aktarıyorum:
"Kürce HES'in sahibi Isparta merkezli Metamar şirketi. Biz buraya 2004'te geldik, onlar 2009'da başladılar, dava açtık ancak dava sürecinde birtakım proje değişikliği oyunlarıyla HES'i bitirdiler. O dönemde yürütmeyi durdurma kararı alındı ve HES durdu. Tekrar usul yönünden bir şekilde davayı kazandılar ve suyu kendi kullanımları altına aldılar. Zaten o zamandan itibaren üzerimize gelmeye başladılar. Suç duyuruları, silah sıkma gibi şeyler yaşandı.
Burada su çok az, verimli olmayan bir yatırım ve kendileri de bunu biliyor, kaçak yollarla buraya su taşıyorlar. Burada bir arazi aldılar, içinde eski bir değirmen var. Biz bunların aldığını öğrenince Kültür Varlıkları'ndan değirmeni koruma altına aldırdık. O değirmene su getirmek bahanesiyle ağaçları keserek yan dereden su getirip, nehrin de içinden geçirerek onu can suyu gibi göstermeye çalıştılar. Böylelikle debimetrenin önüne gelen su çoğalıyor. Bunu can suyu olarak göstermek için DSİ'ye başvurunca, DSİ'den, "böyle bir izin veremem" cevabı aldılar.
Biz bunu ortaya çıkarınca, bu planda tutmadı, şirkete ceza kesildi. Ondan sonra bize yönelik tehditlere başladılar, su kaynağına gelip suyumuzu kestiler. HES'in bekçisi bizi tehdit etti. Mesele, sosyal medyada yayılmaya başlayınca, savcılık harekete geçerek soruşturma açtı ve bekçinin ceza alması sağlandı. Bu cezanın hemen arkasından silah sıkıldı. Silahın yönünün bu kadar bize doğru olduğu bir vaka daha önce yaşanmadı.
Değirmeni aldıklarında girişteki ve arkamızdaki arazileri de aldılar, ağaçları katlettiler, orası 4-5 dönüm bir alan. Hiçbir yaşam alanı bırakmadılar. Orada kesilenlerin arasında üç dört tane anıt ağaç vardı, işaretlendiğini görünce Tabiatı Koruma Kurulu'na başvurduk, bari bunları kurtaralım diye. Kimse gelip bakmadı, dava açtık, dava hala görülmedi bile...
Bizim suyumuzu kesip, oradan suyu alıp yan araziye yaptıkları hayrata verdiler. Hayrattaki su, şu anda dışarıya boşa akıyor. Şimdi su damla damla akıyor, içmek için biriktiriyoruz.
Mücadelemiz bilimsel, hukuksal ve barışçıl giden bir mücadele. Biz davaları şirketlere ve projelere karşı açıyoruz, onlar bizi hedef alıyor. Demek ki, iki kişi çok rahatsızlık vermişiz. Burası bizim yaşam alanımız, sessiz kalmayacağız. Gelip vurmuyor ama yaşamamıza engel oluyor."
Alakır'da son durum böyle...
Yeri gelmişken tekrar hatırlamakta fayda var.
Antalya'da taş ocaklarına karşı mücadele verirken daha birkaç ay önce katledilen Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin gerçek katilleri, hala bulunamadı. Tetiği çeken katil, cezaevinde güya "intihar" etti, oysa esas azmettiriciler, bu cinayetlerin planlayıcıları hala bulunmadı.
Bu cezasızlığın, yapanın yanına kâr kalması halinin normalleştirilmesi kabul edilemez. Üstelik, bu çevre savunucularına yönelik yeni yeni saldırıların, tehditlerin kapısını aralar ki, bu son derece tehlikeli, geri dönüşsüz yerlere gider.
Alakır'da yaşananların bir an önce son bulmasını, yaşam savunucularının rahat bırakılmasını istiyoruz.
Şimdi, Alakır'ın sesine ses olma zamanı. Yaşamı ve doğayı savunanları yalnız bırakmayalım, sahip çıkalım ki, yaşama, doğaya, insana düşman haydutlar meydanı boş bilmesin!